29 Aralık 2009 Salı

ANALAR O ZAMAN AĞLAYACAK

"Türkiye’de neler oluyor" sorusuna, (belki daha önce de çok soruldu) Odatv de Barış Zeren aracılığıyla yanıt verdi: İç Savaş. Yargı ile hükümetin arası gergin, asker ile hükümetin arası gergin, belediyeler ile hükümetin arası gergin. Asker ile hükümet arasında, henüz resmi ağızlarca söylenmese de, -ki söylenmesi o derece mühim de değil- çok ciddi bir gerginlik yaşanıyor. Devlet sırlarının bulunduğu oda defalarca kez aranıyor, Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı’nı yanına alarak Başbakanlık’a gidiyor, suikast iddiaları ortalarda dolaşıyor vs. vs. Tabii bu patırtı gürültü arasında hükümetin aylardır; yaptık, yapıyoruz, yapmak üzereyiz, dediği “açılım” mevzusu da, Osman Baydemir’in yaptığı konuşmalara gerekçe olan olaylar da gümbürtüye gidiyor.

Kısaca açılımdaki son durumdan bahsetmekte yarar var: Tüm doğu illerinde, özellikle KCK operasyonu adı altında tutuklanan ve darbe dönemlerini anımsatan manzaraların ardından, olaylar çıktı; ancak sadece olaylar Doğu ile sınırlı kalmadı, Kürt vatandaşların çoğunlukta olduğu Batı illerinin ilçelerinde de polisle çatışmalar yaşandı. Açılıma net bir karşı duruşu olmayan hükümet dışındaki meclisteki tek parti, DTP kapatıldı. Zaten bozulmuş olan siyasi üslup çok ciddi ölçüde harap edildi. Sanırım bu kadarı hükümetin “demokratik açılım”ının içerideki etkileri hakkında yeterli bir kanı uyandırır. Bu cümleden sonraki esas sorunun açılımın içeriden başka bir derdi mi var, sorusu olacağı ortada.

Açılımın içeride olmayan, yani dışarıyla ilgili bir derdi mi var, sorusu defalarca kez yanıtlanmış bir soru; ancak yazının geri kalanı için bu bilgiler kullanılacağı için burada onlardan kısaca bahsetmeyi elzem buluyorum. Öncelikle resmi makamlarla, Davutoğlu- Barzani görüşmesiyle başlayayım. Açılımın ve açılım sürecinin konuşulduğu bir görüşmede, Barzani açılımı övdükten sonra, Davutoğlu’nun dış politika açılımları hakkında, sizin bir senede yaptıklarınızı yüz senede kimse yapamadı, diyor, ki bu sözle Kürt açılımını kastetmediğini düşünemeyiz. İkinci olarak ise, Hasan Celal Güzel’in 18 Ağustos tarihli yazısından bir kısım koyulabilir. Kısaca, o yazıda Hasan Celal Güzel, açılımın diğer aktörlerini incelerken, kelimesi kelimesine olmasa da şöyle bir açıklamada bulunuyor: ABD Irak’tan çekilecek, Kürt-Arap Savaşı başlayacak, artık ABD’nin PKK kozu yoktur, bu savaşı önleyecek Türkiye’dir, Türkiye Kuzey Irak Kürt Yönetimi’ni korusun, PKK itiraz ederse, ABD ve Türkiye, birlikte onu imha eder.

Bunları bir araya getirince, Türkiye’nin kendi içindeki PKK ile değil, dışarıdaki Barzani’yle ilgili açılım yaptığını anlıyoruz. Çünkü Tokat’taki saldırıda kesin olan bir şey varsa o da açılımın PKK’yı durdurmadığı, son operasyonlar ve DTP’nin kapatılması süreci de hesaba katılırsa, açılımın Türkiye Kürtleri tarafından hoş karşılanmadığıdır. Demek ki elimizde, açılım Irak Kürtlerine, daha açık ifadeyle, Barzani’ye yapılmıştır sonucu kalıyor. Celal Güzel’in varsayımlarını doğru alırsak, ABD’nin Irak’tan asker çekmesi, Arap-Kürt çekişmesine ve belki de savaşına yol açarsa, Türkiye’nin, bu açılım doğrultusunda, böyle bir senaryoda Kuzey Irak’a Barzani’yi korumak için girmesi gerekmektedir. Peki, bu nereye oturuyor? Bu, tam olarak, Mehmetçik’in hem Türkiye’de hem de gerekirse Irak’ta ölmesi anlamına geliyor. O halde, bu açılıma karşı çıkmak mı anaları daha çok ağlatacak, yoksa açılımı yapmak mı, sorusu cevabını çok net bir biçimde burada buluyor.

Bunlara rağmen, Ahmet Altan’ın “AKP, bir “barış ve demokrasi” açılımı başlatmıştı” sözünü nereye koyacağız, işte bu soru cevapsız kalıyor. Altan, Tokat saldırısının ertesinde bir yazı yazmış ve açılım için aynen bu sözleri kullanmıştı. 11 Aralık’taki bu yazısında Ahmet Altan, bu saldırının çoğu Kürt’ü hayretler içinde bıraktığını ve barış için açılım yolunda inat edilmesi gerektiğini söylemişti. İkinci argümanının doğru olmadığını yukarıda yeterince açıkladığıma inanıyorum, ilk argümanı hakkında ise Altan’ın tanıdığı Kürtler’in demek ki hep Barzani yandaşı Kürtler olduğu sonucuna varıyorum. Çünkü Türkiye’deki Kürtler’in açılımdan memnun olmadıkları, güle oynaya açılımı karşılamadıkları son olaylar aracılığıyla yeterince belli oldu. Dolayısıyla ne Kürt demos’u ne de barıştan yana tavır takınmak, bu açılımı desteklemiyor veya açılıımn desteklenmesini önlüyor. Doğudaki savaşın dinmesi herkesin isteği; ancak böyle bir açılımla değil Doğu’daki savaşın bitmesi, Güney’deki, Irak’taki muhtemel savaşa dahil olmamız da pek mümkün. Bu durum ise anaları ağlamasını durdurmayacak. Aksine anneler belki de “Burası Huştur yolu yokuştur” sözlerini açılım sonrasında söylemek zorunda kalacak. Kısacası anneler açılımdan sonra ağlayacak.

Doruk Cengiz
Odatv.com

‘An’ların Zamanda Yolculuğu…

Bir yılın bitimi, yeni bir yılın başlangıcı, “zaman” kavramını en yalın şekliyle sokar insanın yaşamına. Her şey bir yana yeni bir yılla birlikte yeni bir yaş da kazanmış oluruz.

Nedir zaman?Ben anlamını çok iyi bildiğimi düşündüğüm bir sözcük üzerinde yoğunlaştığım zaman mutlaka sözlüğe tekrar bakarım. O zaman çoğunlukla bildiğimden farklı anlamlarının olduğunu görürüm. Zaman sözcüğü için de yine Dil Derneği’nin sözlüğüne baktım. 11 temel anlam sıralanmış.

2009, 21. yüzyılın tek haneli son yılı olarak tarihteki yerini alırken, bir yılı değil, bir günü anlatmaya çalışalım. “Anı yakalamak” anlamında kullanılan “Carpe Diem” başlıklı anlatımı paylaşalım:

“Düşünün ki her sabah hesabınıza 86.400 birim kredi veren bir bankanız var. Ama bir günden ötekine hiç bakiye devretmiyor. Tutarı ne olursa olsun, kullanmadığınız bakiye miktarı her akşam iptal ediliyor. Böyle bir durumda ne yapardınız? Tabii ki son kuruşuna kadar çekerdiniz!

Aslında hepimizin böyle bir bankası var. Adı, zaman.

Her sabah iyi şeylere yatırım yapmadığınız kısmını silip, hesabınıza zarar kaydediyor. Hiç devretmiyor. Kredi miktarından bir kuruş fazla kullandırmıyor. Her banka size yeni bir hesap açıyor. Her akşam günün bakiyesini yakıyor. Eğer günlük depozitonuzu kullanmadıysanız, bu zarar sizindir. Geriye dönüş yok. Yarından avans çekmek yok. Bugünü, bugünkü depozitonuzu yaşamalısınız. Ona yatırım yapın ki, size sağlık, mutluluk ve başarı olarak geri dönsün…

Bir senenin değerini anlayabilmek için, sınıfta kalan öğrenciye sorun.

Bir ayın değerini anlayabilmek için, prematüre bir bebeği dünyaya getiren anneye sorun.

Bir haftanın değerini anlayabilmek için, haftalık derginin editörüne sorun.

Bir dakikanın değerini anlayabilmek için, treni henüz kaçırmış bir kişiye sorun.

Bir saniyenin değerini anlayabilmek için, bir kazayı kıl payı atlatmış bir kişiye sorun.

Sahip olduğunuz her anı değerlendirin. Daha fazla değer verin, çünkü onu çok özel biriyle, zamanını harcamaya değecek kadar özel biriyle paylaştınız. Şunu unutmayın ki, zaman hiç kimseyi beklemez. Dün artık mazi oldu. Yarın ise belirsiz. Bugün ise avuçlarımızın içinde bize sunulmuş bir armağandır.”

***

Bir gün… 86.400 saniye… Avuçlarımızda… Ne kadar değerlendirebilirsek, o kadar var…

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder” diyen şairin, 46 yaşında yaşama veda ettiğini düşününce, gelecek kavramının ne kadar göreceli olduğunu duyumsuyor insan.

O yüzden de hiçbir şeyin hiçbir yaş için geç ya da erken olduğunu da düşünmemeli.

Mozart, ilk konçertosunu 7’sinde yazdı.

Bill Gates, bilgisayar programları üzerinde çalışmaya başladığında 12’sindeydi.

İbni Sina, 18’inde saray hekimi oldu.

Evliya Çelebi, dünyayı dolaşmaya 19’unda başladı.

Dostoyevski ilk romanı İnsancıklar’ı 25’inde bastırdı.

Oktay Sinanoğlu, profesör unvanı aldığında 26’sındaydı.

Piri Reis, dünya haritasını 63’ünde tamamladı.

Timur, Beyazıt’ı yendiğinde 66’sındaydı.

Cinnah, Pakistan’ın kurucu devlet başkanı olduğunda 75’indeydi.

Mimar Sinan, “ustalık eserim” dediği Selimiye Camisi’ni 80’inde tamamladı.

Freud, “Musa ve Monoteizm” kitabını yazdığında 83’ündeydi.

İsmet İnönü, “Yaşamımın kalan bölümünde tek kimlik istiyorum” deyip Senato üyeliğinde karar kıldığında 89’undaydı.

Vehbi Koç, yaşamına yeni alanlar ekleyip BM Dünya Nüfus Planlaması Ödülü aldığında 93’ündeydi.

***

Aydın Boysan, 2001’de 80. yaşını kutlarken, bir ömür yaptıklarını özetleyip sormuştu:

- Acaba kaç yaşındayım?

Hemen ardından yanıtını vermişti:

- 30 yaşını geçmiş olamam!

70’li yaşlardaki Fikret Otyam’a da takılmıştı:

“Fikret, gençliğinin kıymetini bil!”

2009’un usul usul gitmekte olduğunu düşünürken bunlar geçti aklımdan.

Zamanı dört duvar arasına sıkıştırınca, “an kavramı, geçmiş derinliğiyle gelecek sonsuzluğu arasında tam terazinin denge dilinde duruyor.”

O zaman “an”lar insanın içinde uzun bir yolculuğa dönüşüyor.

Soruyorsunuz güzel bir an, ne kadar zaman?

Bir gün, bir ay, bir yıl?

28 Aralık 2009 Pazartesi

THE LOST SEASON 6

SOULEYMANE YOULA ????


Son günlerin en çalkantılı takımı Eskişehirspor. Diyarbakırspor'a karşı bir dünya pozisyon yakalayıp gol yapamayan Eskişehir'de önce sakatlıklar dolayısıyla, sonra da Youla tartışmaları sebebiyle forvetsizlik baş gösterdi. Devre arası imdatlarına yetişmese iki yarım forvet, Burak Yılmaz ve Adem Sarı'yla oynamak zorunda kalacaklardı.

Souleymane Youla, geçtiğimiz sezonun en büyük yıldızlarından biriydi. Çoğumuz, "bu adama Fransa yaramış" dedik. Evet, yaramıştı. Başta Galatasaray karşılaşmaları olmak üzere öyle performanslar gösteriyordu ki TSL'ye yeni yükselmiş Eskişehirspor'u neredeyse tek başına sırtlıyordu.

Eskişehirspor'un en iyi oyuncusu olarak tamamladığı sezonun ardından transfer söylentileri yayılmaya başladı. Çünkü Youla, Eskişehirspor'un malı değildi ve Fransız Lille ekibinden kiralık olarak alınmıştı. Ne kadarı doğru bilmiyorum ama sezonun noktalanışıyla birlikte Manisaspor ve Bursaspor'un Youla'nın peşine düştüğü söylentileri kulaktan kulağa yayıldı.

Transfer için büyük bir rekabete giren Eskişehirspor, nihayet Lille ile anlaştı ve Youla'nın bonservisini aldı. Souleymane'nin imza töreni, açık havada taraftarlara karşı yapılacaktı. 1 sezon Eskişehir'de oynamış olan Youla, yeni bir transfermiş gibi yeniden Eskişehir'e dönüyordu.

Geçtiğimiz sezon önce Anderson sonra da Batuhan'la iyi ikililer kuran, pivot santrforun indirdiği topları dillere destan dribling özelliğiyle kolayca rakip kaleye taşıyan Youla, Ümit Karan'la beklenen uyumu sağlayamadı. İki büyük ego bir aradaydı ve iki testi de kırılmak üzereydi.

Dikkat edin, Youla'nın bu sezon iş yaptığı maçlar Mehmet Yılmaz'la birlikte oynadığı karşılaşmalar oldu. Ümit Karan gibi "bitirici santrfor" olmayan Mehmet Yılmaz, hava hakimiyetiyle Youla'ya geçtiğimiz sezonki güzel günleri yaşattı adeta. Derken, Mehmet Yılmaz sakatlandı ve Youla yine öksüz kaldı.

Takım için önemli futbolcuların kötü oyunları daha çabuk fark edilir. Sergen mesela. Yıllarca muhteşem maçlar oynadı fakat "3 maç yatar, 1 maç oynar" tabusunu bir türlü yıkamadı. Eskişehirspor'da kötü sonuçlar art arda gelince eleştiri okları elbette Youla'ya yöneldi. Ve Diyarbakır maçı, bardağı taşıran son damla oldu.

Rıza Çalımbay ile Youla arasında yaşananları bir kez daha hatırlatmak gibi gereksiz bir şey yapmayacağım. Olan, biten herşey meydanda yaşandı çünkü. Kim haklı, kim haksız söyle derseniz cevap vermekte çok zorlanacağım. Zorlanma sebebim açık, Youla geçtiğimiz sezon olduğu gibi gollerine devam etse bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Fakat goller gelmedi ve bu talihsiz söz düellosu yaşandı. Olayın bir diğer boyutuysa Youla'nın Türkiye şartlarına nazaran aşırı "large" ve "paragöz" bir futbolcu olması. Beşiktaş ve Gençlerbirliği günleri sebebiyle zaten mimlenmiş olan Youla, Eskişehirspor'da kaçan gollerin ardından çok çabuk bir şekilde günah keçisi haline geldi.

Youla-Es Es aşısı bundan sonra tutmayacaktır, burası açık. Eskişehirspor'un ciddi bir meblağ(750 bin Avro) ödeyerek kadrosuna kattığı Youla'yı bedelsiz ya da kiralama yoluyla TSL ekiplerinden birine vereceğini de düşünmüyorum. Youla için Türkiye defteri artık kapanmıştır. Youla'nın bu durumu Eskişehirspor için son derece yazık oldu. Hem paralar gitti hem de takımın düzeni bozuldu.

Eskişehirspor, forvet hattını yeniden düzenlemek zorunda. Youla'ya dayanan sistem artık değişecek. Sakatların çokluğu ve bu sakatlıkların uzun vadeli oluşu Eskişehirspor'un en büyük dezavantajı. Batuhan'ın transferi halinde Eskişehirspor hücumda belirgin bir rahatlama sağlayacaktır ama sakatlar düşünülürse en az bir forvete daha gereksinimleri var. Eskişehirspor, Ankaraspor'un dağıldığı dönemde Tita'yı kaçırmayacaktı. Youla olayı, aslında o zaman başladı!

HARRY KEWELL


Bahçe ye gidiyordum o gün.Bir taraftan da radyoda güzel parça denk getirir miyim diye zaplayıp duruyordum kanalları.Tam tepeye vardım radyo istasyonunun birinde ''Galatasaray, Liverpool'dan .... anlaştı'' diye bir haber...Eeeee bir cızırtı çekmiyor meret bizim bahçenin oralarda...Hayda kim dir nedir nasıl öğreneceğiz diye akşama kadar kafa yorduk.Aradığımız adamlarda da yanıt yok.Yusuf ta bilgisayar başında değil nasıl öğreneceğiz.Öğrenemedik tabiki...Ta ki akşam pcnin başına geçip HARRY KEWELL i görünceye dek..
Eeee nolacaktı şimdi? Sevinmenin yanısıra sorularda peşpeşe geldi.
''Arda mı gidecek?'', ''nerede oynayacak?'', ''nasıl oynayacak?''

Sezon başlıyor, güzel de oynuyor, taraftar çoşuyor, adına şarkılar yazılıyor, tapılıyor, ''Hagi'den Sonra..'' cümleleri kuruluyor.

Kısaca bu zamana kadar olan durumu böyle özetlerim sanırım. Şimdi asıl önemli olan noktaya gelelim...

Uzun uzun kalsın, gitsin demiyeceğim. Çünkü cevabımı herkes biliyor. Çoğu Galatasaray taraftarıyla aynı şekilde düşünüyorum bende. Lütfen kal Heri, lütfen. Bu taraftar Hagi'den Sonra sevebilecek yabancı arıyordu, sonunda buldu. Bu kadar da kolay ve çabuk kaybetmek istemiyor haliyle.

Herşeyiyle yeni bir ekol getirdi Kewell. Karizmasıyla, duruşuyla, şutlarıyla, yeteneğiyle, takım arkadaşlığıyla, alçak gönüllü olmasıyla, herşeyiyle ya herşeyiyle. 1 kere adı basına çıkmadı mesela. Kolpa basın, sakatlık dışında yazamadı onu hiç. Çünkü geçmedi ellerine bir koz, adam gibi adam oldu geldiği andan itibaren.

Bu tarz cümleler çok kullanılır fakat harbiden Kewell bizde bıraksın şu futbolu. Bıraktıktan sonra girsin teknik ekibe. Oynamasa da kenarda dursun, ''oyuncu'' nasıl olunur onu göstersin. Futbol okullarında ders versin, Türkiye'yi 2. vatanı olarak bilsin.

Biliyorum çok zor fakat kal be Harry. Lütfen kal. Daha doyamadık sana. Bir de yönetime seslenelim buradan. Daha ne bekliyorsunuz ulan ? ! Daha nasıl bulacaksınız böyle adam? Hadi Haldun, devrenin ilk transferini yap artık, imzala Kewell ile. Bizleri de bekletme.

25 Aralık 2009 Cuma

ANADOLU

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?

Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedreddin’i.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile,
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?
(Ahmed Arif)

9 Aralık 2009 Çarşamba

BÜLENT ARINÇ NEREDE YAŞIYOR?

Odatv.com olarak AKP'li Dengir Mir Mehmet Fırat’ın “Niye farkında değiliz çatışma yok kırsalda ve 3 aydır şehit gelmiyor” sözlerinin, gün gün şehit haberlerini yayınlayarak, doğru olmadığını ispatlamıştık. Şimdi de Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Tokat’ın Reşadiye ilçesinde 7 askerin şehit olduğu saldırı ile ilgili “6-7 aydır PKK terörü olmamıştı” diyerek bizleri bir kez daha şaşırttı.

Binasında İsveçli gazetecileri ağırlayan Arınç’ın Tokat’taki saldırı ile ilgili değerlendirmesi şöyle:

“Olay araştırılıyor, PKK olabileceği gibi o bölgede geçmişten beri faaliyet gösteren bir örgüt de olabilir. Kim yaparsa yapsın bu bir suikasttır. 6-7 aydır PKK terörü olmamıştı. Çatışmazlık vardı. Bu olayın yeri ve zamanlaması ilginç geldi araştırıyoruz.”
Anlaşılan Dengir Mir Mehmet Fırat gibi Başbakan’ın yardımcısı da gündemi takip etmiyor. Hükümet ve hükümete yakın gazeteciler ısrarla ülkede, zamanı uzatarak, terör olayı yaşanmadığını iddia ediyorlar. Biz ise Odatv olarak gerçekleri yayınlamaya devam edeceğiz.

İşte daha önce TSK’nın resmi sitesinden 3 aylık verdiğimiz terör raporunun 7 ayı kapsayan şekli:

7 Aralık: Tokat ili Reşadiye ilçesi, Sazak Mevkiinde yol kontrol görevi yapan askeri araca teröristler tarafından açılan ateş sonucu, 1 Uzman Jandarma Çavuş, 1 Jandarma Onbaşı ve 5 Jandarma Er olmak üzere 7 güvenlik görevlisi şehit olmuş, 1 Uzman Jandarma Çavuş ve 2 Jandarma Er yaralanmıştır.Yaralı personel Tokat ve Reşadiye Devlet Hastanelerine sevk edilerek tedavi altına alınmıştır.Bölgede operasyonlar devam etmektedir.
4 Aralık: Mardin ili Nusaybin ilçesi dağlık arazi kesiminde, bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile sağlanan temasta teröristler tarafından açılan ilk ateş sonucu 1 J.Uz.Çvş. şehit olmuş, 1 J.Uz.Çvş. yaralanmıştır. Yaralı J.Uz.Çvş. askeri helikopter ile Diyarbakır Asker Hastanesi’ne sevk edilmiştir.
4 Ekim: Beytüşşebap - Şırnak karayoluna bölücü terör örgütü mensuplarınca yerleştirilen patlayıcı maddenin sivil minibüsün geçişi esnasında patlaması sonucu 1 güvenlik görevlisi (GKK) ile 1 vatandaş vefat etmiştir.
1 Ekim: Şırnak ili Silopi ilçesi dağlık arazi kesiminde, bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile karşılaşılması üzerine teröristler tarafından açılan ilk ateşte 1 güvenlik görevlisi şehit olmuştur.
27 Eylül: Şırnak ili Uludere ilçesi, Heştir boğazı baraj inşaatında çalışan sivil aracın, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş el yapımı mayına basması sonucu, araçta bulunan 1 vatandaş hayatını kaybetmiş, 1 vatandaş yaralanmıştır.
22 Eylül: Hakkâri ili Çukurca ilçesi Üzümlü köyü bölgesinde bir vatandaş, küçükbaş hayvanların otlatılması esnasında, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenen mayına basma sonucu hayatını kaybetmiştir.
11 Eylül: Diyarbakır ili Kulp ilçesinde, bölücü terör örgütü mensuplarınca döşenmiş el yapımı mayının patlaması sonucu, 1 vatandaş vefat etmiş 1 vatandaş yaralanmıştır.
10 Eylül: Van ili Başkale ilçesi Albayrak Hudut Taburu Bölgesinde, yapılmakta olan arama-tarama faaaliyeti esnasında, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş mayına basma sonucu yaralanan Askeri personelden bir Askeri personel kaldırıldığı hastanede şehit olmuştur.
9 Eylül: Van ili Başkale ilçesi Albayrak Hudut Taburu Bölgesinde, yapılmakta olan arama-tarama faaaliyeti esnasında, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş mayına basma sonucu 1 Askeri personel şehit olmuş, 7 Askeri personel yaralanmıştır.
8 Eylül: Eruh Kırsalında çıkan çatışmanın devamında 8 Eylül 2009 gecesi 2 Askeri personel şehit olmuştur.
8 Eylül: Çukurca Kırsalında yapılmakta olan arazi arama ve tarama faaliyeti esnasında; 8 Eylül 2009 günü bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada 1 Askeri personel şehit olmuştur.
8 Eylül: Eruh Kırsalında yapılmakta olan arazi arama ve tarama faaliyeti esnasında; 8 Eylül 2009 günü bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada 5 Askeri personel şehit olmuş, 3 Askeri personel yaralanmıştır.
4 Eylül: Diyarbakır ili Kulp ilçesi dağlık arazi kesiminde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş mayına basma sonucu bir vatandaş hayatını kaybetmiştir.
30 Ağustos: Alınan bir duyum üzerine Hakkari bölgesinde yapılmakta olan arazi arama ve tarama faaliyeti esnasında; 30 Ağustos 2009 günü bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada bir Astsubay, 3 Uzman Jandarma Çavuş olmak üzere 4 askeri personel şehit olmuştur.
11 Ağustos: Şırnak ili Uludere ilçesi Heştir Boğazı bölgesinde meydana gelen patlama sonucu; bölgede yol yapımında kullanılan iş makinelerinin emniyetini sağlamakla görevli bir güvenlik görevlisi şehit olmuş, bir güvenlik görevlisi ise yaralanmıştır.
21 Temmuz: Şırnak ili Merkez ilçesi Küpeli dağı bölgesinde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanmış el yapımı mayının patlaması sonucu 1 güvenlik görevlisi şehit olmuştur.
12 Temmuz: Adıyaman ili Gölbaşı ilçesinde, Kerkük-Yumurtalık boru hattının emniyeti maksadıyla görev yapan güvenlik güçlerine, bölücü terör örgütü mensupları tarafından taciz ateşi açılmış, anında karşılık verilmesi üzerine teröristler kaçmıştır. Teröristler tarafından açılan ilk ateş sonucu 1 Geçici Köy Korucusu (GKK) şehit olmuştur.
8 Temmuz: Siirt ili Eruh ilçesi Görendoruk köyü bölgesinde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanmış patlayıcı maddenin infilak etmesi sonucu 1 vatandaş hayatını kaybetmiştir.
6 Temmuz: Şırnak ili Silopi ilçesinde, Hezil Barajı yol yapımında çalışan işçileri taşıyan sivil aracın, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanmış mayına basması sonucu, araçta bulunan 4 vatandaş hayatını kaybetmiş, 9 vatandaş yaralanmıştır.
22 Haziran: Hakkâri ili Şemdinli ilçesinde bölücü terör örgütü mensupları tarafından açılan taciz ateşi sonucu yaralandığı 325 numaralı olay ile bildirilen 1 güvenlik görevlisi, tedavi gördüğü Ankara GATA Hastanesinde tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak şehit olmuştur.
19 Haziran: Tunceli ili Merkez ilçesi dağlık arazi kesiminde, bir grup bölücü terör örgütü ile karşılaşılması üzerine çıkan çatışmada 1 güvenlik görevlisi şehit olmuştur. Bölgede operasyona devam edilmektedir.
13 Haziran: Hakkari ili Yüksekova ilçesi dağlık arazi kesiminde bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile karşılaşılması üzerine, teröristler tarafından açılan ilk ateş sonucu 1 güvenlik görevlisi şehit olmuştur.
7 Haziran: Şırnak ili Uludere ilçesi dağlık arazi kesiminde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanan mayının patlaması sonucu 1 GKK şehit olmuş, 2 GKK yaralanmıştır.
5 Haziran: Hakkari ili Çukurca ilçesinde mayın patlaması sonucu yaralandığı 277 numaralı olay ile bildirilen 1 güvenlik görevlisi, tedavi gördüğü Ankara GATA Hastanesinde tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak şehit olmuştur.
4 Haziran: Şırnak ili Merkez ilçesi dağlık arazi kesiminde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanan mayının patlaması sonucu bir güvenlik görevlisi şehit olmuş 3 güvenlik görevlisi yaralanmıştır.
27 Mayıs: Hakkâri ili Çukurca ilçesi Uzundere yolu üzerinde, güvenlik güçleri tarafından icra edilen emniyet görevi esnasında, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanan mayının patlaması sonucu 6 güvenlik görevlisi şehit olmuş, 8 güvenlik görevlisi yaralanmıştır.
25 Mayıs: Tunceli ili Merkez ilçesi dağlık arazi kesiminde, bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile karşılaşılması üzerine teröristler tarafından açılan ilk ateşte 1 güvenlik görevlisi şehit olmuş, 1 güvenlik görevlisi yaralanmıştır.
20 Mayıs: Siirt ili Pervari ilçesi dağlık arazi kesiminde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanan patlayıcı maddenin infilak etmesi sonucu 1 vatandaş hayatını kaybetmiştir.
15 Mayıs: Siirt ili Eruh ilçesi Yassıdağ bölgesinde bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada 4 terörist etkisiz hale getirilmiştir. Çatışmada 1 Geçici Köy Korucusu şehit olmuş, ikisi Geçici Köy Korucusu olmak üzere 3 güvenlik görevlisi yaralanmıştır.
14 Mayıs: Mardin İli Nusaybin ilçesi dağlık arazi kesiminde bölücü terör örgütü mensuplarınca tuzaklanmış mayına basma sonucu yaralandığı 232 numaralı olayla bildirilen güvenlik görevlisi, tedavi gördüğü Diyarbakır Asker Hastanesinde şehit olmuştur.
11 Mayıs: Hakkâri ili Çukurca ilçesi dağlık arazi kesiminde, bölücü terör örgütü mensuplarınca tuzaklanmış mayına basma sonucu 1 güvenlik görevlisi şehit olmuş, 2 güvenlik görevlisi yaralanmıştır.
9 Mayıs: Şırnak ili Merkez ilçesi dağlık arazi kesiminde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından tuzaklanmış patlayıcı madde düzeneğinin, sivil bir aracın geçişi esnasında patlaması sonucu, araçta bulunan 2'si korucu olmak üzere 5 vatandaş hayatını kaybetmiş, 2 vatandaş yaralanmıştır.

Odatv.com

8 Aralık 2009 Salı

‘3 AYDIR ŞEHİT GELMİYOR’ DİYEN DENGİR FIRAT NE YAPACAK?

Türkiye şehitlerine ağlıyor...
Tokat'ın Reşadiye ilçesinde jandarmalara yapılan terör saldırısında, ilk belirlemelere göre 7 asker şehit oldu. Reşadiye ilçesi Sazak köyü yakınlarında devriye görevi yapan jandarmalara açılan ateş sonunda yaralananlar da var. Reşadiye Belediye Başkanı, şehit sayısının artmasından korktuklarını söyledi. Bölgeye çok sayıda güvenlik gücü sevk edildi.

Şimdi Odatv.com olarak soruyoruz. AKP'li Dengir Mir Mehmet Fırat, Akşam gazetesinden Özlem Çelik'e verdiği röportajda, “Açılım paketinin içi boş diyenlerin kendinden haberi yok. TRT Şeş kuruldu, Mardin’de üniversitede Kürtçe bölüm açıldı. Niye farkında değiliz çatışma yok kırsalda ve 3 aydır şehit gelmiyor. Bu açılımın sonucu değil mi? Düne kadar tabu olan meseleler bugün konuşuluyor. Açılım bu! Onur Öymen`den Allah razı olsun. O lafı söylememiş olsaydı Dersim hala karanlıkta kalan bir konu olacaktı. Bu bir süreç, açılım hızla devam ediyor” demişti.
Dengir Mir Mehmet Fırat’ın bu açıklamada atladığı bir gerçek var. Fırat gündemi nereden takip ediyor bilmiyoruz ama Türk Silahlı Kuvvetleri’nin resmi internet sitesi ve yaşanan son olay bu görüşü yalanlıyor.

İşte sitede son üç ay içinde verilen şehit haberleri:
4 Aralık: Mardin ili Nusaybin ilçesi dağlık arazi kesiminde, bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile sağlanan temasta teröristler tarafından açılan ilk ateş sonucu 1 J.Uz.Çvş. şehit olmuş, 1 J.Uz.Çvş. yaralanmıştır. Yaralı J.Uz.Çvş. askeri helikopter ile Diyarbakır Asker Hastanesi’ne sevk edilmiştir.
4 Ekim: Beytüşşebap - Şırnak karayoluna bölücü terör örgütü mensuplarınca yerleştirilen patlayıcı maddenin sivil minibüsün geçişi esnasında patlaması sonucu 1 güvenlik görevlisi (GKK) ile 1 vatandaş vefat etmiştir.
1 Ekim: Şırnak ili Silopi ilçesi dağlık arazi kesiminde, bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile karşılaşılması üzerine teröristler tarafından açılan ilk ateşte 1 güvenlik görevlisi şehit olmuştur.
27 Eylül: Şırnak ili Uludere ilçesi, Heştir boğazı baraj inşaatında çalışan sivil aracın, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş el yapımı mayına basması sonucu, araçta bulunan 1 vatandaş hayatını kaybetmiş, 1 vatandaş yaralanmıştır.
22 Eylül: Hakkâri ili Çukurca ilçesi Üzümlü köyü bölgesinde bir vatandaş, küçükbaş hayvanların otlatılması esnasında, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenen mayına basma sonucu hayatını kaybetmiştir.
11 Eylül: Diyarbakır ili Kulp ilçesinde, bölücü terör örgütü mensuplarınca döşenmiş el yapımı mayının patlaması sonucu, 1 vatandaş vefat etmiş 1 vatandaş yaralanmıştır.
10 Eylül: Van ili Başkale ilçesi Albayrak Hudut Taburu Bölgesinde, yapılmakta olan arama-tarama faaaliyeti esnasında, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş mayına basma sonucu yaralanan Askeri personelden bir Askeri personel kaldırıldığı hastanede şehit olmuştur.
9 Eylül: Van ili Başkale ilçesi Albayrak Hudut Taburu Bölgesinde, yapılmakta olan arama-tarama faaaliyeti esnasında, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş mayına basma sonucu 1 Askeri personel şehit olmuş, 7 Askeri personel yaralanmıştır.
8 Eylül: Eruh Kırsalında çıkan çatışmanın devamında 8 Eylül 2009 gecesi 2 Askeri personel şehit olmuştur.
8 Eylül: Çukurca Kırsalında yapılmakta olan arazi arama ve tarama faaliyeti esnasında; 8 Eylül 2009 günü bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada 1 Askeri personel şehit olmuştur.
8 Eylül: Eruh Kırsalında yapılmakta olan arazi arama ve tarama faaliyeti esnasında; 8 Eylül 2009 günü bir grup bölücü terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada 5 Askeri personel şehit olmuş, 3 Askeri personel yaralanmıştır.
4 Eylül: Diyarbakır ili Kulp ilçesi dağlık arazi kesiminde, bölücü terör örgütü mensupları tarafından döşenmiş mayına basma sonucu bir vatandaş hayatını kaybetmiştir.

Odatv.com

ZAMAN VE TARAF BU MAİLE ÇOK KIZACAK

08.12.2009 13:59
Karakter boyutu :

İşte internet mail gruplarında Zaman'a ve Taraf'ı çok kızdıracak o mail.
Yorumsuz olarak aktarıyoruz:

1- Samanyolu TV, ZAMAN gazetesi ve Fethullah Gülen organizasyonunda yer alan bütün basın yayın organlarında her gün muhakkak bir "Kürtçü" programa katılmaktadır, bu inkar edilemez bir gerçektir.

2- Yine aynı basın yayın organlarında "PKKLI, YURT DIŞANA KAÇMIŞ OLAN" ABDÜLKADİR AYGAN isimli teröristin terörle mücadele eden komutanlarımıza yönelik iftiraları boy boy gösterilmektedir. Aynı şekilde şu anda hapiste yatmakta olan veya serbest bırakılmış PKK’LILARIN sözleri de, sanki güvenilir birer kaynakmış gibi bu basın yayın organlarında "ŞOK AÇIKLAMALAR" şeklinde sunulmaktadır.

3- Yurt dışında açılan okullardın ilk yıllarında eğitim dili TÜRKÇE iken, 1997 yılında Fethullah Gülen'in Amerika'ya yerleşmesinden sonra eğitim dili İngilizce'ye çevrilmiş, Türkçe seçmeli ders olarak okutulmaktadır.

4- Türkçe olimpiyatlarına katılanlar arasında 2. ve 3. kez bu olimpiyatlara gelen çocuklar vardır, yani her sene aynı çocuktan şarkılar dinletilmektedir. Yine şunu eklemek gerekir ki; bu olimpiyatlar dışında kalan öğrencilerin Türkçe'ye hakim olduklarını söylemek mümkün değil. Ayna programında da çok net gördüğümüz gibi, en fazla nasılsın iyi misin sözlerinin ardından ezberlenen Türküler okunmaktadır. (Şarkı söylemekle dil öğrenilseydi bugün Türkiye'nin hepsinin İngilizce bildiğini söyleyebilirdik )

5- Zaman Gazetesi'nin fotoğrafta yer alan basın yayın ve sivil toplum kuruluşlarıyla aynı karede yer alması eleştirilmiş. Zaman gazetesi kendi yazamadıklarını TARAF'TAN bir gün sonra sayfalarına taşıyarak şöyle yayınlamakta: "TARAF'TAN ŞOK BELGE..., TARAF GAZETESİ ŞUNU YAZDI..., TARAF'IN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEKLER...". Güya bu sayede, bakın ben demiyorum taraf diyor rahatlığına oturmaktalar.
PEKİ TARAF KİMİN GAZETESİ?
TARAF Gazetesi TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KURULUŞ FELSEFESİ OLAN "MİLLİ DEVLET" YAPISININ ÇÖKERTİLMESİ İÇİN ÇIKARILAN BİR "PSİKOLOJİK HARP GAZETESİDİR".
Taraf'ı çıkaran Alkım Gazetecilik, 1992'ye kadar küçük bir yayıneviyken ve batma noktasındayken birdenbire durumu düzeltti.
Alkım Yayınevi'nin borçlarını Fethullah Gülen ve AKP bağlantılı Albaraka Türk çekleriyle ödemesi yayıncıların dikkatini çekmişti. O tarihten sonra, birileri, Savaş ve Başar Arslan kardeşlere "yürü" dedi. AKP iktidarıyla birlikte ise "kanatlandılar"!
Arslan kardeşler, Brüksel'de büro açıp AB'yle de ilişkiye geçtiler. Pentagon, Taraf için de düğmeye bastı. Yasemin Çongar, Amerika'dan görevli olarak gönderildi. Burada, ABD İstanbul Başkonsolosluğu kolları sıvadı. "Vatanı bir kadın memesine satarım" sözüyle meşhur Ahmet Altan, 30 bin YTL maaşla gazetenin kuruluş görevini üstlenmesi için ikna edildi. Taraf yayına başladıktan sonra ayrılacağını söylemişti, ayrılmadı, genel yayın yönetmeni oldu. Gazetenin sahibi, Alkım Gazetecilik adına Başar Arslan oldu. Ahmet Altan'ın belirttiğine göre Başar Arslan yayın çizginse hiç karışmadı, odasını bile Altan'a bırakıp gitti. Ahmet Altan 10 Kasım 2007 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan röportajda, Taraf gazetesinin ilan gelirlerine dayanacağını söylemişti. 15 Kasım 2007 tarihinde yayına başlayan Taraf'taki ilanlara bakıyoruz,"Alkım Yayınları" dışında, 2008'e kadar ilk bir ayda "Kimse Yok mu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği" ağırlıkta. Kimse Yok mu Derneği 2002 yılında Fethullah'ın Samanyolu Televizyonu bünyesinde "Kimse Yok mu?" programı ile başladı. AKP iktidarı Kimse Yok mu Derneği benzeri vakıf ve dernekler için gelir vergisi kanununu değiştirdi, bu derneklere yapılan bağışlar vergiden muaf tutuldu. "Kimse Yok mu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği", şimdi 5 kıtada faaliyet yürütüyor, katrilyonlara hükmediyor. Gazeteyi çıkaran Alkım Yayınevi'nin sahibi Savaş-Başar Arslan kardeşler, Brüksel'deki büroları kanalıyla Avrupa Birliği'yle de ilişkiye geçtiler. Taraf Gazetesi'nin satır satır çevirisi yapılıp her gün Avrupa Birliği'nin önüne konuluyor! AB, gazetelere doğrudan hibe yapamıyor ama yayınevlerine yapabiliyor. Alkım Yayınevi'nin, Ahmet Altan'ın "İçimizdeki Bir Yer" adlı romanının, 2004'te AB parasıyla basıldığı belirtiliyor. 1 milyon adet basılıp maliyetinin 4'te biri fiyatına satılan Altan projesi, AB fonlarınca desteklendi. Gazete bayilerine kadar ulaştırılan kitap için bakkallara bile standlar yerleştirmişti. Ardından, Alkım yayınları Sabah Gazetesi'yle işbirliği yaparak Milli Eğitim Bakanlığı onaylı Yüz Temel Eser'i basmıştı. AB ile kurulan bu köklü ilişkilerin, bugün para kanallarının çeşitlenmesinde etkili olduğu belirtiliyor. Taraf'ın tanıtım ilanları da Fethullahçı Zaman gazetesi tarafından yayımlandı. Hem Zaman, hem Fethullah Gülen'in diğer yayın organı Aksiyon, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar röportajlarıyla gazetenin tanıtımını yaptı. Taraf'ın iki de transferi var Zaman'dan. Biri, bildiğiniz Etyen Mahçupyan, öbürü Gülen bursuyla Amerika'da eğitim gören Leyla İpekçi.

PEKİ AYNI FOTOĞRAFTA GÖRDÜĞÜMÜZ GENÇ SİVİLLER ÖRGÜTÜ ZAMAN İLİŞKİSİ NE ŞEKİLDE?
Zaman gazetesi, kurulduğu ilk günden beri GENÇ SİVİLLERİN yaptığı 3 kişilik eylemleri bile ilk sayfasından duyurmakta, reklamlarını sürekli sürdürmektedir.

Taraf için ta Amerika'dan getirilen Yasemin Çongar, "Milliyet'in önerdiği tepe yöneticilik teklifini de bağımsız gazetecilik yapabilmek adına reddettiğini" anlattı orda burda. Ayrıca onun görevi gazetecilikle, hatta Taraf'la sınırlı değildi.

2 Haziran 2008 tarihli Aksiyon'da şöyle diyordu Çongar: "Batı artık Türkiye ile ilişkilerini tamamen devlet üzerinden değil, iş dünyası ve sivil toplum üzerinden de kurmaya başladı. Sadece İstanbul ve Ankara'yla değil, Anadolu ile de temas ediyorlar artık. Taraf için döndüğümden beri 7 ay içinde birkaç kez Güneydoğu'ya gittim, Orta Anadolu'yu 10 yıl aradan sonra gördüm."

Çongar'la kol kola gördüğümüz isimlerin başında Yıldıray Oğur geliyor. Oğur, "Genç Siviller" adlı örgütün başkanı. Soros'tan besleniyor, Türkiye'de de "turuncu devrim" denemesine hazırlanıyorlar. Adları daha yeni duyulmuştu ki, Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına getirilir getirilmez Yıldıray Oğur'u köşkte konuk etti. Oğur, Genç Siviller'in simgesi olan kırmızı Convers marka ayakkabı hediye etti Cumhurbaşkanı'na; "asker postalını protesto" anlamı taşıyordu Gül'e verilen hediye.

BÜTÜN BUNLAR ZATEN DOLAYLI VE DİREKT OLARAK FETHULLAH GÜLEN YAYIN ORGANLARI İLE TARAF, GENÇ SİVİLLER, DTP ÇİZGİSİNİN KESİŞTİĞİNİ GÖSTERMEKTEDİR.

AYRICA ŞU VERECEĞİMİZ KÜÇÜK ÖRNEKTE, FOTOĞRAFIMIZDA YER ALAN "DTP" İLE ZAMAN İLİŞİĞİNİ KANITLAMAKTADIR.

ALTTAKİ HABERİN İÇERİĞİ GÖZÜ OLANIN GÖRECEĞİ, AKLI OLANIN ANLAYACAĞI HERŞEYİ AÇIKCA ORTAYA KOYMAKTADIR. HABERDE, GENÇ SİVİLLER'İN 'Darbeye Karşı 70 Milyon Adım' ADINDA BİR YÜRÜYÜŞ DÜZENLEDİĞİ BUNA DA 20 SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜNÜN DESTEK VERDİĞİNİ SÖYLENMEKTE! AMA NE YAZIKKİ BU 20 ÖRGÜTÜN KİMLER OLDUĞU YAZILMAMAKTA! KÜÇÜK BİR ARAŞTIRMAYLA GÖRÜYORUZ Kİ; DTP ZAMAN'IN ÖVGÜYLE BAHSETTİĞİ BU YÜRÜYÜŞTE ÖN SAFTA! HABER İÇERİSİNDE ÇOK ACI BİR GERÇEK DAHA GÖZLERDEN KAÇMIYOR, İŞTE ZAMAN GAZETESİ'NDE YAZAN O CÜMLE:
"Bu arada gösterinin başlarında Engin Okur isimli bir provokatör, yürüyenlerin arasına girerek 'Ne Mutlu Türküm' diye bağırdı." Zaman Gazetesi burada başka bir ayrıntıyı daha yazmamaktadır; orada "NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE" şeklinde bağıran kişi iki ayağını PKK'nın döşediği mayınlara kurban vermiş bir GAZİ'DİR VE BU TEPKİSİNİ TEKERLEKLİ SANDALYEDE VEREBİLMİŞTİR!!!

HABERİN TAMAMI ŞU ŞEKİLDEDİR:
Bir ilk yaşandı; Darbeye karşı büyük yürüyüş Genç Siviller'in öncülüğünde kurulan 'Darbeye Karşı 70 Milyon Adım' platformunun Taksim'deki protesto gösterisi başladı. Eyleme destek veren 20 sivil toplum kuruluşu, İstiklal Caddesi'nin sonundaki Tünel durağından Taksim Meydanı'na doğru yürüyor. Binlerce kişinin katıldığı yürüyüşte, 'Darbeye Karşı Ses Çıkar!' şeklinde pankartlar açılıyor. Yürüyüşe Adalet Ağaoğlu, Lale Mansur, Nazlı Ilıcak ve Yücel Sayman gibi isimler de katılıyor.
Bu arada gösterinin başlarında Engin Okur isimli bir provokatör, yürüyenlerin arasına girerek 'Ne Mutlu Türküm' diye bağırdı. Sivil polislerin araya girmesiyle etkisiz hale getirilen Okur, uzun süre elindeki Türk bayrağını sallayarak provokatif hareketlerde bulundu. HABER KAYNAĞI : http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=705061

BİZLER BU KISA YAZI İLE TÜRK ÇOCUKLARINI UYARIYORUZ; LÜTFEN İÇERİSİNDE BULUNDUĞUNUZ YAPININ KİMLERLE HANGİ İLİŞKİLER KURDUĞUNU İYİ ARAŞTIRINIZ.
BİZ HİÇ KİMSEYİ KURU KURUYA ELEŞTİRMİYOR, KURU KURUYA KİMSEYE İFTİRA ATMIYORUZ, İŞTE BELGELER ORTADA, İŞTE GERÇEKLER! DTP'NİN YAPTIĞI YÜRÜYÜŞTE TÜRK BAYRAĞI AÇAN BİR "GAZİ"MİZİ PROVAKATÖR İLAN EDEN BİR BASIN KURULUŞUNU SÖYLEYİN BİZ NASIL HANGİ SEBEPLE SEVİP DESTEKLEYECEĞİZ?"

AHMET ALTAN BUNU YAZABİLECEK Mİ?

“Edebiyatta mızrakçılık” nedir bilirsiniz.
Yazarlığa yeni başlamış bir yeni yetmenin, ismi “neonlarda” bir yazara laf atmasına denir mızrakçılık, bildiğiniz gibi. Yeni yetme yazar, eğer “mızrak” attığı yazar kendisine yanıt verirse, işte o zaman hedef tutturulmuştur.
Hayatımda hiç yapmadım.
Bunu da şunun için söylüyorum: Ahmet Altan ile ilgili yazacağım yine bugün. Ama ben yazarlığa başladığımda, Ahmet Altan henüz yazmıyordu.
Ben ödül aldıktan bir yıl sonra aynı kuruluştan ödül aldı.
Onun ödülleri devam etti, benimkiler durdu.
Ama yine de onunla ilgili bir yazı yazıyorsam eğer, cevap beklediğimden değil.
İçim içime sığmadığından.

Ceylan kızımız için son derece duygusal bir yazı kaleme alan Ahmet Altan’ın, Serap Eser için de aynı duygusallıkta bir yazı yazıp yazmayacağını merak ettiğim için bu yazıyı kaleme aldım.
Ama asıl merak ettiğim, diyelim ki onurlu davrandı Ahmet Altan ve “bir sizden bir bizden,” gibi bir anlayışa saplanmadan, ayrım gözetmeden, herkesin aynı koruma ve sevecenliğe ihtiyaç duyduğunu savunarak bir yazdı.
Peki, büyük gazetelerimizden biri yine onu birinci sayfasına alıp, “açılımın manifestosu” şeklinde verecek mi?
Kim bilir, belki gerçekten Ahmet Altan, “açılıma halel gelmesin” diye yazar ve belki de gerçekten gazetelerimizin en büyüklerinden Milliyet de onu birinci sayfasına koyar...
Ben de utanırım bu yazdıklarımdan.
Utanmaya da razıyım.
Ölenin kimliği, öldürenin kimliği gibi ucuz bağlantılardan yola çıkarak, bir zümreye, kitleye saldırmanın aşağılık yaklaşımlarıdır bunlar.
Ölen üzerinden savunmaya geçmektir.
Öldüren üzerinden saldırmak asla sayılmaz.
Ceylan’ı, o küçücük yavruyu bir “silah” öldürdü.
Orduya mı aitti, PKK’nın döşediği bir mayın mıydı, 1848 savaşından mı kalmaydı, biri cebinden mi düşürmüştü...
Bunların önemi var mı? Birileri için var da...
Ölen için önemi var mı?
İnsana saygısı olan için var mı?
Ama iş şu noktaya vardırılıyorsa eğer: Bu tür ölümlerin sürmemesi için “anlaşma” masasına oturulmasına, “her şeye rağmen” oturulmasına zorluyorsanız insanları...
Bir dakika düşünmek gerekmiyor mu?

Ne oldu peki?
Ne oldu son dakikada?
Açılıma tokat, Tokat’tan mı geldi ne?
Açılımmış?
Hadi canım siz de.
Türkiye bir orta oyun oynar gibi...
Kanalın birinde İçişleri Bakanı konuşuyor: Açılıma her şeye rağmen devam, diyor.
Öbür kanalda Tokat’tan ölüm haberi geliyor.
Bazı yazarlarımız da kalemtıraşlarıyla kalemlerini sivriltiyorlar...
Size de sıkıcı gelmeye başlamadı mı bu iş artık.
Bu işin gerçekten sıradan değil de bilimsel olarak ele alınması gerektiğini düşünmüyor musunuz?
Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisini Afganistan’a muharip güç gönderme veya göndermeme noktasına bağlayıp da, asıl konuları geçiştirmeye çalıştıklarını fark edemiyor muyuz?
Bu kadar köreldik mi?
Böylesine aptal yerine konmanın literatürde adı nedir acaba?
Ben yazacak şey bulamıyorum artık.
Bundan sonra kimseye sataşmadan yazmam gerektiğine karar verdim.
Hepimizi kendi “bulutlarında” tartışmaya çağırıyorlar, ben kandım bugüne kadar sanıyorum.

A.Mümtaz İDİL
Odatv.com

6 Aralık 2009 Pazar

ARANAN MESİH GELDİ!


Ertuğrul Özkök, tuhaf yazılarına bir yenisini daha ekledi. Twighlight’ın vampir çocuğunu kurtarıcı ilan etti: Allahım böylesine hoyrat, böylesine elinin tersiyle iten bir duruşa ne kadar ihtiyacımız varmış. Kim derdi ki, bir vampir çocuk Mesih gibi gelecek ve bizleri elimizden tutup gökyüzüne uçuracak...

İşte o yazı...

Edward Cullen, Mesih vampirim

BOB Dylan’ın “Like a rolling stone”unu uzun zamandır ilk defa dinliyorum.
1960’lı yıllarda İzmir’de Çiğli Amerikan radyosunda bu şarkıyı ilk defa dinlediğimde, bende bıraktığı o ilk duyguyu bugünmüş gibi hatırlıyorum.
Camus’nün “Yabancı”sını yeni okumuştum.
Sartre’ın “İş İşten Geçti”si kafamı allak bullak etmişti.
Sıkışmıştım.
Dışarda nasıl bir dünya var biliyordum.
Kaçmak, zincirlerimi kırmak istiyordum.
Tıpkı yuvarlanan bir taş gibi, varoluşçu bir dünyaya uçmak, akraba insanlar arasında yaşamak istiyordum.
¡ ¡ ¡
Basra üzerinde uçarken, altımdaki dünyada olup bitenleri düşünüyorum.
1977 yılında hurma bahçelerinin altındaki o şehirde dolaşırken neler hissettiğimi hatırlamaya çalışıyorum.
Her şey benden o kadar uzak, ben her şeyden o kadar uzağım ki...
Basra harap olmuş, ben enkaza dönmüş, bitmişim.
Elimde Vanity Fair Dergisi’nin son sayısı var.
Kapağında Robert Pattinson’un olağanüstü bir fotoğrafı.
“Twighlight’ın vampir çocuğu, X ışınları gibi donuk bir nazarla beni delip geçiyor.
Faulkner’ın romanlarından fırlamış bir coğrafyada, bir kulübenin önünde oturmuş.
Üstünde pijama, içinde pejmürde bir beden.
Üzerine bir battaniye atmış.
Elinde sigara.
Artık terk ettiğimiz bir yüz.
Daha doğrusu tarihe karıştığını sandığımız bir suret bize bakıyor.
Takmaz, umursamaz, her şeye s... et der bir havada meydan okuyor.
James Dean’den beri gördüğüm en çarpıcı yüz, en kahredici bakışlar.
Tam bir vampir çocuk.
Kadınlı erkekli hepimizi bir tarafımızdan emiyor.
Kanımızı, ruhumuzu, çaresizliğimizi, bıkmışlığımızı emiyor.
¡ ¡ ¡
Tam sülük efekti.
O emdikçe, kirlenmiş, toksik kanımız temizleniyor.
Rahatlıyoruz.
Anlıyoruz ki, yeni bir efsane doğuyor.
Allah Baba, ruhumuzun günlük, mevsimlik rızkını veriyor.
Yıllardır sıktığımız yumruklar, kenetlediğimiz dişler, çatlattığımız hançereler boşalıyor.
Bu sallamaz, iplemez, takmaz bakış.
Ondan beter oturuş.
Ondan da beter, ondan da kahredici teslim olmuşluk.
Allahım böylesine hoyrat, böylesine elinin tersiyle iten bir duruşa ne kadar ihtiyacımız varmış.
Kim derdi ki, bir vampir çocuk gelecek; bir Mesih gibi gelecek ve bizleri elimizden tutup gökyüzüne uçuracak.
Kim derdi, kim?
Aptal saptal tartışmaların ruhumuzu üçüncü sınıf korku filmlerindeki taş adamlar mağarasına hapsettiği bu cadılar âleminden çekip çıkaracak; azat edecek.
Kapandığı otel odasında durmadan bira içen, içine kapanık, bir ayağı kısa bir barfly delikanlı.
Bir yanıyla, sokaktaki alelade yüz binlerden biri.
Öte yanıyla, tek, biricik, yegâne...
Hünsa bir vampir.
¡ ¡ ¡
Kan içmez, kan içirmez...
Aslına ihanet etmeyi başarmış, becermiş bir kahraman.
Edward Cullen...
Vampir çocuk.
Hepimizin James Dean’den beri hasretle beklediği Mesih.
Paradigmaları kıran vampir.
Kötü’nün de iyi olabileceğini, kapkaranın da pekâlâ beyaz olabileceğini, her karanlığın arkasından rengârenk bir alaimisemanın doğabileceğini, alacakaranlığın sadece kötülerin değil, iyilerin de saklandığı ebedi bir rahim olduğunu anlatan efsanemiz doğdu.
Bu fotoğrafa iyi bakın.
Bu fotoğrafta umut var.
O gözlerden, dinlenmiş telefonlarla susturulmuş sesimizi, çevreyle, ahlakla bastırılmış heyecanlarımızı,
evcilleştirilmiş, sakinleştirilmiş, lobotomize edilmiş aykırılıklarımızı azat edecek bir kurtarıcı bakıyor.
Şahdamarımıza sokacağı dişleriyle, asırların kirlettiği, toksikleştirdiği kanımızı temizleyecek bir vampir bu.
Kötülük denen kapkara kömürden, sevgi, iyilik, özgürlük denen elması yapabilecek bir çocuk bu.
Alacakaranlığı sehere dönüştüren bir simyacı...
Dolunay geçti. Şimdi yeniay doğuyor.
Şimdi hilal; rahatlama, özgürleşme, sıkıntıdan kurtulma, terk etme, bırakıp gitme zamanı...

18 Kasım 2009 Çarşamba

Kimin Eteklerinde Ziller Çalıyor?


Bu ülkenin onca sorunu bir yana itildi; gazetelerimiz manşetleriyle, yazar çizerleriyle CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in Meclis’teki konuşmasını dillerine doladılar.

Yorumlar gırla, manşetler gırla!

Görsel - yazılı medya; Öymen’le yatıyor, Öymen’le kalkıyor!

Alevi örgütleri ayakta. Öymen’in istifa etmesini istiyorlar.

-Oktay Ekşi ile Melih Aşık dışında- ünlü yazarlarımızın hemen hepsi; Onur Öymen’in Dersim’de (Tunceli) yaşanan dramatik olayları onayladığına hükmettiler.

Ekşi ile Aşık’ın yazdığı gazetelerdeki diğer köşe yazarları -galiba- yorumlarını Öymen’in Meclis konuşmasının metnini okumadan yazdılar.

Tutanaklara göre ne diyor Öymen:

“Atatürk’ün ölüm yıldönümünde yapılan iş, aslında maalesef, Türkiye için üzüntü vericidir ve çok hazindir.

Atatürk; Şeyh Sait’le müzakere mi etti? Dersim isyanını yapanlarla müzakere mi etti?

Onların sözcüleriyle, temsilcileriyle masaya mı oturdu? Bunların hiçbirini yapmadı arkadaşlar. Yabancı ülkelerin istihbaratından mı yararlandı? Hayır. Türkiye’nin istihbaratından yararlandı. Ve kısa bir sürede bütün terör örgütlerini dize getirdi…

…Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı… Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Bir tek kişi çıkıp da ‘Analar ağlamasın diye bu mücadeleyi durduralım’ dedi mi? İlk siz istiyorsunuz…”

***

Bu sözleri Dersim’deki isyanın bastırılması sırasındaki onaylanmayacak olaylarla örtüştürmek acaba olanaklı mı?

Konuşmanın temeli ve amacı Atatürk’ün devlet anlayışıyla bugünkü iktidarın izlediği politikaların birbirine ters düştüğünü gösteriyor.

Atatürk’ün isyanları bastırmak için isyan edenlerle masaya oturmadığını savunuyor ve bugünkü iktidarın PKK terörünü etkisizleştirmek için PKK ile görüşmeler yaptığını içeren bir gönderme yapıyor.

Çanakkale’de Kıbrıs’ta olduğu gibi Şeyh Sait, Dersim isyanlarında da elbette anaların ağladığını ama… Atatürk’ün analar ağlıyor diye isyanları bastırmaktan vazgeçmediğini anlatıyor.

Bu konuşma döndü dolaştı; Öymen’in Dersim’deki isyanın bastırılması sırasında -yineleyelim- onaylanması olanaksız olayları onayladığını içeren manşetlere, yorumlara uzandı.

Öymen konuşmasında isyanın bastırılması sırasından yaşanan olayları onaylamadığını ifade eden birkaç cümle söyleseydi; acaba bugün izlenen (hatta CHP’deki Alevi milletvekillerinin partiden istifa etmelerini isteyen) sert tepkileri izleyecek miydik?

Siyasal, partisel sömürü derhal harekete geçti.

RTE bu konuşmanın CHP’nin gerçek kimliğini gösterdiğini söyledi.

***

Genel Başkan Baykal, yorumlara ve örgütsel tepkilere katılmadığını (Fikret Bila’ya) açıklarken, “…Öymen, hükümetin PKK ile mücadele değil, müzakere yaptığını, oysa Atatürk’ün isyan çıkaranlarla müzakere etmediğini örnek olarak verdi …” ve “…Onur’u yanlış anladılar veya yanlış anlamak işlerine geldi…” diyor.

Bu sözlerden yardımcısının istifasını istemeyeceği anlaşılıyor.

Bu görüşü muhafaza ederse… ne telekulak, ne yargıya baskı, ne Silivri… ne işsizlik, ne domuz gribi… hepsi bir yana bırakılacak; eleştiri okları yardımcısının doğruları söylediğini açıkladığı için Deniz Baykal’a yönelecek!

Fırsattan yararlanarak kurulmuş bir parti değil CHP! Cumhuriyeti kuran, Cumhuriyet tarihini inkâr edenlere karşı kurucusu Atatürk’ü, Cumhuriyeti, temel ilkelerini savunan köklü bir parti CHP!

Böylesi yanlış anlamalardan kaynaklanan saldırılara alışık; lakin sormak gerekiyor:
CHP topyekûn suçlanırken acaba kimin eteklerinde ziller çalıyor?

Vatanda Hortlak Var, Hortlak


Vatanda Hortlak Var, Hortlak

“Eğer bir memlekette vatan hainlerinin tabutları bayrağa sarılarak merasimle gömülüyorsa; eğer bir memlekette vatan hainlerine ‘Şehit’ deniliyor, milletini ve memleketini soyan şakiye (eşkıyaya) ve hayduda destanlar yazılıyorsa…

Eğer bir memlekette zalim uşakları melek kılığına bürünüp ‘Hürriyet Tanrısını’ bir beleme gibi kullanıyorsa…

Eğer bir memlekette demokrasinin ırzına geçmiş olanlar utanmadan kardeşlik ve saygı iddiasında bulunuyorsa…

Eğer bir memlekette soysuzlar ve şirretler, abidelerin mermerlerini binek taşı gibi kullanarak namusa ve şerefe saldırmak için şerre (kötülüğe) ve iftiraya binip sokak sokak geziyorsa…

Eğer bir memlekette fazilet taşlanıp, haysiyet karalanırken, fesat pohpohlanıyor ve kin yağlanıyorsa…

Eğer bir memlekette alçaklar bir seviye (düzey) iddiasına haramiler (haram yiyenler) ve korkaklar bir cüret ve cesaret hamlesine kalkışmış bulunuyorsa…

Ve eğer o memleketin adı Türkiye ise, o memlekette bütün bu karanlık sürünün karşısına dikilip, hepsini son kırıntısına kadar tüketecek bütün kuvvetlerin saati çalmış demektir.

Bir bükülmez bilek o bayrağı, sarıldığı tabutun kokmuş tahtaların üzerinden hemen çekip alır ve gönderine diker…

Bir demir yumruk, zalim yardakçılarının enselerine, bir şimşekli kol, fazilet kundakçılarının suratlarına iner…

Hayır, ‘Bu vatan hepimizindir’ sözünden alçaklara hiçbir hisse düşmez.

Bu vatan faziletindir, iffetindir, haysiyetindir…

Ama asla kahpenin, alçağın, zalimin ve şirretin değildir.

Sen ey zulmün ateşine göğüs germiş körpe fidan… Sen ey temiz yürek…

Sen ey ehli vatan, gün görmüş başını kaldır ve iyi bak. Vatanda hortlak var, hortlak!..

Bir alçaklar sürüsünü peşimden sürükleyerek bir iskelet dansının tıkırtılarıyla kulaklarımızı tırmalayan bu uğursuzu, layık olduğu cehenneme yollayalım…

***

Yukarıda yazdıklarımı beğendiniz mi? Güzel yazmış mıyım? Yerli yerine oturmuş mu? Yani cuk diye oturmuş mu?

Ama ne yazık ki bunları yazan ben değilim. O halde kim yazmış? Epey eski bir yazı.

Şimdi bir okuyucumuzdan, emekli PTT Merkez Müdürü Sayın Hüseyin Aydın’dan aldığım şu kısa mektubu birlikte okuyalım:

“Sayın Çölaşan, bundan tam 47 yıl 10 ay önce yazılan bu yazı, günümüze ne güzel uyuyor. Değişen hiçbir şey olmamış.

O tarihlerde Dünya gazetesi bugünün Sözcü gazetesi konumundaydı.

Hiç umutlanmasınlar.

‘Kanla, irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti.’

Aynı yöntemle koruma hakkımız saklıdır.

Ben 80 yaşında genç bir Atatürk tutkunuyum. Ben böyle düşünebildikten sonra, herhalde benim gibi düşünen milyonlar vardır. Selamlar, saygılar, efendim”

Evet, bir kez daha sorayım: Ben yazmadığıma kim yazmış yukarıdaki yazıyı?

Okuyucum Hüseyin Aydın, mektubunda bana o yazının fotokopisini göndermiş. 5 Ocak 1962 tarihli Dünya gazetesi.

Yazan: Gazetecilikte ve yazarlıkta yürekli ustamız, üstadımız, Allah sağlıklı ömürler versin Bedii Faik.

O günlerin koşulları, ustamıza o yazıyı yazdırmış. Ama sorarım size, günümüze uyarlandığında her şey cuk oturuyor mu, oturmuyor mu?

Tek parti sultası, Kürtçülük açılımı… Eş dost zengin etmeler… Telekulak rezaletleri… Yolsuzluklar… Vurgunlar… Din ticareti… Din sömürüsü… İşsizlik ve sefalet… Ve alçaklar sürüsünü peşinden sürükleyen uğursuzlar…

Şimdi bir kez daha düşünün!

Vatanda Hortlak var mı, yok mu?
Daha iyi değerlendirmek için üstadımızın yukarıdaki yazısını lütfen bir kez daha okuyun…

Ziraat Türkiye Kupası'nda Gruplar

23 Aralık tarihinde oynanmaya başlanacak olan Ziraat Türkiye Kupası'nda gruplara kalmaya çalışan tam 71 takım vardı. Seneler sonra grup maçları şifresiz olarak TRT'den yayınlanacak. Ziraat Türkiye Kupası'nda bu sezon dağıtılacak ödül miktarı yüzde 30 artışla 17 milyon 100 bin dolara çıkarılmış durumda. Gruplarda mücadele etme hakkı kazanan 20 takım katılım bedeli olarak 100'er bin doları kasalarına koydular.

Grup maçlarında alınacak her galibiyetin değeri 100 bin dolar, beraberliğin bedeli ise 50 bin dolar olarak belirlendi. Grupları ilk 2 sırada bitererek çeyrek final oynamaya hak kazanacak takımlar ilk maçı 3 Şubat 2010 Çarşamba günü, rövanşı ise 10 Şubat 2010 Çarşamba günü oynayacaklar. Yarı final maçlarının tarihleri ise 24 Mart 2010 ile 14 Nisan 2010 Çarşamba olacak. Ziraat Kupası'nın finali ise 5 Mayıs'ta oynanacak.

- GRUPLAR ve MAÇ TAKVİMLERİ -

A GRUBU
Fenerbahçe, Eskişehirspor, Altay, Antalyaspor ve Tokatspor



B GRUBU
Trabzonspor, Galatasaray, Ankaragücü, Orduspor, Denizli Belediyespor



C GRUBU
Sivasspor, Bursaspor, Denizlispor, Giresunspor, Tarsus İdman Yurdu



D GRUBU
Beşiktaş, Manisaspor, Kasımpaşa, İBB, Konya Şekerspor



- İlk maçlar 23 Aralık 2009 Çarşamba
- İkinci maçlar 10 Ocak 2010 Pazar
- Üçüncü maçlar 13 Ocak 2010 Çarşamba
- Dördüncü maçlar 17 Ocak 2010 Pazar
- Beşinci maçlar 27 Ocak 2010 Çarşamba

17 Kasım 2009 Salı

Örtülü Değil Açık Faşizm!..

Süreç aslında generallerin ve bazı savcıların ses kasetlerinin YouTube’da yayımlanmasıyla başlamıştı da, kamuoyu, yaratılan fobi nedeniyle olayı yeterince anlayamamıştı! Belki de amatör bir hacker’ın sanal âlemde kozmik oyunlar oynadığı bile düşünülmüştü!.. Oysa bugün yaşananlar da çok net gösteriyor ki, devletin derinliklerine sızan cemaat kafası, Cumhuriyet güçlerini ezmek için sistemli bir saldırı yürütmektedir!..

Eski YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, Genelkurmay Başkanlığı Elektronik Sistemler Komutanı Tuğgeneral Münir Erten, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Eğitim ve Öğretim Komutanı Tümamiral Kadir Sağdıç, Dağlıca Tabur Komutanı Onur Dirik ve Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Savcısı Salim Demirci’ye ait ses kayıtlarının YouTube isimli internet sitesinde yayımlanmasını kimse pek önemsemedi!..

Ergenekon iddiasıyla toplum üzerinde yürütülen sindirme operasyonu nedeniyle kritik makamlardaki üst düzey asker-sivil görevliler arasında tedirginliğe neden olan dinleme olayının üzerine yeterince gidilemedi...

AKP iktidarı, konuyu soru önergeleriyle TBMM’ye taşıyan CHP milletvekillerine ise doyurucu bir yanıt veremedi!..

Ergenekon’dan yola çıkarak rejim yanlısı güçler üzerinde siber terör uygulayanlar, Cumhuriyet gazetesi santralını dinlemekten bile çekinmedi. Sanal saldırı en sonunda İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, hatta Yargıtay santralına kadar ulaşınca olayın vahameti anlaşıldı...

Dinleme skandalları, görevden alma tehditleri de gösteriyor ki, Atatürkçü güçler ve TSK’nin ardından, YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ve Cumhurbaşkanı Gül hakkındaki takipsizlik kararını kaldıran Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Başkanı Osman Kaçmaz üzerinden tüm yargıya gözdağı verilmektedir!..

“Islak imza” iddialarıyla orduyu, ses kayıtları ve telekulak üzerinden yargıyı hedef alan saldırılar, kimi çevrelerin tanımladığı gibi “örtülü faşizm”i çoktan aşmıştır!..

Pervasızlık; tek başına iktidar gücüyle devletin dengeleriyle oynayanlar açısından artık örtüye gerek duymuyor!.. Devlet sırrını YouTube’a düşürmekten çekinmeyen mekanizma, AKP zihniyetinden aldığı cesaretle laik Cumhuriyetin ve demokrasinin kilit taşları üzerinde tamtam çalıyor!..

Cumhuriyet, apaçık bir faşizm saldırısı altında inletiliyor!..

KEMAL KILIÇDAROĞLU BU OYUNA NASIL GELDİ

TBMM’de “Kürt Açılımı” konusunda CHP adına söz alan Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in meclis kürsüsünde söylediği bir cümle günlerdir Türkiye’nin gündeminde.
Gelin önce CHP’li Öymen’in ilgili sözlerine bir bakalım.
Çünkü…
Başta yandaş yayın organları olmak üzere CHP’li Öymen’in sözlerini tam olarak vermiyorlar. Cımbızlıyorlar.
Bakınız Onur Öymen TBMM kayıtlarına göre ne diyor:

“Değerli arkadaşlarım ‘Analar ağlamasın’ diyorlar. Maalesef, bu ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz var. Hepsinin anası ağladı. Bir kişi çıkıp da ‘Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vazgeçelim.’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı?
Kimse çıkıp da ‘Analar ağlamasın. Biz şu Yunanlılarla anlaşalım’ dedi mi? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da ‘Analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi durduralım.’ dedi mi? Dünyada diyen var mı? Amerika’da bir saat içinde 3 bin kişiyi öldürdü teröristler. Bir Amerikalı devlet adamı çıkıp da ‘Aman, analar ağlamasın. Şu teröristlerle bir uzlaşalım’ dedi mi? İlk (AKP) siz diyorsunuz. Niçin? Çünkü, terörle mücadele cesaretiniz yok. Sizden önceki bütün hükümetlerin gösterdiği cesareti siz gösteremiyorsunuz.”

Peki ne var bu sözlerde?
Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı?
Çanakkale Savaşı’nda analar ağlamadı mı?
Şeyh Said isyanında analar ağlamadı mı?
Dersim ayaklanmasında analar ağlamadı mı?
“Analar ağlayacak diye mücadele verilmeyecek mi” diyor Onur Öymen.
Sözlerine katılırsınız ya da karşı çıkarsınız.
Peki…
Bu sözler neden tek “Dersim Meselesi” üzerinden konuşulup tartışılıyor?
Niye Şeyh Said meselesinde daha düne kadar eylem yapan "Sivil Toplumcu" Kürtlerden ses çıkmıyor?
Onlara "şimdi siz susun" mu dedi birileri?
Evet...
Yandaş yayın organları kamuoyunun dikkatini neden sadece Dersim ile ilgili sözlere çekmek istiyor?
Burada bir gizli niyet yok mu?
Oyun belli değil mi?
“Kürt Açılımı”na karşı çıkan CHP’yi, heyecanlı "Sivil Toplumcu" Alevilerle etkisiz hale getirme çalışması yok mu?.
Bu suni gündemin başka bir açıklaması olabilir mi?
Sabah Gazetesi, "Dersimli kimsesiz kızların hikayelerini" manşete taşıyarak Dersim konusunu gündeme getirmeye çalışmıştı.
O olmadı. Başaramadılar.
Şimdi oyunun ikinci perdesini izliyoruz.
Evet bu psikolojik savaşın maksadı belli:
Alevileri CHP, Atatürk, TSK karşıtı haline getirmek.
Peki...
Oyun bu kadar ortada iken Kemal Kılıçdaroğlu gibi bazı CHP’lilerin hemen duygusal tepkiler vermesine ne demeliyiz?
CHP Grup Başkanvekili, İstanbul Belediye Başkan adayı Kılıçdaroğlu bu kadar kolay mı duygularına yenilivermektedir?

Kılıçdaroğlu farkında değil mi? Gizli niyet belli değil mi?
Kürtler Şeyh Said İsyanına ağlatılacak.
Aleviler Dersim Ayaklanmasına ağlatılacak..
Ve sonuçta birileri çıkıp Atatürk’ü suçlayıp "bu rejim değişmelidir" deyiverecektir. Yaşasın Ilımlı İslam Devleti!
Öyle ya, okumayan, araştırılmayan, soru sormayan, kavramaya çalışmayan bir toplumu ancak duygularıyla etkileyebilirsiniz?
Peki..
Kılıçdaroğlu bu oyunu nasıl görmez?
Feodalite var olduğu sürece Cumhuriyet devrimlerin yaşayamayacağını iyi bilen Atatürk bugün Kılıçdaroğlu’na ne derdi acaba?
“Sayın Kılıçdaroğlu, ağalara, şeyhlere yaslanarak devrimcilik olmaz.”
Kürt, Türk, Alevi, Sünni olmamız bir gerçeği değiştirmez:
Şeyh Said isyanı da Dersim ayaklanması da gerici bir harekettir.
Kürt'ü Türk'ü, Alevi'yi, Sünni'yi kardeş yapacak duygular değil akıldır.
Dogmatizmin olduğu yerde barış olmaz.

BAŞBAKAN BU VİDEOYU İZLESİN

İnternette dolaşan bir video, bir kadının hükümet ve Cumhurbaşkanı’na seslenişini içeriyor. Domuz gribinden ‘Kürt Açılımı’na, yurt dışı gezilerinden işsizliğe kadar gündemi meşgul eden konular hakkında görüşlerini belirten kadın, Deniz Baykal’ı kıskandıracak sertlikte muhalefet yapıyor. İşte videoda yer alan o kadının söyledikleri:

“Başbakan hanımıyla dış ülkeleri geziyor. Abdullah Gül hanımıyla dış ülkeleri geziyor. İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı hepsi dış ülkelerde geziyor. Onlara gelmiyor da biz evde otururken biz garibanları nerden bulacak bu domuz gribi? Herkes açlıktan ölüyor, kalp yetmezliğinden ölüyor, domuz gribi diyorlar. Açlıktan ölene, bakımsızlıktan ölene domuz gribi diyorlar. Ben ne ile bakayım? 300 milyon maaşla ben ne alayım da ne ile bakayım? Tepelerden PKK’lıları indirdiler. Güzelim askerlerimizi şehit ettiler. Bunu örtpas etmek için attılar ortaya domuz gribini. Eğer domuz gribi varsa, meclise girsin. O meclisteki bütün mikropları öldürsün. Onlar milyarlarca para alıyolar da 300 milyonluk bize mi gelecek bu grip. Tayyip Erdoğan’la karısı, Abdullah Gül’le karısı, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı, zenginlerin bebeleri hepsi aşı olsun benim gözümün önünde. Bence domuz gribini onlar getiriyor. Kim gidiyor dış ülkelere? Neden bu ilaçlarla ülkemizde olmuyor da ABD’den geliyor? Milleti mahvedecek, milleti felç edecek. Ondan sonra ne olacak? Domuz gribi. Domuz gribinden değil sayın Başbakanım. Biz açlıktan hastayız. Ne bebelerimize iş var, ne emeklilerimize zam var. nokta nokta zam ile eğer idare ediliyorsa, buyur bu aylık senin olsun. Pazara bile gidemiyoruz. Bahçemiz var ufacık. Yazın yaşını, kışın kurusunu yiyip yaşıyoruz. Bizim babalık günahımızı öbür dünyada nasıl çekeceksin? Oturuyosun haktan hukuktan konuşuyorsun. Garip öksüzlerin, yetimlerin hakkını sen nasıl ödeyeeksin? Öksüzler, yetimler 300 milyon maaş alırken, milletvekilleri 15 milyar maaş alıyor. Elini vicdanına koy. Eğer o yattığın yastıkta rahatça uyuyabiliyosan, vicdanın rahatsa, ben de burada rahatım. Dağlardaki PKK’lileri bile ne güzel karşıladın Başbakanım. Bizim şehit annelerimizi o polislere dövdürüyorsun. Polisler kendileri gelip dövmüyor ki. O da senin emrine uyuyor. Onlar şehit anneleri. Onlar yüreği yaralı anneler. Onlara yazık değil mi. Onlara vurdun vurdun, öbürlerini de göstere göstere davul zurnayla karşılattın. Sana yazıklar olsun Başbakanım. Sana hiç yakıştıramadım. Sana verdiğim oylara köpek gibi pişmanım. Abdullah Gül başa geldiğinde yetim babası, öksüz babası diyorduk. Ona da yazıklar olsun. Hanımlarınızı yanınıza alıyorsunuz. Tin tin nerde gezilecek, nerde yenilecek iyi biliyorsunuz. Size bulaşmıyor da biz açlara nerden bulaşacak bu domuz gribi. Biz ne yiyoruz da domuz gribine yakalanıyoruz.”

11 Kasım 2009 Çarşamba

FEHMİ KORU ATATÜRK İÇİN HANGİ SIFATI KULLANIYOR

Fehmi Koru bugün Yeni Şafak Gazetesi’nde yazdığı yazıda 10 Kasım’da Meclis’in çalışması gerektiğini savundu. Ancak Koru’nun 10 Kasım anlatımında küçük bir ayrıntı vardı. Bu ayrıntıyla; Koru’nun Mustafa Kemal Atatürk’ü nasıl tarif ettiği anlaşıldı. Koru Atatürk için şu sıfatı kullandı: “Türkiye tarihinin en önemli simalarından Mustafa Kemal Atatürk”.
Koru için Atatürk, Türkiye tarihinin en önemli simalarından biri!

İşte Fehmi Koru’nun yazısının o bölümü:

“10 Kasım tarihinin Meclis'in normal çalışmasını engelleyecek bir yönü yok aslında. Türkiye tarihinin en önemli simalarından Mustafa Kemal Atatürk'ün ölüm yıldönümünde mutat törenler bu yıl da yapıldı. Meclis de ilk başkanının hatırası anılarak açıldı her yıl olduğu gibi. 'Yas' olmaktan çıkarıldığı dönemden bugüne, Meclis, her 10 Kasım'da gündeminde ne varsa onu konuşur; bu yıl da 'demokratik açılımı' konuşmasında yadırganacak bir nokta yok…

Saat 9’u 5 dakika 3 saniye geçe!



Matem günü değildir...
Doğru.
*
Yeniden doğduğu gündür...
Her sene yeniden.
*
Malum şahıs, ABD ziyaretinde Obama’yla sohbet ederken, laf dönmüş dolaşmış, genetiği değiştirilmiş organizma teknolojisine gelmiş; Obama gururla, “Bu konuda öyle ilerledik ki, neredeyse ölüyü bile diriltebilecek hale geldik” demiş... Bizimki altta kalır mı, “Bizim çalışmalarımız da müspet neticeler vermeye başladı” demiş, “Biz de DNA’larında oynayarak, 100 metreyi 3 saniyede koşan sporcular yetiştirebiliyoruz artık!”
*
Gel zaman git zaman, Obama iadeyi ziyarete gelmiş, “100 metreyi 3 saniyede koşanları” görmek istemiş... Bizimkini ter basmış tabii, “N’apacağız, rezil olduk” demeye başlamış... Ki, o sırada cingöz bir danışman devreye girmiş, “Sıkmayın canınızı efendim” demiş, “Hazır bugün
10 Kasım... Obama’yı Anıtkabir’e götürelim, Atatürk’ü diriltmesini isteyelim...                           Diriltemezse dünyaya rezil
olur, diriltirse, siz zaten 100 metreyi 3 saniyede koşarsınız!”  
*
Atatürk’ü 29 Ekim’de pastadan çıkarmıştı bu arkadaşlar... İster misin bugün de mozoleden çıksın!

10 Kasım 2009 Salı

Stade de Gerland'da Dübeş





Bu kadar da abartılmaz ki ayıp. Kanal A maçı bir daha verir herhalde.

8 Kasım 2009 Pazar

İşte Atatürk’ün Kürt politikası açılımı

Bilindiği gibi 10 Kasım Atatürk’ün ölüm yıldönümü.


Gündemdeki konu demokratik açılım. 10 Kasım’da TBMM’de, açılım gündeme alınsın mı, alınmasın mı tartışması yapılıyor. Doğal olarak konu ile ilgili açıklamalar yapılıyor. Bu durumu göz önünde bulundurarak TBMM’ye öneride bulunmak istiyorum. Gerekirse bu öneri ve çalışmalarımı TBMM’ye de takdim ederim.

Önerim; “TBMM’den, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu’da izlemiş olduğu politikayı ve Atatürk’ün yaptığı Kürt sorunu açılımının kamuoyuna sunulması konusunda gündem oluşturularak açılım tartışmaları yapılmalı ve halk bu konuda bilgilendirilmelidir.”

“Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Politikası” ve Atatürk’ün Kürt sorunu açılımı ilgili geniş kaynaklı kitap çalışmamda yaptığım tespitler özetle şöyle:

Birlik mesajları: Mustafa Kemal 24.6.1919 tarihindeki Söylev’inde Kürtleri kardeş olarak niteleyerek şu ifadede bulunur:

”Kürtler kayıtsız, koşulsuz devletten ve Türk kardeşlerinden ayrılmayacaklarını ve bu uğurda son nefeslerine kadar mücadeleye ve yaşamlarını feda etmeye hazır olduklarını söylemişlerdir...”

KARDEŞ KÜRTLER

Atatürk, halka şefkat eli uzatmış ve bölge halkı ile bütünleşmiş, ayrımcılık yapmamış, her fırsatta birlik ve dayanışma temasını şu sözleri ile vurgulamıştır:

”Van’dan, Diyarbakır’dan, Trakya’ya, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar yurdumuzun her köşesindeki memleket evlatları aynı cevherin damarlarıdır.”

? Atatürk’ün bölgedeki kalkınma hamlesi ve bölge ile ilgili görüşleri:

Harap ve bitap düşen memleketi bayındır hale getirmek için ‘Doğu Açılımı’ yapan Atatürk, halkın şu iki isteğine önem vermiştir: Okul ve yol... Doğu ve Güneydoğu’nun sosyal ve ekonomik şartlarını iyi bilen ve halkı iyi tanıyan Atatürk, ömrünün son anlarına kadar bölge için çaba göstermiştir. Bölgenin yoksulluğu karşısında duygulanan Atatürk, Hasan Rıza Soyak’a şunları söyler:

‘BUNALIYORUM ÇOCUK’

“Bunalıyorum çocuk, büyük ıstıraplar içinde bunalıyorum. Gittiğimiz her yerde dert ve şikâyet dinliyoruz. Her taraf maddi ve manevi derin yokluklar içinde.” Ve kalkınma hamlesi bu dönemde daha da hızlandırılır. Atatürk döneminde 6124 işyeri açılır. Atatürk 1935 tarihinde GAP’ın temelinin atılması talimatını Celal Bayar’a verir.

Atatürk, Doğu ve Güneydoğu’ya yaptığı gezi ve incelemelerindeki gözlemlerini Sabiha Gökçen’e şöyle ifade eder:

“İnsan ömrü yapılacak işlerin azameti karşısında çok cüce kalıyor. Geçtiğimiz yerlerde fabrikalar görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, elektrikle donanmış köyler; küçük fakat tertemiz, sağlıklı, insanların yaşayabileceği evler, büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum. Gürbüz çocukların yüzleri sararmamalı, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum... Batıda ne medeniyet varsa doğuda da aynı medeniyet olmalıdır... Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun demek benim kitabımda yok. Geleceği, geleceğin Türkiye’sini düşünmek görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir harbin üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz. Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek lazım.”

? 10 Kasım’ın anısına, Atatürk’ün 7 Kasım 1937 Tunceli ziyareti:

İlk Meclis zabıtlarında Doğu ve Güneydoğu sorunu gündemlere gelir ve sıkça konuşulur. Örneğin Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, Dersim’in, bugünkü adıyla Tunceli ve çevresindeki durumu Meclis gündemine taşır ve hükümetin aldığı tedbirler tartışmaya açılır, görüş ve önerilere yer verilir. Bu dönemde Dersim ve civarının asayişi ve diğer konular ele alınır.

10 Kasım kutlama hazırlıklarının yapıldığı bu günlerde; Cumhurbaşkanı Atatürk, hasta hali ile 7 Kasım 1937 tarihinde (ölümünden bir yıl önce) Tunceli’ye gider. O dönemde yayınlanan Ulus gazetesi haberi manşetten şöyle verir.

“Tunceli halkı büyük şefi, emsalsiz tezahüratla karşıladı.”

TUNCELİ ZİYARETİ

Atatürk’ün 7 Kasım 1937 tarihinde son açtığı bayındırlık eseri Tunceli’de bulunan Singeç Köprüsü’dür. Singeç adının geçmişteki hikâyesi şöyledir: Asırlarca Munzur suyundan geçenler sinerek geçtikleri için bu isim verilmiştir. Böylesine kaygıların kalmamış olmasına rağmen, huzur ve güvenliğin nasıl nimet olduğunu anlatmak için ismin yerinde kalmasını Atatürk istemiştir. Singeç Köprüsü; Elazığ-Tunceli yolunda, 36 metre açıklığında betonarme kemer şeklindedir. Tunceli bölgesinin ilk önemli eseridir. Köprü o zamanın parası ile 29.419 liraya mal edilmiştir.

Yer darlığından yapılan okul ve öğrenci sayısını yazmıyorum. Özetle Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu politikasını; “eğitim- adaletli paylaşım ve kalıcı yatırım, halkla bütünleşmek” şeklinde ifade etmek mümkündür.

7 Kasım 2009 Cumartesi

KÜRT SORUNUNDA NELERİ TARTIŞAMIYORUZ

Kürt sorunu ne zaman başladı? Kürtler, Osmanlı’ya karşı ilk ne zaman ve hangi sebeplerle isyan etmişlerdi? Kürtler 19. yüzyıldaki kaotik manzarada nasıl görünüyorlardı?
Kürtlerin sosyal yapısı, milli bir direnişi, başka bir ifadeyle milli bir isyanı teşvik edebilecek bir yapıda mıydı? Tarihte yaşanmış Kürt isyanları, Kürt milli kimliğinin yada bağımsızlığının tanımlanmasına mı yöneliktir? Bu isyanların hangileri bağımsızlık savaşı olarak adlandırılır?
Bu sorularla, yakın dönem Kürt tarihini anımsayarak, ‘Kürt sorununu’ ana hatlarıyla, doğruya daha yakın tanımlayabileceğiz. Uzunca bir zamandır, tartışmaya yeltendiğimiz bu konunun bazı sayfalarını/evrelerini unutma eğilimindeyiz. Kürt tarihi ve sorununda neleri tartışamıyoruz? I. Dünya Savaşından önce çıkan Kürt isyanları, hem savaş sonrası hem de Cumhuriyet dönemi Kürt hareketlerini bizlere daha gerçekçi anlatan vakalardır. Bu hafta bu isyanları hatırlayarak, Kürt sorununun tasvirindeki ilk basamağı atlamış olacağız.
Ermeni ve Süryani sorunları, Kürt sorunun parçalarıdır:
Bilindiği gibi, 19. yüzyılda kuzey Mezopotamya ve Güney Doğu Anadolu’da kaos hüküm sürüyordu. Bu yüzyıla kadar Kürtler, Güney Doğu Anadolu’daki Hristiyanların ve Alevilerin yoğunluklu yaşadıkları şehirlerde yerleştiler, nüfusça üstünlüğü dahi kazandılar. Ayrıca ağa denilen Kürt reisler, yerel siyasi gücü yönetiyorlardı. Doğu Anadolu’daki yerli Hristiyanların çoğunluğu özgür aşiret üyeleri değillerdi. Kürt ağalarına ve bazı örneklerde feodal Nasturi meliklere  bağlı çalışan Hristiyanlar, el sanatları, besicilik ve tarımla uğraşıyorlardı. Yerel siyasi iktidarların, sünni kimliklerinden dolayı Kürtlerde olması, Ermeni ve Süryani sorunlarını, karmaşık Kürt sorununun parçası haline getirmişti.
19. yüzyılın kanlı etnik ve dini çatışmaları, temelde sünni Kürtler ile, Doğu Kiliseleri üyeleri arasındaydı.
Nakşibendi Şeyhleri, Kürt toplumunu birleştirici kuvvet mi oldu?
19. yüzyılın ortalarına kadar, Kürt nüfusu iktidarları, babadan oğula gecen emirlerin ‘Mirlerin’ yönettiği büyük topraklara bağlı aşiret konfederasyonlarına bölünmüştü.
Erken 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim, Kuzey Batı İran ve Hakkari çevresini fethettikken sonra, İran’a karşı kurulan cepheyi güçlendirmek ayrıca Fırat ve Dicle kolları boyunca yaşayan gayri müslimleri ve Alevileri kontrol etmek/o bölgeye sünni kimlik kazandırmak için hızla-yoğunluklu bir Kürt nüfusunu, neredeyse bölgenin tamamına konuşlandırmıştı. 
Ardından, bu bölgede resmi Emirlikler kurulmuştu. Emirlik, Osmanlı yönetimden bağımsız bir yapıya sahipti. Kendi topraklarında yaşayan halkların birliğinden de sorumlu tutulan Emir, rakip aşiret ve klanların reisleri arasında hakem rolünü de oynardı. Merkezi yönetimin gücüne bağlı olarak ya emirler sultana ödeme yapar, ya da sultan emirlere yıllık ödemeler yapardı.
Zamanla Osmanlı yönetimi, büyük kentleri yönetecek ve kontrol edecek bir adliye sistemi kurdu. Ağır vergi toplamaya başlamış olan Osmanlı, böylelikle emirlerin bağımsızlığını azaltmıştı. Emirlerin güçsüzleşmesinden sonra, Kürt toplumu dağıldı. Kürt toplumunu birleştirici kuvvet olarak, Nakşibendi tarikatının şeyhlerinin gerçek ağırlığını, bu tarihten sonra gözlemleyebiliyoruz.
Kürtlerin bir çok isyanının arkasında, çok güçlü çıkar ilişkilerinin belirlediği bir talep vardır.
Kürtler, tebaa olarak Osmanlı tarihi boyunca ezilmekten çok, hoşgörüyle karşılanmışlardır. Zamanla Kürtlerin Askeri güçlerini bir avantaj gibi gören Osmanlı, bu halkla ilişkilerini, ödül-ceza hukukuyla kurmuştur. Kürtler çoğu zaman cömertçe ödüllendirilmiştir. Bu ödüllerden olsa gerek, Hakkari veya çevresinde herhangi bir aşiretin düğününde takılan yüzlerce kilo altının sahibi, tek halkımız, Türkler değil, altından anlayan Ermeniler veya Yahudiler de değil, Kürtlerdir. Bu halk, Anadolu’da kısa bir sürede olsa hem bağımsızlık hem de özerklik kazanabilen tek Osmanlı tebaasıdır. Rus birliklerle Osmanlı’ya karşı savaşmışlar, İngilizlerle aynı harita için anlaşmışlar, son 30 yıldır ülkeyi bölmekle tehdit edebilen bir halktır. Ancak diğer halklar gibi cezalandırılmamışlardır.
Mısır’in Özerkliği ve Kürtler:
Erken 19. yüzyılda, Osmanlı yönetimi, Akdeniz’e kıyı olan coğrafyalarında zayıflamıştı. Mısır’ın asi yöneticisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı’ya karşı açtığı bağımsızlık savaşını, bazı yerel Kürt aşiretlerinin desteğiyle kazanmıştı. Kavalalı ve yönettiği yerel güçler, Suriye’yi işgal edince, Osmanlı bu bölgede ciddi bir yönetim zafiyeti yaşamıştı. Bu zafiyeti, Osmanlı’nın bölgedeki iktidarını kaybedişi olarak da niteleyebiliriz. Mısır’ın özerkliği isyanına en büyük destekçiler, Diyarbakır-Halep arasında yasayan Kürt-Arap Milli aşiretler konfederasyonuydu. Milli olarak anılan bu aşiretler, önderleri İbrahim Paşa komutasında, Kürdistan’ın batı kanadındaki en güçlü aşiret olarak sahneye çıktılar. Bu Milli aşiretinin en büyük rakibi; Cizre’nin güneyindeki bozkırda yasayan Sammar Arapları idi. Milli aşireti ve Sammarlar bölgenin hakimiyeti hususunda sürekli çatışıyorlardı. Sammarları geri püskürten Kürt Milli aşireti, bölgeye tamamen hakim oldu. İbrahim Sultan’a tam bir sadakat gösterdiler ve cömertçe ödüllendirildiler.
Kısa ömürlü Mısır işgali sona erdiğinde, Kürtler Osmanlı’nın güçsüzlüğünün farkına vardılar. Kürt ağaları, reisleri kendi mülk ve yönetimlerini genişleterek, bölgenin büyük bir kısmında hakim oldular. Bundan sonra, Mısır’daki özerkliğe benzer bir özerkliğe kavuşmak için çabaladılar.
Kürtlerin ilk Bağımsızlık Umutları:
Kürt aşiret reislerinden hırslı olanlar, kendi bağımsız devletlerini kurmayı umuyorlardı. Osmanlı yönetimi yerel aşiretlere boyun eğdirmeye öncelik vermekle birlikte, onlarla başa çıkabilecek güçte değildi.
Aziz Hanedanlığı’nın üyesi, Botan emiri Bedir-Han, 1840’lı yıllarda bağımsızlığını ilan etmiş, Cizre kentini başkent yapmıştı. Van, Hakkari, Miks, Kars ve Ardelan(Ardahan) reislerini birleştirerek, 1845’te yenilinceye kadar bir yönetim kurdu. Düzenli orduyu kuran Bedir-Han kendi adına sikke de bastırmıştı.
On dört Kürt ve Hristiyan aşireti yöneten Hakkari Kürt emirliğinin yöneticileri ve hanedanları arasında emirlik-iktidar kavgası çıktı. Asrilerin ana gövdesi, bu kavgada yenilen tarafı destekleyince, yıllarca süren kanlı çatışmalar başlamış oldu. Aslında Kürtlerin kendi iç çatışmaları gibi görünen bu kavgalar, Hristiyan ailelerin varlığını tehdit eden olayların başlangıcı sayıldı. Bu iktidar kavgaları, Kürt tarihine bağımsızlık çatışmaları olarak yazılmıştır.
Times of London, 6 Eylül 1843’te, ‘Nesturi Hiristiyanların katliami’ olarak dünya kamuoyuna bu olayları duyurmuştur. Haberde;
"Nur-Allah ve Bedir-Han, Asur topraklarını istila ettiğinde, büyük bir kürt isyanı patlak verdi. Aynı yılın Temmuz ayında, Bedir-Han Cizre kasabası içinde, kasaba yakınlarında ve Hakkari dağlarının batı kollarında Barwar sancağında yasayan Nasturilere saldırdı.  (Katliamlar yıllarca sürmüştü). Öldürülen Hristiyanların sayısının on bine ulaştığı tahmin ediliyor…"
Benzer bir saldırı, 1846’da da gerçekleşti. Bedir-Han’ın Nasturi Hristiyanlara baskı yapması zaman zaman onları öldürmesi, dünya basınında haber yapıldı. Uluslararası kamuoyu ve Avrupalı siyasetçiler, bu durumun ortadan kaldırılması için Osmanlı’yı uyardılar, Babiali’ye baskılar yaptılar. Bu çatışmalar ve uluslararası dikkatin bölgede yoğunlaşması, Osmanlı yönetimini kesin ve sert dönüşümlere zorladı. Bölgedeki gücünü yeniden tesis etmeye başlayan Osmanlı, Kürt emirliklerinin özerkliğini derhal kaldırdı.
Avrupa kamuoyu ve siyasetçileri bu durumu; "Osmanlı Hristiyanları’nın Kurbanlaştırılması", "Kürtlerin Saldırganlığı" gibi ifadelerle anıyorlardı. Kürtlerin bölgedeki Hristiyanlara yaptıkları zulümlere Osmanlı’nın göz yumduğunu, bu vahşi duruma asla müdahale etmediğini düşünüyorlardı.
Kürt bağımsızlık hareketinin doğal liderleri:
1877-78 Rus-Türk savaşının ertesinde, Bedir-Han’ın bazı oğullarının liderliğinde Hakkari ve Botan Kürtleri küçük bir isyan başlattılar.
Bu olayın ertesinde Şeyh Ubaydallah, Türkiye ve İran Kürtleri’ni birleştirmek ve bağımsız bir Kürdistan kurmak için kendi kuvvetleriyle birlikte, 1880’de Kuzey Batı İran’ı istila etti. Urmiye gölünün batısındaki kırsal bölgeyi ele geçirdiler. İran’ın büyük şehirlerinden Tebriz’i bile tehdit etmeye başlamışlardı. Urmiye gölünün batı kıyılarında yerli Hristiyan halklar yaşamaktaydı. Şeyh Ubaydallah’ın İran seferi, bu sebeple dini motiflerle süslenip, sünni Kürtler’e propaganda için anlatıldı. Kürtler, Batı İran’a topraklarını genişletmek için saldırmışlardı ve bunda başarılı oldular. Urmiye ve çevresinin istilasından sonra, Kürt nüfus, bütün Urmiye gölü çevresine yerleşti. Gölün bazı yakalarında Azeri Türkler de yaşıyordu. (Astara gibi büyük şehirlerde)
I. Dünya Savaşı sırasında, Bedir-Han’ın torunları (En önemlisi ve popüler olanı, Rus yanlısı Abdülrezzak’tı) ve Şeyh Ubaydallah (oğulları Abdülkadir ve Muhammed Sadık ve torunu Taha) bu hareketlerin anılarını, Kürt bağımsızlık hareketinin doğal liderleri olduklarını iddia etmek için kullanacaklardı. Osmanlı-İran Kürtleri’nin birliğinden bahseden ve bu konuyu dünya siyasetine taşıyan ilk insan olarak Şeyh Ubaydallah, Kürt tarihine geçmiş oldu.
Lena Umay

Açmaz..




Hava açtı, güneş yüzünü gösterdi...
Kasım ayında mayıs güneşi insanın içini ısıtıyor.
İnsan ilk sevgi mutluluğunun içinde sanar kendini güzel havalarda.Yüreğinden bir uçarılık, bir coşku ırmağı akar.
Bugün ben de öyleyim!
Gökyüzünün sağanağı altında eve gitmek, gece yağmurun camlarına vuruşunu dinleyip uykuya yatmak.
Sabah olduğunda güneşle uyanmak!
Kahvaltını yapıp, gelen gazeteleri okuyup, ilk haberleri dinlemek...
Ürkek bir yazgının yemişlerini toplamak gibidir yaşam böyle havalarda...
Biraz umut, biraz sevinç!
Kendi tutkularınla oyalanmak...
Oysa önümüz kış ve güneşi özleyeceğiz hep!
Sarı bir duman yükselecek düşlerinizde, Anadolu bozkırını özleyip kıyı kasabalarında soluk alacaksınız.
O sarı duman, toprak damlı evler, kar...
Koca bir kent üstünüze üstünüze gelirken, mayıs düşleri kuracaksınız...
İyiye ve güzele koşarken umutlarınızı çoğaltacaksınız...
Siz bunları düşünürken, bir haber gelecek aklınıza:
Eğitimde imam açılımı!”
İzmirde, bir devlet lisesinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine öğretmenler yerine camilerde görevli imamların girdiğini öğrenince içinizdeki umut bir anda yok olacak.
Ve kendi kendinize soracaksınız:
Türkiye nereye gidiyor?
Laik Demokratik Cumhuriyetin okullarında görevli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin müdür yardımcısı görevine getirildiği için derslere cami imamlarının girdiğini okuyunca, içinizde bir sızı duyacaksınız!
Bir okula beş imamın düştüğü bir ülkede, çağın neresinde olduğunuzu düşüneceksiniz ama.. gerçeklerle yüzleşmek istemeyeceksiniz.
Açılım zaten başlamış... İmamlar öğretmen olmuş.
Yurdum insanının çoğunluğu hiç önemsemeyecek anlattıklarımı.
Diyecek ki:
Ne var bunda.. imamlar dinimizi ve kültürümüzü iyi bilirler.
***
Zamanların tümü ölümsüz müdür?
Bu soruyu sık sık sorarım yeri geldiğinde.
Geçmiş zaman masallarını anımsar, yitip giden umutların içinde oyalanırım.
Mavilere kuşanmış göğün altında yürüyüp, bir kafede otururken, benim de sorular gelir aklıma:
Bir yanda aşı yaptırın, diyen bilim insanı.. Ülkenin sağlık politikasını yürüten bakan.. İthal edilen aşılar... Öte yanda ben aşı yaptırmayacağım, diyen başbakan... Peki bu durum karşısında yurttaş aşı yaptırsın mı, yaptırmasın mı?”
Sağlık Bakanı Akdağ, aşı yaptırırken ne demişti gazetecilere:
Aşı olmayın diyenleri savcılığa ihbar edeceğim!
Şimdi ne olacak?
Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül aşı olmuyor...
Gül ve Erdoğanı da savcılara ihbar edecek mi?
Bilmem bu konuda ne düşünüyordur çizerimiz Musa Kart?
ABD Başkanı Obama ve Almanya Başbakanı Merkel Aşı yaptırındiye halklarını uyarmış.
Aşı konusunda kafalar iyice karıştı.
Herkes birbirine soruyor:
Aşı yaptıracak mısın çocuğuna?
Çocuklara aşı ay sonunda yapılacakmış.
Anne ve babalar kararsız.
Okmeydanı ve Şişli Etfal Hastanesinin Acil Servisini gördüm.
Halkımız panik içinde.
Burnu akan, başı ağrıyan, midesi bulanan hastanelere koşmuş...
Doktorlar çaresiz, çırpınıyorlar.
Bir doktor günde 200 hastayı muayene ediyormuş.
Hiçbir Avrupa ülkesinde panik yok, ama Türkiyede var...
Halkta bir korku:
Acaba ölür müyüm?
Bugüne dek kaç kişi öldü?
Galiba 21 kişi...
***
Hava açtı, güneş yüzünü gösterdi...
Domuz gribi.. Genetiği değiştirilmiş organizma...
Başka ne var Türkiyenin gündeminde?
Kürt açılımı!
Eh.. imam açılımında olduğu gibi Kürt açılımının da altından kalkarız inşallah!..
Önce domuz gribi ve genetiği değiştirilmiş organizma açmazından bir kurtulalım, gerisi kolay

Katil Türkiye’de




Sudan’da şeriat rejimini yerleştiren bir katil. Şimdi devlet başkanı. Adı, Ömer El Beşir. Bu açıdan bizimkilerle çok yakın. Aynı yolun yolcuları. Bu katil, ülkesinde bugüne kadar en az 200 bin vatandaşını öldürdü. 2,5 milyon insanı, yerinden yurdundan edip açlığa ve sefalete mahkûm etti. Katil bu konuda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılandı ve hakkında tutuklama kararı çıkarıldı.
Suçu: İnsanlığa karşı suç işlemek.
Acımasız katil bu konuda kendini savundu: “İnsanlar öldürüldü; oldu ama sayı daha da az!”
Bu şeriatçı katille bizimkilerin arasından su sızmıyor. Adam sık sık Türkiye’ye geliyor. Şimdi tutuklama kararı sonrasında ilk kez Sudan’dan yurtdışına çıkıp İstanbul’da düzenlenen İslam Konferansı’na gelecek. Peki, tutuklanacak mı? Bizim Dışişleri Bakanlığı güvenceyi verdi bile:
“Sayın El Beşir İstanbul’a geldiği takdirde tutuklanmayacaktır.”
Peki, nasıl oluyor da bu insanlık düşmanı yobaz Türkiye’de böylesine kabul görüyor. Yanıtını hemen vereyim:
Çünkü Sudan kapısını yavaş yavaş Türk yatırımcılara açıyor. Sudan’dan Türkiye’ye para gelmesi bekleniyor. Paranın Allah’ı, kitabı, dini imanı, insanlığı yok.  Bizi yönetenler böyle düşünüyor. Gelsin de ister katilden, ister yobazdan, isterse dinsizden gelsin.
Bay Abdullah Gül Dersim’de
Bu ülkede Çankaya’da oturan şahıs, bundan bir süre önde Bitlis’in Güroymak ilçesine gitmişti. Orada bu ismi değil ilçenin geçmişte Kürtçe ismi olan Norşin’i kullandı. Kürtçülere, yerleşim yerleri isimlerinin yeniden Kürtçe olmasını isteyenlere şirin görünme çabasındaydı.
Önceki gün, Kürtçülerin ısrarla Dersim dediği Tunceli gezisindeydi.
Orada DYP’li belediye binasına asılan kocaman pankartla karşılandı.”Dersim’e hoş geldiniz.”
Öteki pankartlarda da, (Dersim) yazıyordu. Çankaya’da oturan şahıs, bunlara hiçbir tepki göstermediği gibi, Akşam gazetesinin haberine göre, kendisine hitap edenler şöyle demişti:
“Buraya Dersim deyin.”
Beyefendi bunun üzerine sormuş:
“Acaba bu konuda oylama yapsak halk ne der?”
Yanıt en başta Bay Vali olmak üzere ahaliden gelmiş:
“Yüzde yüzü Dersim der.”
Çankaya’nın AKP’lisi bunun üzerine şöyle demiş:
“Madem halk böyle denmesini istiyor, biz de buna bakacağız.”
Nasıl bakacaksınız Beyefendi? Zat-ı Âliniz kimsiniz, sıfatınız nedir? Kimlere şirin görünme çabasındasınız? Yani halk istedi diye bugün Tunceli’yi Dersim yarın Diyarbakır’ı Amed mi yapacaksınız? Sonra yavaş yavaş PKK’nın isimlendirdiği sözde eyalet sistemine mi geçeceğiz?
Doğu ve Güneydoğu’da Botan, GAP, Serhat, Garzan, Zagros, Ruha, Amed, Dersim eyaletlerini mi kuracaksınız?


Aman Allah; ülkemizde neler oluyor! Demek ki meydan bu kadar boş.