26 Mayıs 2009 Salı

KERAMET KRAMPONDA MI? İÇİNDEKİNDE Mİ?

Adidas CD F50i Yukarıdaki kramponun modeli.Krampon dehşet .Ben de giysem Messi gibi olur muyum? Son soru.Ayağında bu ayakkabı olanların topuğu kırılır mı?

25 YIL SONUNDA MALDİNİ!


Adam resmen taraftara yazıklar olsun size der gibi bakıyor. Benide 25 yıl sonra jubile yaparken yuhalasalar ben daha fazlasını yapardım.Üzüldüm, Maldini adına!

23 Mayıs 2009 Cumartesi

O BİR EFSANE! ES ES!

Efsaneler Ölmez: Eskişehirspor



Eskişehirspor 16 Eylül 1970 tarihinde Sevilla karşısına çıkıyor: Mümin, İlhan, Abdurrahman, İsmail, Süreyya, Doğan, Burhan, Fetih, Vahap, Ender. Bu maçın hikayesini bilmeyen yoktur sanırım ama yine de, kısa da olsa yazmakta fayda var.

1970-71 sezonunda, Avrupa Fuar Şehirleri Kupası'nda karşılaşır, Sevilla ile Eskişehirspor. İlk maç İspanya'da oynanır, Sevilla maçı tek golle alır. Turun favorisi olan Sevilla, Eskişehir'e rahat bir şekilde gelir, skoru da uzun bir süre 0-0 götürmeyi başarır. Derken, dakikalar 77'yi gösterdiğinde Sevilla 1-0 öne geçer. Geriye yalnızca 13 dakika ve Eskişehir'e tur için gereken 3 gol kalmıştır. Herkes umutsuz, şaşkın bakışlarla maçı takip ederken Eskişehir'in beraberliği yakalaması uzun sürmez. Sevilla'nın golünden sadece 1 dakika sonra, yani 78.dakikada Fethi skoru 1-1'e getiren golü kaydeder. Bu golden 4 dakika sonra Eskişehir, Fethi ile 1 gol daha bulur. Eskişehir'e artık 1 gol yetecektir, geride de 8 dakika gibi azımsanmayacak bir süre vardır. "Acaba olur mu?" diye iç geçiren Eskişehir taraftarlarını sevince boğan gol, son dakikada yine Fethi'ten gelir ve 16 Eylül 1970 günü Türk futbol tarihine altın harflerle yazılır. Çok eski olmasından mı, yoksa bu mucizeyi başaran takımın adının Eskişehir olmasından mı bilinmez, bu tarihi başarı pek çokları tarafından bilinmez, hatırlanmaz. Yeteri kadar da değer verilmez. Neyse ki unutmayanlar da var. Geçen yıl CNN Türk'teki "Oradaydım" belgeseline konu oldu bu başarı öyküsü. Rastgele denk gelmiştim belgesele, bu efsaneyi bir de o maçta Eskişehir'i zafere taşıyan golleri atan Fethi Heper'den dinlemek müthiş keyifti...
Eskişehirspor deyince, Amigo Orhan'a değinmeden geçmek olmaz. Türkiye'nin ilk amigosudur; 70'li yıllardaki Eskişehir efsanesinin en önemli parçalarından biridir. Çok anıları, hikayeleri vardır; Eskişehirliler için hala da çok özeldir, baştacıdır. Ufak bir araştırma sonucu 2004 yılında kendisiyle yapılmış bir röportajı buldum. En son 1984 yılında Eskişehir, 2.ligden 1.lige yükseldiğinde amigoluk yapmış, o tarihten itibaren maça gitmemiş. Yaşının ilerlemesi, tribünde holiganların ve şiddetin artması, Eskişehir'in hedef küçültmesiymiş maçlara gitmeme sebepleri. 70 yaşında, doğal tabii artık maçlara gitmemesi, gidememesi. En son Four Four Two'nun geçen sayısında kendisiyle ilgili bilgi sahibi olmuştum. Four Four Two, lige yeni çıkan Eskişehir'in sezon açılışını izlemeye gitmiş, Amigo Orhan'a uğramayı da ihmal etmemiş. Dikkatimi çeken şey; 2004 yılında kendisiyle yapılan röportajda da, 2008 yılında Four Four Two dergisiyle ettiği sohbette de "takımın zamana ihtiyacı var, bir şeyler söylemek için daha erken" demesi. İnsan belli bir yaştan sonra daha sakin, daha ılımlı yaklaşıyor demek ki olaylara...
Efsanenin 30-40 yıl öncesine, Amigo Orhan'ına değindikten sonra günümüze dönelim... Eskişehirspor 70'lerdeki rüya gibi başarıların ardından bir türlü iflah olmadı. 80'li yıllarda inişli-çıkışlıydı grafikleri, ancak 96'daki düşüşün ardından çıkışları pek kolay olmadı. 12 yıl boyunca alt liglerde dolanıp, durdular. 2005-06 sezonunda Bank Asya'ya yükseldiler. Çıktıkları ilk yılda çok iyi bir performans gösteremeseler de, kendilerine orta sıralardan bir yer buldular. 

2007-08 sezonuna Sergen Yalçın gibi bir ismi kadrosuna katarak başladı, Eskişehir. Beklenen başlangıç gelmedi. Teknik direktör Metin Diyadin ile Sergen arasındaki çekişme takımı yıprattı. Metin Diyadin, Sergen'i kadroya almadı; yönetim de Diyadin ile yolları ayırdı. Ardından Sergen de yönetime parasını alamadığı için isyan etti, yönetim Sergen'le de yolları ayırdı. Bu kaos ortamında, Turkcell Süper Lig hedefi doğrultusunda Eskişehir büyük yaralar aldı. Zaman geçtikçe biraz daha toparlandı takım, ilk 2 olmasa da 4.sıradan İstanbul'daki play-offlara doğru yol aldı Es-Es. Yarı final maçında Diyarbakırspor, normal süresi 0-0 biten maçta, penaltılarla 6-5 geçildi. Sezonun en büyük sürprizine imza atarak play-off finaline kadar gelen Bolu da finalde 2-0'la mağlup edildi ve 12 yıllık hasret sona erdi...
İnönü Stadı'nda 2-0 kazanılan Boluspor maçının ardından yaşınan büyük ve haklı sevinç...
2008-2009 sezonunun açılış maçı... Eskişehirsporlular, sezonu 2.haftadaki Hacettepe ile açıyor. Maç sonucu 0-0. Açılış maçını Four Four Two, Ekim sayısında ayrıntılı ve geniş bir biçimde ele almış, o havayı solumuş. Tavsiye ederim...
Eskişehirspor sezona, kariyerinin en başarılı dönemini 2002-2003 yıllarında Denizlispor'da geçiren, Beşiktaş ve sonrasında çalıştırdığı takımlarda başarılı olamayan Rıza Çalımbay'la başladı. Kadrosunu lige her yeni çıkan takım gibi büyük ölçüde değiştirdi. Lige yükselen kadrodan 2 isim takımda banko oynuyor: Sezgin ve Serdar. Kaleye transfer edilen Ivesa, geçtiğimiz yıl UEFA Kupası Ön Elemesi'nde Galatasaray'ın rakibi olan Slaven Belupo'nun kalesini koruyordu. Hırvatistan'daki maçta Volkan'dan yediği gol hala aklımda, pek beğenmemiştim ama geçen sezonu Hırvatistan Ligi'nde en az gol yiyen kaleci olarak bitirmiş. En son izleme fırsatı bulduğumuz Galatasaray maçında da iyi bir oyun çıkardı. Tandeme Naderevic, Vucko ikilisi transfer edildi ancak Galatasaray maçında Vucko-Tayfun ikilisini izledik. Orta alandaki Bülent Ertuğrul ligin tecrübeli isimlerinden. Genç yaşı ve yetenekleriyle gelecek vaat eden Özgür Öçal, tekniği ve çalışkanlığıyla takımın beyni Poljak, yine ligin tecrübeli isimlerinden Cumhur Bozacı, Galatasaray'ın gelecekte büyük umutlar beslediği genç yıldızı Oğuz Şabankay, geçen yıl Hacettepe'de iyi bir çıkış yakalayan Bülent Kocabey'li, iyi bir orta sahaya sahip Eskişehir. Golcüler: Anderson, Youla ve Lovrek. Anderson'u Ç.Rizespor'dan tanıyoruz, oraya da Rıza Çalımbay transfer etmişti onu. Beğenmediğim, golcü özelliği olmayan, Bank Asya kalitesinde bir forvet bana kalırsa. Lovrek'i çok kısa bir süre izleme şansı bulabildik, bir şeyler söylemek için henüz erken. Ve takımın en önemli gol silahı: Souleymane Youla. 2001-05 yılları arasında forma giydiği G.Birliği'nde 49 gol atarak, Beşiktaş'a transfer olmuştu. Beşiktaş'ta tel tel döküldü, taraftarın tepkisini kaldıramayarak takımdan ayrıldı. 2006-08 yılları arasında Fransa'da Metz ve Lille'da top koşturdu. 2 yılda, yalnızca 4 gol atabildi. Bu sezon başında Eskişehir'e transfer olarak, çıkış yaptığı Türkiye'ye geri döndü. İyi de bir geri dönüş yaptı, Youla. Gol krallığında 5 golle, 5 isimle birlikte ilk sırada. Fransa'da 2 yılda attığını, burada 1-2 ayda attı. Futbolu özlediğini gösterdi Galatasaray maçında. Ama onun için her zaman söylediğim şeyi yine tekrarlamak istiyorum: Kaçırmaya başlarsa, taraftarda yolunacak saç baş bırakmaz...
Eskişehirspor uzuuun yıllar sonra yükseldiği ligde 32. hafta sonunda 10 galibiyet(ki bu galibiyetlerin ikisi Galatasaray dan dır.) 13 mağlubiyet ile 39 puanla 10. sırada.Gönlüm razı gelmez ama 39 puanla ligi bitirirse o 39 puana sahip en az 5 takım olacak ve ES ES zor da olsa ligde kalacak.Gönlümün razı olmadığı ise son 2 maçını kaybetmesi..Her ne olursa olsun EFSANELER ÖLMEZ.......

KARŞINIZDA LUİS FİGO (KENDİ AĞZINDAN)



Ben Luis Filipe Madeira Caeiro Figo. Siz kısaca Figo diye biliyorsunuz. 4 Kasım 1972'de Almada'da doğdum. Sporting Lizbon alt yapısında futbola başladım. Portekiz'in Altın Jenerasyonu üyesiyim.Sporting Lizbon'da 1995 yılına kadar 6 sezon forma giydim.1995 yılında Barcelona'ya gitmeden önce Real Madrid ile de görüştüm. Juventus ve Parma ile de ön kontrat yaptım. İki kulüp birbirine girdi. Ben Cruyff'lu Barcelona'ya imza attım. Anlayacağınız benim imzalar hep olay oldu. Barcelona'da 5 sezon forma giydim. Ligde 30 maçın altına hiç düşmedim. İyi frikik atardım, sağ kanattan adam eksiltir iyi orta keserdim. Kaptanlığa kadar yükseldim.Şampiyonluk kutlamalarında Real Madrid'e küfür ettim. Memleketlim Jose Mourinho bizim takımın tercümanıydı.Ben İspanya'ya geldiğimde o Real Madrid'de A takıma çıkalı bir sezon olmuştu. Onunla çok karşılıklı oynadık El Clasico'larda. Bu da üzdüğümüz maçlardan biri... 2000 senesinde Real Madrid'in başkan adayı Florentino Perez'den transfer teklifi aldım. Benim teklifimi kabul etmem halinde bonservisimde yazan 53 milyon doları Barcelona'ya ödeyeceğine söz verdi. Ben kabul edince transferi açıkladı. İspanya karıştı. Seçim vaadi olduğumu söylediler. İnanmadılar. Perez beni alamazsa Santiago Bernabeu'daki kombineleri cebinden ödeyeceğini söyledi. İmzayı attığımda elbette ki yanımızda Di Stefano vardı. Los Galacticos dönemi benimle başladı.Bu Camp Nou'daki ilk maçım. 100 bin Katalan bana Hain diye bağırıyor, üzerimde fotoğrafım olan dolarları sahaya atıyordu. Korner atmaya zor gittim.Dünyanın en iyileriyle beraber oynadım. Zidane takımdaki en iyi dostumdu. Katalanlar'ın can düşmanıydım artık. Camp Nou'daki posterlerde beni yok saydılar.Viski şişesi de attılar. Domuz kafası da. Yüzüme saha ortasında Barcelona atkısı da fırlatıldı.2002'de Real Madrid'de Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırdım.İki şampiyonluk kazandım.O en büyük rakibimizdi. Artık takım arkadaşıydık. Los Galacticos döneminde çok arkadaşını kaybetti ama ona dokunamadılar.
Cesar Jimenez Real Madrid alt yapısından yetişmişti. Real Zaragoza'da oynuyordu. 2005 senesinde bu darbemle kariyeri bitti. 2 yıl tedavi gördü sol dizinden ama sahalara dönemedi Futbolu bıraktığında 28 yaşındaydı.Bu pozisyonda kart görmemiştim. Jimenez benim kasıtlı vurduğumu söyledi ve yıllarca beni suçladı.5 sezon Barcelona, 5 sezon Real Madrid. La Liga'da misyonumu tamamlamıştım. Inter'e imza attım. İtalyanlara benim için bonservis ödemediler. Ben gittikten sonra El Clasico'ların biraz tadı kaçtı. Luis Enrique ve ben varken tadından yenmezdi. Helen Svedin eşim. İsveçli. Barcelona'da tanıştık. 3 kızımız var. Rui Costa ile Portekiz milli takımının her yaş grubunda beraber oynadık. Gençken kupalar kazandık ama devamı gelmedi. 2004'de kendi ülkemizde kupayı Yunanistan'a kaptırdık ama iyi takımdık en azından bugünkü Portekiz'den daha iyi takımdık. 2004'de milli takımı bıraktım. 2006 Dünya Kupası'nda geri döndüm. Inter'de 17. şampiyonluk kupasını da kaldırdım ve futbolu bıraktım. Avrupa dışında bir yerde oynar mıyım bilmiyorum...

‘KOLONYA KOKULU’ FEHMİ KORU'NUN PARFÜMÜNÜN SIRRI NE?

Medyada 'kolonya kokulu' olarak bilinen Fehmi Koru kendisine Oray Eğin tarafından takılan bu sıfatı yalanlamak için Akşam gazetesine Joop marka erkek parfümüyle poz verdi. Ailesi kolonya işi yapan Koru röportajda artık parfüm kullandığını söyledi. Prada ve Joop kullanıyormuş.

Ancak Fehmi Koru'nun parfüm seçimi epey ilginç... Zira kırmızı şişeli Joop, 80'li yıllarda eşcinseller arasında moda olan parfümlerden biriydi. Joop, gerek giyimde gerekse de kozmetikte 80'lerde hedef kitle olarak eşcinselleri kendisine seçmişti ve ağır kokusuyla hemen alıcı bulmuştu. Önce eşcinseller arasında yayıldı, sonradan da moda oldu...

Bazı markalar erkek kokularında gizliden gizliye bir hedef belirlemesi yaparlar ve kimi ürünlerde eşcinselleri hedef kitle olarak görürler. Eşcinsel dergilerine ilan verilir, ürünler genellikle New York'un Soho'su gibi eşcinsellerin sıklıkla uğradığı semtlerdeki butiklerde satılır.

80'li yıllarda Joop, 90'lı yıllarda Jean Paul Gaultier, 2000'lerde de Prada'nın parfümleri eşcinseller tarafından hemen benimsenip moda oldu.

Birkaç sene önce futbolcu Emre Belözoğlu'nun Cristobal marka kadın parfümü kullandığını açıklaması epey tartışılmıştı...
Bakalım Fehmi Koru'nun eşcinsellerin rağbet ettiği parfümleri kullanması nereye çekilecek...
Kuşkusuz insanın sevdiği kokunun cinsiyeti yoktur ve herkes istediği gibi kokmakta özgürdür...
Ama yıllardır Fehmi Koru'nun izini süren ve onu analiz eden Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya'nın bu durumu nasıl yorumlayacağı da merak konusu.

odatv.com

ENGİN ARDIÇ OKU BAKİYİİİM:

Cahillikle başa çıkmaz zordur.
Hele okumuş cahille daha zordur.
Bilmiyor.
Görmemiş.
Duymamış.
Ama kafadan atıyor...
Yok efendim ABD'de çocuklar sabah and mı söylüyormuş!
Evet.
ABD'de çocuklar her sabah sınıflarında andlarını söylüyorlar.
ABD'de de okul öğrencilerine sabahları ders öncesinde , sınıflarında ayağa kalkarak hazır olda şu yemin ediyorlar: (Lise sona kadar söylüyorlar bu)
" I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all."
Yani diyorlar ki:
Amerika Birleşik Devletleri'nin BAYRAĞINA
Ve o bayrağın simgelediği CUMHURİYETE
Bağlılık için and içiyorum.

Herkes için özgürlük ve adaletle, ALLAH'in gözetiminde, BÖLÜNMEZ, TEK VATAN

Biz Engin Ardıç'ı düzeltmekten yorulduk.

odatv.com

21 Mayıs 2009 Perşembe

Gazetelerde Bugün

"Erdoğan da kızdı" başlığını kullanan Cumhuriyet, Köşk'ün tepkisinin ardından Başbakan Erdoğan'ın da Gül ile ilgili "yargılanmalı" kararını "siyasi ve taraflı" bulduğunu yazdı. Radilal gazetesi ise Cumhurbaşkanı Gül'ün "Yargılanma endişem yok" sözlerini manşetine taşıdı.

Cumhuriyet Haber Portalı



CUMHURİYET

Erdoğan da kızdı

Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül’ün “Kayıp Trilyon” davasında “şüpheli” olduğu ve yargılanması gerektiği yönünde karar veren Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ni hedef aldı. Aynı mahkemenin kendisiyle ilgili olarak da “siyasi karar” verdiğini ileri süren Erdoğan “Bazen yargıdan siyasi ve taraflı kararlar çıkabiliyor” dedi. Erdoğan, iş takibi yapan AKP milletvekillerini de eleştirdi.



HÜRRİYET

Kırda ölmedi yolda bitirelim

Hasım ailelerin çocukları âşık olup kaçınca töre diye erkeği öldürüp kızı yaraladılar. Onu da öldürmek isteyen akrabalar, silahla ambulansı kovaladı.



MİLLİYET

Vasiyetin ilk adımı kızlardan

Prof. Türkan Saylan'ın "Burslu kız öğrenci sayısı 100 bine çıkarılmalı" vasiyetine ilk uyan, Milliyet'in "Baba Beni Okula Gönder" kampanyası ve ÇYDD sayesinde okuma şansına kavuşan kız öğrenciler oldu.



RADİKAL

Yargılanma endişem yok

Milletvekiliyken yargılanmak için dokunulmazlığının kaldırılmasını istediğini hatırlatan Gül: Hukuki prosedür netleştiğinde yargılanmaktan hiçbir şüphem, tereddütüm, endişem yoktur.



AKŞAM

Komşuda Türk general isyanı

AKŞAM, Türk uçaklarıyla it dalaşına giren Yunan jetlerinin katıldığı Larissa'daki NATO üssünün başına Türk komutan atanacağını duyurdu, komşu karıştı. Muhalefet köpürüyor...



POSTA

Biraz geç oldu

Cem Garipoğlu sevgilisi liseli Münevver'i 80 gün önce öldürdü. O günden bu yana da yakalanamadı. Rusya'ya ya da Suriye'ye kaçtığı iddiası var. İstanbul Emniyeti nihayet Cem'in fotoğrafları ile yakalama kararını 81 ilin emniyetine ve sınır kapılarına dağıttı.



VATAN

İkisi de şık olmadı

Bir ilçe hakimi, Anayasa'nın milletvekillerinden daha özenle korumaya aldığı Cumhurbaşkanı'nı, Anayasa'nın ruhunu zorlayarak "şüpheli" ilan ediyor.

Milletin bütünlüğünü temsil eden Cumhurbaşkanı ise milletin bir bölümünün hassasiyetine özen göstermeyerek Türkan Saylan'ın cenazesine çiçek bile göndermiyor.



HABERTURK

Kardeşlerine ahlaksız teklif

PKK'lı Şemdin Sakık cezaevinden kardeşi Namık'a mektup yazdı: Muş'a genelev açalım. Senin ve Sırrı'nın yosmalarını çalıştıralım.



BİRGÜN

Greve sahip çıkan işçiye hapis cezası

Telekom işçileri haklarını almak için greve çıktı. İşveren ise yasaları çiğnedi, grev kırıcılığı yaptı. Ancak suçlu hakkını arayan işçiler oldu.



SABAH

Kopan bacağa 500 bin lira

Kazada bacağı kopan küçük Öznur'a, sürücü ve şirketi faizleriyle 490 bin TL tazminat ödeyecek.



TERCÜMAN

Onlar neden yoktu?

CHP'li Sevigen, Başbakan Erdoğan'a "Ömrünü bilime, eğitime sağlığa adamış olan Prof. Dr. Türkan Saylan'ın cenaze töreninde neden Hükümet'ten ve bürokratlardan kimse yoktu" diye sordu.



YENİ ŞAFAK

Şahsi hiçbir endişem yok

'Kayıp trilyon' davasında yargılanmaktan 'en küçük bir endişe ve tereddütü bulunmadığını' belirten Gül, "Tek kaygım Cumhurbaşkanlığı makamının zedelenmesi" dedi.



ZAMAN

Sincan Mahkemesi'nin kararı 'usulsuz' çıktı

Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı Gül'e yargı yolunu açma girişiminin altında hukuki skandallar çıkıyor.
21 Mayıs 2009

AKŞAM GAZETESİNDE NELER OLUYOR

İSMAİL KÜÇÜKKAYA GENEL YAYIN YÖNETMENLİĞİNDEN İSTİFA ETTİ

Tarih 10 Mayıs 2009.
Akşam’ın yayın yönetmeni İsmail Küçükkaya köşesinde şu satırlara yer vermişti:
“Fehmi Koru, Mehmet Emin Karamehmet'e, 'gazeteni okumuyorsun, başın derde girecek' derken, 'Gazetende benimle ilgili yazılar çıkıyor, bu senin başına dert açacak, benim devletin tepesindekilerle, etkili bakanlarla çok iyi ilişkilerim, TMSF'de dostlarım var' mesajı veriyor. 'Bu kadar da olur mu? Devleti yönetenler, kurumların başındakiler senin kişisel meselelerinin intikamını, kendilerine verilen kamu otoritesini kullanarak almayı düşünebilirler mi?' İnsaf!”

Tarih 21 Mayıs 2009.
Akşam gazetesinin birinci sayfasında koskocaman bir fotoğraf ve bir anons…
“Fehmi Koru Cumhurbaşkanı Gül’ün açılımını anlatmış” ve bu röportaj yarın Akşam'da yayınlanacakmış…
Cumhurbaşkanı Gül’ün meşhur açılım gezisine Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya da katılmıştı; istese bu açılımı kendisi yazardı; ancak Fehmi Koru’yla röportajı tercih etti.
Bu Türkiye medya tarihinde bir ilktir.
Ama nedeni vardır...
Röportaja neden olan açılım bahanedir aslında..
Amaç Fehmi Koru’yu ağırlamaktır…
Peki niye?
Bir hafta önce Akşam grubunu ve patronunu tehdit eden Fehmi Koru neden birinci sayfadan verilen anonsla ağırlanmaktadır?
Gelin adını koyalım... Kim adını, gazetesini böylesine ucuzlatabilir ki?
Kim bu kadar kendini ezdirebilir ki?
Kim kendini bu kadar alay edilecek hale düşürebilir ki?
Sadece bir koltuk uğruna mı tüm bunlar?
Değer mi?
Sonra birileri çıkıp "omurgasızlıktır bu" demez mi?

Bakınız...
Bunun adı biat kültürüdür.
Sebebi ise heyecanlı bir sınıf atlama telaşıdır.
Biz bunu gördük. Yaşadık.
Bu devir geçti geçiyor ama...

Hele hele sokakların aydınlığa yürüdüğü bir ülkede bunu görmeyip hala iktidarın eteklerinden tutmaya çalışmak "cücelik" değil midir?
Ankara'da, İstanbul'da yürüyen binlerce insandan da habersiz mi bunlar?
Amaçlarına kapalı kapılar ardında yapılan yağcılıklarla ulaşabileceklerini mi sanıyorlar?
O dönemin bittiğini görmüyorlar mı?
Yeni bir dünya-Türkiye kurulduğunun farkında değiller mi?

Hadi hepsini geçtik...
Biad etmek Cumhuriyet gazetecisine yakışır mı?
Saraya/ iktidara koşulsuz boyun eğen Osmanlı gazetecisinin kafasıdır bu.
1908 Devrimi'yle gazeteciler bu köhne anlayışı toprağa gömmedi mi? Gazeteciler bayramı neden kutlanıyor bunu bile mi unuttular?
Diyelim ki...
Tarihi birikimden, bilgiden, deneyimden vazgeçtik.
Bir medya yönetici, neden böylesine basit, “aman bana dokunma, ben de seni öveyim!” mesajı vermeye çalışır?
En azından bunun bile bir "terbiyesi-adabı" olması gerekmez mi?
Kim kimi kandırmaya çalışıyor?
Bugün Akşam Gazetesi'nin anonsunu yaptığı sözde gazeteci bu dönemin kirlilik sembolüdür.
Habercilikten, vicdandan geçtik, peki ahlak nerede?
Sorsalar ya; yoksul gecekondu sahibini kandırıp ucuza kapattığı fakirhaneyi yıkıp nasıl yalı kondurduğunu?
Sorsalar ya; niye TV'ler seyredilmeyen programlar için milyarları önüne serdiğini?
Bitmeyecek mi sanıyorsunuz bu dönem?
Hangi iktidar sonsuz olmuştur? Bu da bitecek.
Peki sizden geriye ne kalacak?
Babıali’nin arka bahçesinde biat edip korkan Genel Yayın Yönetmeni mezarlığı vardır. Bugün onların adını hiç kimse bilmez, tarih onları yazmaz… Unutulup gitmişlerdir…
Öte yandan, gencecik gazeteciler sormaz mı?
"Ankara kökenli gazeteciyiz" diye övünüyorsunuz, o halde Uğur Mumcu'dan da mı utanmıyorsunuz?
Bugün uçağa davet edilmek, iktidar tarafından ağırlanmak ve iktidara yakın durmak olumlu sonuçlar doğurabilir ama bütün bunlar dönemseldir, geçicidir...
Ve bir yayın yönetmeni yaptıklarıyla, duruşuyla, haberciliğiyle tarihe geçer.
İktidarının eteklerine yapışma gayretini göstererek değil...

Yani dememiz o ki...
İsmail Küçükkaya böyle bir gazeteci-genel yayın yönetmeni olmadığını hepimize göstermelidir.
İnanıyoruz ki istifa edecektir...
Ya da o röportajı geri çekecektir.
Yoksa bu vebalin altından kalkılamayacağını iyi bilmektedir...
Kendine yakışanı yapacağından hiç kuşkumuz yoktur...
Biz onu halihazırda istifa etmiş sayıyoruz...

odatv.com

15 Mayıs 2009 Cuma

ATATÜRK'ÜN ÖLÜM NEDENİNİ TEKZİP ETTİLER

Biliyorsunuz.
Türkiye'deki dinci gruplar ve bunların medyası yıllardır Atatürk'ün ölümüyle ilgili hep bir yalanı dile getirirler:
Atatürk'ü içki öldürdü!
Doğru olmadığını söylersiniz...
Resmi belgeleri gösterirsiniz...
Yok hayır dinlemezler.
Papağan gibi tekrar ederler: Atatürk çok içki içtiği için vefat etti.
Dayanamayıp sorarsınız; nereden biliyorsunuz?
Hemen yanıtlarlar, "siroz hastası değil miydi?"
Açıklarsınız, sirozun alkolden kaynaklandığı bir şehir efsanesidir.
İnanmazlar.
Peki dersiniz, "Mehmet Akif neden öldü biliyor musunuz?"
Çıt çıkarmazlar. Kem küm ederler.
Sirozdan dersiniz. İnanmazlar. Öyle ya sirozun içki içmekten kaynaklandığını sanıyorlar ya! Eh Mehmet Akif içmediğine göre nasıl sirozdan ölebilirdi?
Cahil oldukları için dalga da geçersiniz: Belki gençliğinde çok içtiğinden dolayı olabilir mi?
(Ne yazık ki son yıllarda böylesi absürd meseleleri tartışıp durmuyor muyuz?)
Uzatmayalım...
Bugün Yeni Şafak Gazetesi'nin birinci sayfasında bir minik haber vardı.
Haberin spotu şöyleydi:
"Bursa Orhangazi'de iki ay önce grip belirtileri gösteren 2 yaşındaki Furkan'ın siroz olduğu anlaşıldı. Küçük Furkan babasından alınacak karaciğerle hayata tutulacak."
Yani...
Yanisi şu; Atatürk içkiden değil sirozdan öldü.
Sonuçta...
Farkında olmadan yıllardır dile getirdikleri koca yalanlarını tekzip etmiş oldular.
Ne diyelim, Allah Furkan'ı annesine babasına bağışlasın...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

MURAT BARDAKÇI'DAN MURAT BELGE'YE AĞIR SÖZLER

Odatv olarak "kesin kan çıkacak" bu tartışmanın arasında kalmamak için Murat Bardakçı'nın Habertürk Gazetesi'nde çıkan makalesini olduğu gibi yayınlıyoruz.
Bu arada Bardakçı yazısında isim vermiyor ama ilgili kişinin Murat Belge olduğu aşikar.
İşte Murat Bardakçı'nın makalesi...

"HAZRET entelektüel, yazar, filolog, tarihçi, barışçı, solcu, kültür adamı, yayıncı, profesör ve İstanbul uzmanı...
Bitmediiii... Edebiyatçı, taş plak üstadı, filozof, yakışıklı, aktivist, bilmem neredeki yurttaşlar derneğinin feşmekânı, İstanbul uzmanı, vesaire, vesaire, vesaire...
İşte, on parmağında on ne demek, belki de on bin hünere birden sahip allâmemiz, senelerden bu yana İstanbul'da yaşayan ama şehrin tarihine ve kültürüne her nedense yeni yeni merak salanların bu eksiklerini, bir müddetten bu yana tekne turlarında kapatmaya çalışıyor. Yalıların ve binaların tarihini anlatıyor, sahiplerinden bahsediyor, onlarla ilgili efsaneleri ve söylentileri naklediyor ve güverteden yapılan İstanbul tedrisatı, son zamanlarda pek bir moda...
Bir arkadaşım anlattı: Dostları, geçtiğimiz günlerde bu tekneli irşad turlarından birine onu da götürmüşler. Arkadaşım, birkaç saat devam eden turdan hatırında kalan tek bilginin, Esma Sultan'ın sonu kanlı biten çapkınlık hikâyeleri olduğunu söyledi.
Entelektüel, yazar, filolog, tarihçi, barışçı, kültür adamı, filozof, taş plak uzmanı ve daha nice unvanlara sahip olan üstad, Ortaköy'deki yalının sahibesi Esma Sultan'dan bahsederken "Gençlere düşkündü, kahvelerden topladığı gençleri saraya getirir, onlarla uzun uzun seks yapar, posaları çıktığında da çuvala koyup denize attırırdı" demiş.
Bahsedilen kişi Birinci Abdülhamid'in kızı olan, 1848'de vefat eden ve Üçüncü Ahmed'in kızı "Büyük" Esma Sultan'dan ayırdedilebilmesi için tarihlere "Küçük Esma Sultan" diye geçen Osmanlı prensesidir.

ŞEHİR TARİHÇİLİĞİ BU MU?
"Küçük" Esma Sultan, zamanına göre son derece renkli, hattâ hızlı bir hayat sürmüştür. Sözünü esirgemez tavırları, ve siyasetle de ilgilenmiş olması sebebiyle hakkında söylentiler çıkmış, hattâ bu söylentiler Melek Hanım'ın 19. yüzyıl sonlarında Amerika'da yayınladığı "Thirty Years in Harem" isimli kitabına da konu olmuştur. Ama, İstanbul meraklılarına bir padişah kızından bahsederken o sultanın tantanalı hayatını ve umursamazlığını anlatmak başka şeydir; "Kahvelerden topladığı gençleri uzun seks âlemlerinde posalarını çıkardıktan sonra çuvallarla denize attırırdı" demek ve işi böylelikle bambaşka bir boyuta taşımak, çok başka birşey... "Şehir tarihçiliği" adı altında yapılan bu iş, 18.-19. yüzyıl İstanbul'unda yaşamış bir Osmanlı prensesini 1700 küsur sene geriye götürüp o prensesten Roma İmparatoru Claudius'un hanımı Messalina benzeri bir canavar yaratmaya çalışmak ve bundan 200 sene öncesinin sosyal ortamını bin küsur sene öncesine taşımak gibisinden bir tuhaflıktan ibarettir.

'İŞKENCE MEKÂNI' KIŞLA
Böyle bir iş, üstelik, John Freely ile Hillary Sumner-Boyd'un "Scrolling Through Istanbul’una özenerek bir "İstanbul Gezi Rehberi" yaratmaktan daha vahimdir. Hele, eski devirlerdeki hafif silâhlı bir askeri birliğin ismi olan "Azab" kelimesini ve "Azab askerinin kışlası" demek olan "Azabhane"yi "Azaphane", yani "İşkence mekânı" haline getirmekten ise çok daha vahim...
"Şimdilerde her tarafta yazıp çizen mebzul miktardaki İstanbul uzmanlarımızı Galata Köprüsü'nün üzerine yerleştirsek, yüzlerini Eminönü'ne dönmelerini ve Sepetçiler Kasrı'nın sahilinden başlayarak sağa, Yavuz Selim'e kadar olan hat üzerindeki eski camilerin isimlerini bir seferde saymalarını rica etsek acaba kaçı bu işi yapabilir?" diye hep merak etmişimdir...
İçlerinden bu işi şaşırmadan ve doğru şekilde yapabilecek tek bir kişinin bile çıkmayacağına emin olun!"

CUMHURİYET'TEN HASAN CEMAL'E AĞIR ELEŞTİRİ

Cumhuriyet Gazetesi’nden Güray Öz, Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in Kandil Dağı’nda yaptığı röportajı değerlendiren “Balbay’ın Günahı” başlıklı bir yazı yazdı. Öz’ün ifade ettiğine göre hükümet dolaylı yollarla PKK ile masaya oturmak istiyordu. Bu nedenle Hasan Cemal’i aracı olarak kullanıyordu.

PKK’nın Hasan Cemal’i aracı olarak kabul etmesinin nedeni ise Cemal’in fikirlerini kendine yakın bulması idi. Güray öz, PKK ile barış tartışılırken Mustafa Balbay gibi aydınların cezaevine atılmasını eleştirdi.



İşte Öz’ün o yazısı:

”Kandil söyleşisi ile ya da röportajı mı demeliyim, Hasan Cemal’in önemli bir gazetecilik başarısına imza attığını birkaç kişi dışında hemen herkes kabul ediyor. Kuşku yok bu üzerinde durulması gereken bir“başarı”dır. Bir kere Kandil’de görüşülen kişi öyle sıradan bir kişi değildir. Türkiye’de nüfusun önemli bir bölümünün, aynı zamanda pek çok devletin, ama en önemlisi Türk devletinin terör örgütü olarak kabul ettiği bir örgütün lideri. Devlet bütün güçleriyle onun peşinde, bulunduğu yeri bombalıyor, yakalansa Abdullah Öcalan gibi yargılanacak ve mahkûm edilecek. Böyle kişilerle yapılmış röportajlar, söyleşiler nereden baksanız “büyük iş”tir.

Ama yine de bu röportaj irdelenmeye değer.
Röportajda öne çıkan, “PKK ile devletin bir şekilde masaya oturması” fikridir. Daha doğrusu terör örgütünün lideri bu görüşü savunuyor. Bunun için çeşitli formüller de öneriyor. “Gelin PKK ile masaya oturun,diyor, olmadı, Öcalan ile görüşün, o da olmadı DTP ile bir araya gelin, onu da beğenmiyorsanız, Türk ve Kürt akil adamlarla bu konuyu görüşün” demektedir terör örgütünün lideri. “Kürt akil adamlar” konusunda isim zikretmiyor ama, “Türk akil adamlar” konusunda verdiği iki isimden birisi eski diplomat İlter Türkmen, diğeri Hasan Cemal’dir. Neden Hasan Cemal’i konuyu görüşecek akil adamlar arasında sayıyor Murat Karayılan?

Çünkü Hasan Cemal’in Kürt sorunu konusundaki görüşlerini biliyor. Kendi görüşlerine yakın buluyor. Hasan Cemal, Murat Karayılan’la Kürt sorununun çözümü konusunda benzer fikirleri paylaşıyor. Ama artık burada durup, “ne oluyoruz” dememiz gerekiyor. Aklımıza takılan soruları sormak durumundayız.

Bir gazeteci, İstanbul’dan kalkıp Kandil dağına terör örgütü lideriyle görüşmeye elini kolunu sallaya sallaya gidemez. Gider de, bugünkü koşullarda yani 70 bin kişinin dinlendiği koşullarda gidemez. Gidebiliyorsa, bu bir yandan büyük bir başarıdır, diğer yandan da devletin izni değilse bile en azından bilgisi dahilinde gerçekleşmiştir.

Peki kuşku nerede doğuyor? Kuşku röportaj yayımlandıktan sonra doğuyor.
Öğreniyoruz ki, devletin zirvesi de röportajdan“etkilenmiştir”, Hasan Cemal ile görüşmeyi düşünmektedir. O kadar ki, Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök bile “Ben de postacı olmak istiyorum, İmralı’ya gitmek için izin istedim hâlâ alamadım” demektedir. Sözü uzatmayalım. İznin, bilginin ötesinde bir şeyler olabilir mi, diye soruyoruz ister istemez.

Ama benim aklıma asıl takılan Hasan Cemal’in aracılığı, elçiliğiyle Kürt sorununun çözülmesi konusu değil. Böyle çözülemeyeceği gün gibi aşikâr. Kürt sorunu terör örgütü ile pazarlıkla değil, Türkiye’nin kendi Kürtlerinin durumunu, neler istediğini bilerek alacağı kararlarla çözülür. Bunlar için akil adamlara değil, devletin akil olmasına ihtiyaç vardır.

Terör örgütü lideri ile görüşmek, onunla benzer görüşleri savunmak doğal. Memlekette bol miktarda var. Nihayet görüştür. “Terör örgütü lideri ile, şu ya da bu kişi ile görüşülemez” de diyemez hiç kimse. Hele bir gazeteciye asla. Ama...

İşte bundan sonrası biraz can sıkıcı.
Siz terör örgütü lideri ile görüşüyorsunuz. Onunla benzer görüşleri savunuyor ve bunları yayımlıyorsunuz. Taha Akyol’un dediğine göre devlet ricali de sizinle görüşmek istiyor.

Mustafa Balbay ise, zamanın kuvvet komutanlarıyla, yüksek rütbeli askerlerle o gergin günlerin gündemini görüşüyor, görüşmeleri yayımlamış bile değil, ama şimdi“üzerinde oynanmış” dediği gazetecilik notları için yargılanacağı günü bekliyor tutukevinde. Üstelik kimi meslektaşları tarafından hükmü çoktan kesilmiştir.

Biliyorum. Kestirme bir açıklamanız var bu konuda.
“O generaller darbe yapacaklardı. Mustafa da onlarla aynı görüşleri savunuyordu” diyorsunuz. Uyduruyorsunuz, ama sizin görüşlerini “büyük bir görev duygusuyla” aktardığınız terör örgütünün lideri ne yapıyor? Güven Park’ta çiçek mi satıyor?

Ayıp olmuyor mu?
Herhalde olmuyor. Standart çifte olunca ve zaten doğuştan yaralı hukuk değil de kurt siyaseti egemen olunca piyasaya, kimileri öznel olarak herhalde değildirler, ama nesnel olarak gazetecinin olamayacağı, olmaması gereken bir işlevi üstleniyor, devlet elçisi oluyorlar.

Gazeteci Balbay ise devlet tutuklusudur.
Durum bundan ibarettir ve ibretliktir.”

1 Mayıs 2009 Cuma

31 YIL SONRA TAKSİMDE!


REZALET



GEL DE SKİBBE Yİ ARAMA! ADAMCAĞIZIN AHI MI TUTTU NE?