31 Ekim 2009 Cumartesi

‘Islak İmza’ Fabrikatörü Kim ola?

Galiba belge olayında tüm yollar Roma yerine, bu kez ABDde Virgina Eyaletindeki Dürüstbelgegeçer! adlı bir yere çıkıyor!
12 Haziran 2009da Taraf gazetesinde TSKde hazırlandığı bildirilen İrticayla Mücadele Eylem Planı adlı gizli belge kamuoyunda bomba gibi patladı. Bombanın kurusıkı niteliğinde olduğunu Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ kâğıt parçası sözleri ile açıkladı.
Genelkurmayda görevli Albay Dursun Çiçek imzalı belgeye göre TSKde, AKP ve Fethullah Gülene karşı mücadele planı hazırlanmıştı. Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKPliler, TSKyi topa tuttular.
Belge, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumuna (TÜBİTAK) gönderildi. Kurum ve Jandarma Kriminal Dairesi fotokopi üzerinden inceleme yapılamayacağını bildirdiler.
Kaldı ki belgede tarih yoktu. Belgeyi açıklayanlar Nisan dediler, ama neye dayandırdıklarını söyleyemediler. Sızdırıldığı söylenen belgede kullanılan yazım kuralları TSKnin yazım tekniklerine de uymuyordu.
Bazı gazeteler Albay Çiçekin çeşitli imzalarından belgenin gerçek mi yoksa fabrikasyon (sahte-uydurma) mı olduğunu saptamaya çalıştılar. Genelkurmay, Albay Çiçekin de kullandığı iki bilgisayar dahil 14 bilgisayarın sabit belleklerini inceletti. Özgün belgenin izine rastlanamadı. Belgenin fabrikasyon (sahte) olduğu yargısına varıldı!
Kaldı ki özgün belgenin, aynı tarihte karargâhta kullanılan kâğıda uyumu, kullanılan mürekkebi, imzanın kuruma süresi dahi artık bilimsel olarak yazıbilimcilerince saptanabiliyordu!
***
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, 30 Eylülde postaya verilen özgün belgenin imzasız ihbar mektubu eşliğinde 15 Ekimde kendilerine ulaştığını, Adli Tıp’ta yapılan incelemede belgenin özgün olduğunun anlaşıldığını açıkladı! Adsız muhbirin askeri bağlantılı olduğu, istendiğinde tanıklık yapabileceği belirtildi. Mektupta bu kez CHP de suçlanıyordu.
4.5 ay sonra patlayan bomba bu kez kurusıkıdeğildi! Artık TSK çok oluyordu! Başbuğ derhal istifa etmeliydi! Muhbir subay ortaya çıkmalı, bülbül gibi şakımalıydı! Bombanın dumanı atom bombasının mantarı gibi Türkiyenin üzerine çöktü! Sis perdesi kesinlikle aralanmalıydı!
***
Bu arada Kayserideki bir olay her nedense belleklerden silinmişti. 3 Mart 2009 tarihinde Kayseri 2. Hava İkmal Bakım Merkezi ve 12. Hava Ulaştırma Üs Komutanlığında üç astsubayın askeri savcılıkça, sahtecilikten tutuklandığı anımsanmaz olmuştu. Astsubaylar Komutan Tümgeneral Rıdvan Ulugüler adına iki sahte emir çıkarmışlardı.
Fetocu 3 astsubayı kovuşturan askeri savcı Yüzbaşı Mehmet Çelik 12 Martta kuşku duyulan zenginliği ile yine Taraf gazetesinin başlığına oturmuştu. Sonradan Çelikin aileden zenginliği saptanacaktı.
O günlerde Feto hazretleri de ABDnin başkentine yakın karargâhından Zaman gazetesine Kendisine yönelik komplolar (düzenler) kurulduğuna ilişkin demeçler veriyordu.
***
17 Temmuz 2009da http://hhmemis.blogspot.com adlı sitede ıslak imza makinelerinden söz ediliyor, bunları pazarlayan iki ABD firması hakkında bilgi veriliyor, iki Fetocu polisin bu makinelerden Türkiyeye iki adet getirdiğine dikkat çekiliyordu.
www.signaturemachine.com ve www.realsig.com adlı bu Internet sayfalarında yer alan firmalardan birincisinin adı imzamakinesi”, ötekisinin ise gerçekimza anlamına geliyordu.
Bu makineyi 1998de Robert Shajo Jr. bulmuştu. Elle çalışanlar olduğu kadar, yüzlerce özgün (ıslak) imzayı otomatik atanları da vardı. Makinede dolmakalem değil, kendi plotter (düzenbaz) diyebileceğimiz özel kalem kullanılıyordu. Eski matbaalarda kullanılan matris kartonu niteliğinde olan ve çoğaltılmak istenen imzanın matrisi tarayıcıya konuyor, ondan sonra makine ıslak imzaları kâğıda, kitaplara, davetiyelere, kutlama kâğıtlarına, gömleklere seri biçimde döktürüyordu.
Makineler masa üstüne konulacak biçimde ya da ayaklı olarak, basılacak imza sayısına ve teknolojisine göre 1-15 bin dolar arasında değişiyordu.
Birinci firmanın adresi ise: 14670 Southlawn Lane Rockville, MD 20850 (Maryland Eyaleti)
İkincisinin adresi şöyle: 112 Oak Grove Road, Suite 107, Sterling, VA 20166 (Virginia Eyaleti)
Her ikisi de ABDnin başkenti Vaşington DCye yakındı.

Günümüzde uydu teknolojisi ile casusluk çok kolaylaştı! Google uydu harita sitesine girerek seçtiğimiz aynı noktadan her iki imalatçı firmaya nasıl gidileceğini araştırdık. Bu amaçla her ikisine hemen hemen aynı uzaklıktaki Fairfax (-Türkçesi-dürüstbilgigeçer)! adlı (A) yerleşimini seçtik.
Birinci adres (B) 25.2 mil uzaklıktaydı, arabayla 36 dakikada ulaşılabiliyordu. İkinci adres (C), aynı noktaya 14.9 mil uzaklıktaydı, 24 dakikada gidiliyordu.
Neden Fairfax (Dürüstbilgigeçer)i seçtik? Ünlü hocamız Feto hazretlerinin karargâhı orada! Her iki ıslak imza makinecisi (fabrikasyoncu) firma da neredeyse kendisine bir taş atımı uzaklıkta! Ne tesadüf değil mi?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gelişmeler hakkında Türkiye rayına giriyor demiş! Yoksa rayından mı çıkıyor?

Köpekler…


Köpek en sevdiğim evcil hayvanların başında gelir.
İnsan türüne kedinin mi köpeğin mi daha yakın olduğu tartışıldığında ben hep köpekten yana olurum.
Kedinin daha bağımsız, bu anlamda da daha soylu olduğu belki söylenebilir.
Fakat aynı ölçüde nankörlüğü de kuşku götürmez.
Köpeğin sadakati ise, masallardan gerçek yaşama, sayısız örnekle efsaneleşmiştir…
Fakat unutmayalım ki bu, bir “sahip”e, “efendi”ye olan sadakattir…
Bu sahibin kim, nasıl biri olduğu köpek için önem taşımaz…
Alçak, karanlık, erdemsiz biri olabileceği gibi, erdem sahibi bir insan da olabilir.
Köpek için fark etmez…
Onun bağlılığı, sadakati, hizmeti; kim olursa olsun bir “efendi”ye, “sahip”edir…
Namık Kemal’in “Hürriyet Kaside”sindeki, “Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa (acımasız avcıya) hizmetten” dizesindeki aşağılamayı da, köpek türüne değil, bu hayvancıkların (kuşkusuz, olumlu yönü de bulunan) bu özelliklerine yormak gerekir…
***
Tam da Cumhuriyet Bayramımızı kutladığımız şu günlerde bu köpek konusu da nereden çıktı, diyeceksiniz…
Bilmem!..
Bilinçaltının bir oyunudur belki de…
Dilimize Can Yücelin çevirdiği, yaklaşık 1500 yıl önce yazılmış, orijinali Sanskritçe bir şiir, yıllardır zihnimde dolanıp durur, zaman zaman da dilime dolanır… Birlikte okuyalım:
Köpek var taş yok
Taş var köpek yok
Taş var köpek var
Ama kralın köpek
Sıkıysa at taşı
Yine diyebilirsiniz ki “İyi de, günümüzde kral mı kaldı?..
Eski zamanların kralları belki yok ama, Cumhuriyet adını taşıyan yönetimlerde, demokrasiyle yönetildiği iddia edilen ülkelerde bile kralları aratmayacak iktidar sahiplerinin varlığı gün gibi ortada…
Peki ya köpek, köpekler?
***
Yazıya başlarken amacım, birkaç günlük yurtdışı yolculuğumun sonrasında, son günlerin “siyasal” oluşumlarından, özellikle de “demokratik açılım”ın akıbetinden söz etmekti…
Fakat Türkiye’de beni “ıslak imza” sürprizi karşıladı…
Bu sürprizi, Hikmetyar’ın dizi dibinde çekilmiş fotoğrafıyla başlayan kariyerini “one minute”üyle bütün İslam dünyasında pekiştiren Başbakan’ın, bu kez İran ziyaretinin ve Ahmedinejadla, dini lider Ayetullah Ali Hamaneyle can ciğer kuzu sarması görüşmelerinin haber ve fotoğrafları izledi…
Siz köşe yazarı olsanız ne yapardınız, ne yazardınız?
Bilinçaltının oyunu dedim ama öyle sanıyorum ki bana bu yazıyı, (subay mı, sivil mi bilemem), Ergenekon savcılığına şu “ıslak imza”lı belgeyi gönderen kişinin “ihbar” mektubundaki “köpeksi” ifadeler esinledi…
Bu kişinin kimliği konusunda gerçeği belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz…
Çünkü yaşamın herhangi bir alanında uyulması gereken ilkeler, değerler, kurallar, bir kez bozulup altüst oldu mu, neyin ne olduğunu, ne olacağını hiç kimse kestiremez…
Tıpkı günümüz Türkiye’sinde yaşanmakta olduğu gibi…
Deniyor ki piyasaya bu kez “ıslak imza”lı belgenin sürülmesindeki zamanlama, AKP’yi “demokratik açılım” sürecinde düştüğü sıkıntıdan ve zaten genel olarak düşüşe geçmiş olmasından kurtarmak için düzenlenmiş bir tezgâhı düşündürüyor.
Akla yakın görünse de, bulunduğumuz ortamda bunu da tam olarak bilemeyeceğiz…
En iyisi biz yine her türlü ahlak ve mantık kuralının dışına çıkmış olan günümüz “siyaset”ini bir yana bırakıp yine baştaki konumuza, “köpekler”e dönelim…
2000’li yılların Türk şairi, 1500 yıl öncenin Sanskritçe yazan şairinden geri kalacak değil ya!
Çok yıllar önce yazdığım bir dörtlüğümü, yeri geldiği için, Cumhuriyetimizin yıldönümünü büyük kaygılar içinde kutladığımız şu günlerde sizlerle paylaşayım:
Elinde ne piyon kaldı, ne vezir, ne kale,
Düştü birbiri ardına atlar, filler
Ama şah hâlâ ayak diremekte
Yeni taşlar bulundu çünkü: Köpekler

Dörtlüğün son sözcüğündeki niteleme, bana kalırsa, gerçek kimlikleri belki hiçbir zaman bilinemeyecek ihbarcılar ve benzerlerinin yanı sıra ve belki daha çok, gerçek ve “medya”tik kimlikleriyle toplumun gözleri önünde, ahlak ve kural dışılığı yayıp yaygınlaştırmayı meslek edinmiş kimselere yakışıyor.

YİĞİT BULUT SEN BİR KORKAKSIN!

Şamilim Tayyarımdan sonra bir de karşıma Yiğit Bulut çıktı.
Keşke bu ikincisi adı gibi "yiğit" biri olsaydı.
Ne yazık ki o bir korkak.
Birilerine yaranma telaşı bundan.
Artık sayısını unuttum, bir Ergenekon İddianamesi'nde adı "Yalçın Küçük, Mehmet Ağar, Enis Berberoğlu ile birlikte yemek yiyip toplantı yaptılar" diye geçince dünyası karardı. Ne yapacağını bilemedi. Ve medyadaki artık sık sık gördüğümüz tüm kurnazlar gibi hemen bugüne kadar yazdıklarını, söylediklerini yutup kendine yeni bir yol çizdi. Olabilir. Korkabilir. İnsanidir. Anlayışla karşılarım.
Dün dönekleri de anlayışla karşıladım.
Ama...
Lakin...
Ne zaman bunlar döndükleri yere küfür etmeye başlarlar, karşılarına geçip aslan kesilirim.
Bu Yiğit Bulut bugün ki yazısında diyor ki; "Dün beni kandırdılar, ama şimdi belgeler ortaya çıktıkça görüyorum ki beni nelere alet etmişler!"
Eee yazsana nelere alet olmuşsun sen?
Ve sen ne zavallı biriymişsin ki bu kadar çabuk alet oluveriyormuşsun.
O zaman bugün de alet oluyorsun.
Senin hiç mi kendi görüşün yok. Hep mi güdülüyorsun böyle.
Öyle ya, sizler önce kurnazlıkla mevkinizi-makamınızı belirliyor, ondan sonra o koltuğun fikrini savunuyorsunuz. Bugüne kadar sizin dünyaya ilişkin hiçbir özgür fikriniz olmadı, olamaz da. Hep, kişisel hırsınızın kurbanı oldunuz.

Sizin, sizlerin hayatınıza fikriniz yön vermez, sizler fikirlerinizi o hayata göre dönüştürürsünüz. İşte biz bunun adına döneklik deriz. Ve bizim topraklarımızda kurnazlardır dönek olan, yoksa fikir namusuna inananlar değil.

Bak Yiğit Bulut...
Sana bir şey söyleyeyim: Efendileriyle yükselen efendileriyle düşer!
Kendine efendi arayışından vazgeç.
Kendin ol.
En azından olmaya çalış.
Durumun inan hiç iyi gözükmüyor.

Derdinin ne olduğu belli; odatv.com, Habertürk'te neler olduğunu yazdı.
Ve efendin hemen seni görevlendirdi; sen de tutup satır arasında bize çatmaya çalışıyorsun.
Bir de utanmadan bizi "yetkililere"; savcılara, polise ihbar ediyorsun.
Bu kadar alçaldın demek.
Bu kadar kendinden geçtin demek.
PKK itirafçılarına benzediğinin farkında mısın?
Sorunun psikolojik olduğunu biri sana söylemeli!

Bak yiğit olmayan Yiğit.
Bu puşt zulası günler geçecek.
İnan geçecek.
Önemli olan bu zor günlerde gazetecilikte- habercilikte ısrar etmektir.
Sen bunu yapamadın. Tırstın. Tüm hırçınlığın aslında kendine.
Ve bu nedenle inatla gazetecilikte ısrar edenlere düşmanlık yapıyorsun. Tüm dönekler gibi...
Mesele budur...

Ayhan Bozkurt
Odatv.com

30 Ekim 2009 Cuma

Mide Bulandıracak Kadar Kirli




Kampanya gerçekten müthiş!..



Ergenekon savcılarına 12 gün önce posta yoluyla ulaşan, kendi deyimiyle “şerefli bir Türk subayına ait” imzasız ihbar mektubu yandaş medyaya servis edildiği andan itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı öylesine bir linç kampanyası başlatıldı ki, ne tür bir “düzende”, ne çeşit bir “psikolojik savaş” ortamında yaşatıldığımızı anlamak açısından gayet öğretici oldu!..



Öncelikle, hiç eğmeden, bükmeden, postayla Ergenekon savcılarına ulaştırılan imzasız ihbar mektubuyla ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum:



- Gönderilen ihbar mektubunun içeriği, yazım şekli, savcılara övgüler, psikolojik harp tekniklerini pek güzel özümsemiş gayet uzman birilerinin ürünü olduğunu adeta haykırıyor..



- Orijinal ıslak imza konusunda Adli Tıp Kurumu’ndan verildiği iddia edilen raporu muğlak buluyorum ve resmen açıklanmasını bekliyorum. Bugünün teknolojisiyle ıslak imzayı bile kopyalayabilecek makinelerin varlığı da ortadayken bu “gatakulliyi” F tipi ellerin gayet maharetle kotarabileceğini düşünüyorum.



- Mektubu savcılara gönderen “şerefli Türk subayı”nın Genelkurmay Başkanı Başbuğ, 1. Ordu Komutanı Iğsız başta olmak üzere, karargâhtaki birçok subayı adeta “ipe gönderdiği” mektubun imzasız olmasını kabul etmiyorum. Bundan sonra herhangi bir subay ortaya çıkıp “o bendim” dese bile bundan nasıl emin olabileceğimizi de bilemiyorum!.. Ayrıca ortalık yıkılırken böylesine önemli bir belgeyi saklayıp 4 ayı aşkın süre sonra, tam da hükümetin “Kürt açılımı” nedeniyle büyük bir açmaza düştüğü dönemde servise koyabilecek bir subayın var olduğuna da inanmıyorum!..



- Aylarca önce de yazmıştım; AKP iktidarı ne zaman zora düşse büyük bir tesadüf eseri bir Ergenekon operasyonu yapılıveriyordu!.. Bu belgenin kurusunun ortaya atıldığı haziran ayında da AKP’nin başı mayınlı araziler yasası nedeniyle dertteydi… Bugün Kürt açılımı nedeniyle dardayken bu kez de ıslağı servis ediliverdi!.. Ve ben bu kadar “tesadüf” karşısında hem bir gazeteci, hem de bir yurttaş olarak “yok artık!” deme hakkına sahibim..



İşte tüm bu nedenlerden dolayı bu mektup ve belgelerin tamamıyla bir psikolojik harp eseri olduğunu ve yaklaşan “baskın seçim” öncesi siyasi rant sağlamak için piyasaya sunulduğunu düşünüyorum... Böyle düşünmemi sağlayan başlıca nedene gelince; ihbar mektubu servise verildiği andan başlayarak daha neyin ne olduğu anlaşılmadan, işbirlikçi kalemlerin ve iktidara yakın çevrelerin adeta tek merkezden düğmeye basılmışçasına, Genelkurmay Başkanı Başbuğ’u istifaya çağırması, komuta kademesinin görevden alınması için kirli bir kampanya başlatması!.. Uzatma, sadede gel diyecek olursanız;



- Mide bulandıracak kadar kirli bir kampanya!..





Bir Yurtsevere Mektup (XXXII)



Sevgili kardeşim Balbay, yine “Tanrım, sen aklımı koru!” diyeceğimiz bir sürece boğazımıza kadar batmış durumdayız.. İktidar Kürt açılımı fiyaskosu nedeniyle yerlerde sürünürken aaaa bir de baktık “ıslak kampanya” başlatılıverdi!.. Dünyanın neresinde imzasız bir ihbar mektubuyla “yargısız infaz” yapılabilir diye sorduğumuzda ise yanaşma takımından aynı nakarat koro halinde yükseliveriyor, “darbeci seni!..” Bu arada koşar adım dinci faşizme doğru yol almamız ise cabası!..



Yukarıda anlattım ama bir kez daha vurgulamakta yarar var; öylesine dışa bağımlı, öylesine kaba oynuyorlar ki, inandırıcı olmak bir yana, çirkin ve komik oluyorlar!.. Tabii sen şimdi şöyle bir gülümseyip; “yurtseverleri de içerde tutmayı başarıyorlar ama” diyeceksin… Haklısın, ama biliyorsun bu “keser, sap ve hesap” meselesi…



Sevgili kardeşim, seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına bir yurtseverin tüm gücü, direnci ve kararlılığı ile kucaklıyorum.

29.10.2009 Seçme Alıntılar

BATI’NIN MANEVÎ AJANLARI !..



Hukukun, adaletin, askerin ve devletin teslim olduğu günlerde yaşıyoruz.

Gizli olması gereken belgeler, bilgiler, iddialar havada uçuşuyor.

Garipliklerle dolu açılımlar, dipsiz bir kuyuya dönen Ergenekon’lar, ıslak imzalı albay mektupları, ihbarcı subaylar, ortalıkta dönen dolaplar... Muhbirler, casuslar...

Eli kanlı PKK’lılar kahraman yapıldı, zavallılar suçsuz ve zararsız! Bütün suç bizde, bizim askerde! Öyle bir hava yaratılıyor ki, ordumuz neredeyse devlet düşmanı ilan edilecek!

Ne oldu bize? Neden böyle bir kargaşanın içindeyiz? Ülkemizde neler oluyor? Nereye gitti bizim yiğitliğimiz, mertliğimiz?

Birçok okurum “Olup bitenleri ben çocuklarıma, torunlarıma nasıl anlatacağım?” diye soruyor. Hayır! Anlatamayacaksınız! Ülkemizde yaşanan bu saçmalıkları hiçbir akıllı beyin kavrayamaz çünkü... (Rahmi TURAN, Hürriyet, 29.10.2009)





BELGE SAHTE OLAMAZ MI?



…Evet, kimine göre “irticayı önleme” kimine göre “darbe hazırlığı” olarak nitelenen bir belge var ortada.

…Ancak; her şeye rağmen insanı kuşkuya düşüren noktalar var. Bunları es geçmek de en azından “gazeteci olmanın gereği kuşkulanma hakkına saygısızlık.”

Öncelikle; bu belgenin ortaya çıkmasından sonra öğreniyoruz ki, elin yabancısı bir elektronik alet geliştirmiş. Bu alet bir kişinin attığı imzayı hafızasına yerleştiriyor. Sonra aletin ucuna her hangi bir kalem takılıyor ve alet başlıyor aynı imzayı hiç sektirmeden, hata yapmadan atmaya.

…Yani demek ki söz konusu ıslak imza böyle bir aletle atılabilir.

İkinci kuşkulu nokta şu: Elimizde sadece imzalı bu belge var, ki bu belge bir çalışmanın kapak yazısı, yani ilk sayfası. Gerisi yok.

Peki nerede? Hepsi önce kıyma makinesinden geçirilmiş sonra da yakılmış. Bunu nereden öğreniyoruz? Savcıya ihbar mektubuyla birlikte bu belgeyi postalayan ama altına adını yazmayan isimsiz kişinin beyanından.

Kendisini çalışmayı hazırlayan askeri ekipten biri olarak tanıtan rütbeli bir subay belgelerin nasıl yok edildiğini anlatıyor. Yani isimsiz birinin tanıklığı “aynen doğru” kabul ediliyor.

Oysa ben şunu merak ediyorum: Kapak yazısını alabilecek kadar içeri girebilen bir kişi, neden rastgele iki sayfa daha almamış. Sadece bir sayfa ile yetinmiş?

Durum şudur: Darbe hazırlığı yapıldığı ve bunun için yüzlerce sayfa yazıldığı söyleniyor. Ama elimizde sadece kapak yazısı var. Belgenin altı üstü boş, havada duruyor. Yani Genelkurmay “Kesinlikle öyle bir çalışmanın yapılmadığını” söylese bile inandırıcı olma şansı kalmadı. (Demek ki tezgâhsa gerçekten müthiş.)

Ve üçüncü kuşkulu durum, bu orijinal belgenin 4.5 ay boyunca saklanması.

Kendisini vatansever ve demokrat olarak tanıtan meçhul subay acaba hangi amaçla ve duyguyla herkesin elini yakabilecek, üzerinde binbir risk taşıyan böylesine önemli bir belgeyi aylarca saklama gereği duymuş.

…Sonuç olarak; bu belge gerçek olabilir. Aynı oranda sahte olması ihtimali de vardır.

Eğer bu gerçekse bunun hesabı mutlaka sorulmalıdır ama burada mutlaka düşünmemiz gereken bir nokta daha var.

Her Milli Güvenlik Kurulu’nda irtica mutlaka tartışılan konular arasındadır. Ve askerlerin bu konuda hazırlık yaparak geldikleri de sır değildir.

Demek ki bundan önce de bu tür çalışmalar yapılmış ama konu hep MGK’da görüşüldüğü için kimse “Paşam bu çalışmayı nasıl yaptınız?” sorusunu sormamış.

Şimdi olayı bir de bu gözle tekrar düşünün. (Can ATAKLI, Vatan, 29.10.2009)







İHBARCI SUBAY” ORTAYA ÇIKMADIKÇA…



Şurası belli oldu, ihbarcı subay ortaya çıkmadıkça kimse tatmin olmayacak.. Şüpheli durum aşılmayacak..
Aslında mektubu yazan kişinin biliniyor olması lazım..
Ne diyordu?
“Taraf gazetesinde haber çıkınca 04.00’te karargâha gittik, belgeyi dosyadan aldım.”
Böyle diyordu değil mi?
Genelkurmay’a sabaha karşı dörtte girebilen kaç subay vardır? En gizli belgeyi eliyle koymuş gibi bulan? Varsa bütün tezgâhı bilen?
İki mi, üç mü, beş mi!.. Kaç?
“İhbarcı subay” onlardan birisidir..
*
Efendim gizli tanık olacak!
Niye?
Cuntayı çökertiyor..
Tamam da yazdığı mektup kimliğini açığa çıkarıyor zaten.. Kendisini tarif etmiş..
Cunta oluşumunda görev almış, uzun yıllar hizmet etmiş, psikolojik harekât dairesinden bir subaymış..
Gizliliği mi kalmış.. (Mehmet TEZKAN, Vatan, 29.10.2009)






LİNÇ



Türk Ordusu devleti yıkmak istiyor... Ama PKK demokrasiyi kurtarmak için düğün-bayram çıkageliyor...
Türk Silahlı Kuvvetleri suçlu... PKK suçsuz...
PKK militanları serbest... Ama askerler yargılanmalı... Öyle mi?
Hafta başında; PKK’nın Apo posterleri, bayrakları, üniformaları, sloganları ile gelişini sevinçle karşıladılar... Aynı haftanın sonunda Türk Silahlı Kuvvetleri’ni rejimin düşmanı ilan ettiler...
Genelkurmay Başkanı’nı almalı, komutanları atmalı, karargahtaki subayları içeri tıkmalı diyorlar.
PKK?..
Atlamalıyız boyunlarına...
Türkiye askerine kurşun sıkanları bağrına basmalı... Asker tehlikeli, PKK değil...
Niçin bu linç? Nedir bu nefret?
Askerlerin TBMM’den geçmiş İç Hizmet Yasası gereği; irticai faaliyetleri izlediğini, laik cumhuriyet karşıtı oluşumları yakından gözlediğini ve bunları kendi aralarında değerlendirdiklerini (kimisi saçma sapan olsa da) bilmeyen var mı? (Bekir COŞKUN, Haber Türk, 28.10.2009)






CUMHURİYET BAYRAMI NUTUKLARI VE…



Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; siyasilerin parlak nutuklar atma günü! 2009’un “manzara”sı 1919’a benzemiyor ama Cumhuriyetin 86. yılına da yakışmıyor. İktidarda laiklik karşıtı eylemlerin odağı bir parti var. Cumhuriyetin altını oymaya yemin etmiş bir tarikat iktidarın kanatları altında devleti ele geçirmek üzere. Bölücü ve ayrılıkçı teröristler, “barış elçisi” olmuş. Eli kanlı teröristlere Türkiye’de oturma izni veriliyor, terörle mücadele etmiş emekli orgeneraller, gaziler, yurtsever aydınlar, “terörist” iddiasıyla sanık sandalyesine oturtulup Silivri’deki toplama kapına gönderiliyor. Hukuk devleti ilkesi ayaklar altında. Demokrasi, ağızlarda sakız gibi çiğnenmekten yozlaşıp anlamını yitirmiş. Liberal faşistler ve İslamcılar sivil darbe üzerine sivil darbe yapıyor. Sosyal devlet ilkesi ortadan kaldırılmış yoksul halk sadakaya bağlanmış. Yolsuzluk almış başını gidiyor, Kahpelik, ihanet, gaflet diz boyu. Bağımsızlık, emperyalizmin kontrolünde, manda zincirinin bir ucu Amerika’nın elinde öteki ucu Avrupa Birliği’nin sokak kapısına bağlanmış. Ulusal egemenlik tarikatların, aşiretlerin ve yoksul kitleleri parayla satın alabilen yeşil sermayenin eline geçmiş. İşbirlikçi medya, topluma yönelik psikolojik savaşı başarıyla yürütüyor. Ülke, “babalar gibi” satıldı ve satılıyor. Ve birileri “yaşasın bayram” nutukları atıyor; bu kadar alçaklık olmaz! (Deniz SOM, Cumhuriyet, 29.10.2009)






ATATÜRK CUMHURİYETİ YOZLAŞTIRILAMAZ !



Atatürk Cumhuriyeti’nin 86. yılını kutluyoruz! Müjdeler olsun!

Ben onuncu yıldönümünü anımsıyorum şu anda... “On yılda on beş milyon genç..” 86 yıl geçti, biz hâlâ “On yılda on beş milyon genç” marşını söylüyoruz! Bunun anlamı, bunca zamanı boşa geçirdiğimiz değil midir?

Ben geçen yıllarda yazmıştım, anımsayanlar olacaktır: AKP işbaşında oldukça ulusal bayramları gerektiği değerle, sevgiyle, özlemle kutlamak gerçeklere ters düşmektir diye.. Cumhuriyeti, 19 Mayıs’ı, 23 Nisan’ı, 30 Ağustos’u...

Önceden biliyorduk, Atatürk devriminin temel ilkelerinden hoşlanmayan, hatta ilk fırsatta hepsini değiştirmek amacında olan bir parti, yüzde otuzlar, kırklarda oy alıp da iktidar olunca, kafasındaki özlemleri gerçekleştirmek isteyecekti. Bu tür anlayıştaki insanların Cumhuriyetten, çağdaşlıktan, devrimlerden vazgeçmek niyetinde olduklarını...

Bakın, aylardır, Atatürk Cumhuriyeti’nin ilkelerine bağlı insanlarımız hapislerde!.. Yıllar geçecek, iktidar sahiplerinin tutumu değişmedikçe Atatürk Cumhuriyeti’ne bağlı yurttaşlarımız ağır zorluklarla karşı karşıya getirilecek...



***

…Evet, ben hâlâ onuncu yıldayım. Atatürk’ün sesi hâlâ kulaklarımda... Ne kadar bozmaya, yozlaştırmaya, değiştirmeye çalışsalar da, Atatürk Cumhuriyeti’ni başkalaştırmaya, değiştirmeye kalkmak boşuna bir çaba olacaktır. Atatürk devriminin kuşakları böyle bir girişime asla izin vermeyeceklerdir.

Atatürk’ün sesi, 86 yıldır bizleri devrimci çizgiye çağırıyor:

“Benim için bir yanda olmak vardır. Bir yandayım ben hep. O da Cumhuriyetin yanında olmak. Cumhuriyetten yana olmak, toplumsal devrimden yana olmak...” (Oktay AKBAL, Cumhuriyet, 29.10.2009)

EFSANE GOLÜ NİHAYET HERKES İZLEYECEK

Yukarıdaki videonun hikayesi anlatalım. Videoda 1985 yılında Liverpool ile M.United arasında oynanan ve Liverpool'un 2-1 kazandığı Süt Kupası maçında Jan Molby'nin attığı gol var. Bu gol efsaneler arasındadır. Efsane olmasının en büyük sebebi de tv kuruluşunda grev olduğu için o gün maçın yayınlanmamış olmasıdır. Yani bu golü sadece Anfield'ı dolduran taraftarlar görebilmiştir. Maçı tribünden izleme şansına sahip olan taraftarlar karşılaşmanın ardından Liverpool'un efsane isimlerinden Danimarkalı Jan Molby'nin galibiyeti getiren golünü günlerce anlatır durur. Bu gol dilden dile yayılır ve bir şehir efsanesi gibi 24 yıldır özellikle her Liverpoollu'nun ağzında dolaşır. Ama bu maçı biri kaydetmiştir, güvenlik amacıyla statta çekim yapan bir polis memuru. Karşılaşmanın ardından bu kayda bir şekilde(!) sahip olan M.United menajeri Ron Atkinson bu kopyayı golü atan Jan Molby'e verir. Molby de en nihayetinde herkesin izlemesi için geçtiğimiz günlerde Liverpool kulübünün televizyonu LFC TV'ye teslim eder. Peki Molby neden bu kadar uzun süre beklemiştir? İşte bu konuda hiçbir fikrim yok. Ama sanırım efsanesinin biraz daha büyümesini beklemiş...

29 Ekim 2009 Perşembe

CUMHURİYETİMİZ 86 YAŞINDA! NİCE YILLARA.


GOL BÖYLE ATILIR BÖYLEDE SEVİNİLİR1


Carling Cup 2010 R4 fikstürünün dün akşamki ayağından Real Madrid'in 4-0'lık mağlubiyeti kadar sıradışı olmasa da ilginç iki kare. Yer Championship temsilcisi Barnsley'nin maçlarını oynadığı stadyum Oakwell. Obertan, Macheda, De Laet gibi isimlerin forma bulduğu maçta Man Utd, Wellbeck ve Owen'ın golleriyle turladı. Dakika 90 olmuş, United kalecisi Foster kale vuruşu kullanmak için topu kale sahasına koymuş. Sonrası aşağıdaki videodan izlenebilir. Tribünden müthiş bir azimle kopup gelen taraftarın düşmesi mi, yoksa ilk golü önleyen Foster'ın öte taraftan sahaya giren taraftara vole gol şansı vermesi mi daha komik? Kontrol ve vuruş mükemmel. Tribünden çıkan ''yeah'' sesi ve iki kafadarın golü kutlamaları da tarifsiz... Balon gol ile çok dalga geçmişlerdi, vole gol yediler! İkinci fotograf ise Oakwell'in deplasman tribünü büfesi. Ülkemizde pek çok stadyumda deplasman büfesini bırakın, tuvalet bulmak kolay değil. Gayet güzel bir büfe varmış Oakwell'de, lakin artık eskisi kadar güzel değil. Yağmalanmış. FA iki olay için de soruşturma açtı.

PENDİK FACİSAINI YAŞAYAN DİĞER TAKIMLAR


Evet salı gecesi 400 milyon euroluk takım 1 milyon 200 bin euroluk bir takıma karşı resmen dağıldı. 3. lig takımı Alcorcon, Real Madrid'e tam 4 kurşun sıkıp Pellegrini'yi ateşe attı. Ama bu Real Madrid'in kupada yaşattığı ilk şok değildi ve elbette son olmayacak.

En son 1993 yılında kazandığı bu kupada, geçen sezon yine bir 3. Lig takımı olan Real Union'a elenen Real Madrid'te son zamanlarda sular hızla kaynamaya başladı. Ama Real Madrid'in kupada başına gelenler daha önce pek çok takımında başına gelmişti.

Örneğin;

- Almanya'da 1997 yılında Eintracht Trier denilen amatör bir takım önce önce Schalke 04'ü 2-1 ile daha sonra da Borussia Dortmund'u Almanya Kupası'nda 1-0 ile geçerek bu iki takımın tarihine kötü bir not düşmüştü.

- 1992 yılında ise Wrexham, Arsenal'i 2-1 yenip kupanın dışına itince Gunnerslar İngiltere'de alay konusu olmuştu.

- 1988 yılında ise Liverpool, Anfield Road'ta Wimbledon'a 1-0 mağlup olup elenince şok etkisi yaratmıştı.

- 1994 yılındaki Almanya Kupası ise Bayern Münih için hayal kırıklığı olmuştu. TSV Vestenbergsgreuth'e deplasmanda 1-0 mağlup olan başkent ekibi savaştığı cephelerden birini erken düşürmüştü.

- Almanya'da yaşanan kupa süprizlerindeki en sansasyonel skora imza atan takım ise Stuttgart'ın amatör takımıydı. Stuttgart Amatör takımı, deplasmanda Eintracht Frankfurt'u 6-1 mağlup edince Frankfurt tarihi kara bir lekeyle baş başa kalmış oldu.

- Geçtiğimiz sezon İspanya Kupası'nda Villarreal'e 5 çeken CP Ejido'yu da unutmamak lazım.

- Son olarak 14 Aralık 1999 yılında Fenerbahçe'nin yaşadığı 2-1'lik Pendik hezimetini bize yaşatanları da anmak (!) gerekir.

BU İŞTE BİR TUHAFLIK VAR

Türkiye, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın orijinalinin savcılara gönderildiği iddialarını tartışıyor. Çıkan haberlere ve yapılan açıklamalara göre, söz konusu belge bir subay tarafından savcılara posta yoluyla gönderildi.
Buna göre, belge isimsiz bir mektupla birlikte gönderildi. Ancak ne ilginçtir ki, kimliğini saklayarak belgeyi gönderen subay, savcılardan tanık olmaya hazır olduğunu da söylüyordu.
Odatv olarak konuyla ilgili şu sorunun cevabını merak ediyoruz:
Türkiye sarsan, üst düzey istifa iddialarını gündeme getiren ve tek kopyası bulunan bu belge, nasıl olabilir de posta ile gönderilmişti?
Postada kaybolma ihtimali her zaman var iken, bu kadar önemli bir belgeyi söz konusu subay nasıl riske atmıştı?
Sahi, bu işte bir tuhaflık yok mu?

Odatv.com

10 KASIMDA 10.000.000. KİŞİ ANITKABİRDE!


Atatürk’ün ölüm yıldönümde Anıtkabir’e milyonlarca insanın toplanması için bir girişim başlatıldı.
Ülkenin gidişatından şikayetçi olduklarını belirten Muazzez İlmiye Çığ, Banu Avar, Hakan Yavuz, Adnan Pelvanlar ve Zeynep Haznedaroğlu, 10 Kasım’da tüm Türkiye’yi Anıtkabir’e davet ediyor. Beş aydın, aynı gün saat 20.00’de ışıkları söndürme eylemini de başlatmak istiyor.  Eylemle yaklaşık 10 milyon insanı Anıtkabir’e toplanması bekleniyor. Sonuçsuz eylemlerin, çürümüş düzenin sürdürülebilir olmasına hizmet verdiğine inandıklarını belirten Çığ, Avar, Yavuz, Pelvanlar ve Haznedaroğlu, kurtuluşun ise ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün etrafında toplanan büyük halk hareketi ile gerçekleşeceğini savunuyor. Düzenlenen eylem şöyle tanımlanıyor;
1- Hiçbir partinin adı geçmeyecektir. Hepsi davetlidir.
2- Hiçbir kuruluşun, örgütün etkinliği olmayacaktır. Herkes davetlidir.
3- Düzenleme heyeti yoktur. Düzenleyen, Milletin ortak aklı ve ruhudur.
4- Sadece Türk Bayrağı taşınacaktır.
5- Hiçbir pankart, afiş, yazı taşınmayacaktır.
6- Slogan atılmayacak, bağırılmayacak, düzenli ve özenli hareket edilecektir.
7- Göğüslere Atatürk resmi, rozeti veya siyah kurdele takılacaktır.
8- Milli yas ve vakur bir matem havası hakim olacaktır.
9- Tüm davranışların temel ilkesi; insan sevgisi, saygı, tevazu ve yoldaşlıktır.

28 Ekim 2009 Çarşamba

BOŞUNA SEVMİYORUZ SENİ HARRY


Ulan son zamanlarda bir garip oldum gitti. Şu fotoğraf benim için çok şey ifade ediyor.(Affınıza sığınarak bu cümleyi edeceğim.) Hey fenerli futbolcu, eskiden formasını giydiğin takım adamın ağzına işte böyle eder.I LOVE  HARRY!

YEMİŞİM KIZILCIKLIYI ,ULTRA ASLANI BANA SENİ GEREK SENİ MÜNEVVER TEYZE!


Halis Taraftar Portreleri I - Mürüvvet Teyze ve Galatasaray from Ofansif on Vimeo.
İşte gerçek taraftar, sizin taraftarlığınızı yiyeyim emi .Münevver  Teyze 1925 doğumlu.Taraftarın anası, dinleyinde Galatasaray taraftarı nasıl olur öğrenin emi!Teyzemin elinden saygıyla öpüyorum..

Cristian Baroni'nin Vukuatları


Evet dün ortamı geren ilk kıvılcım Baroni'den gelmişti ama bu kıvılcımı da Arda'nın aleve vermesi şart değildi. Tekrar ediyorum o pozisyonda suçlu varsa Baroni'dir ama yanlız değildir. Özellikle Kadıköy'de oynanan son Gençlerbirliği maçında agresifliğini göstermeye başlayan Cristian, Brezilya'daki Cristian olma yolunda da ilerliyor. Yani uyum sürecini atlatıyor.

Corinthians'a Flamengo'nun 2. takımından gelince, Corinthians taraftarları bu transfere lanet etmişti. Ancak oynadığı futbolla orta sahanın bankoları arasına giren Baroni, taraftarların da sevgilisi haline gelmişti. Corinthians formasını giydiği son 1 senede Sao Paulo, Avai ve Internacional gibi tansiyonu çok yüksek 3 karşılaşmada kırmızı kart görmüş veya ortamı ateşlemişti. Baroni'yi Brezilya'da hafızalara kazıyan maç ise Brezilya Eyalet Şampiyonası'nda Sao Paulo ile oynanan yarı final ilk karşılaşmasıydı. Maçın henüz 23. saniyesinde topu ağlara gönderen Baroni, gol sevincini abartı şekilde Sao Paulo taraftarlarına doğru koşarak yaşayınca kırmızı kart görmüştü.


İkinci maçta sahada Baroni yoktu ama fenomen Ronaldo vardı. Corinthians adına golü bulan Ronaldo, gol sevincinde Baroni'ye gönderme yapmıştı ama onun kadar abartmamıştı.


Cristian Baroni'nin bir diğer vukuatı ise 1 Temmuz 2009'da Internacional ile oynanan Brezilya Kupası finalinde yaşandı. Oyunun bitmesine az bir süre kala zaman geçirmek için kendi yarı sahasında yere yatan Baroni'yi D'Alessandro tartaklayınca olaylar büyümüş ve Brezilya'lı oyuncu yine kırmızı kart görmüştü. Bu linkten maçta yaşanan olaylara ulaşabilirsiniz :

http://www.youtube.com/watch?v=uMaSGabrhhk


Cristian'ın kırmızı kart görmediği ama olayların fitilini ateşlediği bir diğer karşılaşma ise 22 Kasım 2008'de Corinthians'ın Brezilya Serie B'de Avai ile oynayıp 3-2 kazandığı son lig maçı. O maçta da Corinthians'ın son golünü Andre Santos'un attığını belirtelim bilgi olarak. Cristian rakibine sert girince itişmeler başlamış ve iş saha içinde kovalamacaya kadar dönmüştü. Corinthians'tan Elias ve Morais, Avai'den de Batista ve Marquinhos çıkan olaylardan dolayı kırmızı kart görmüş; Baroni'yi ise olayların içinden çekip çıkartan Mano Menezes ve yardımcıları olmuştu.

Agresifliği en olumsuz özelliği belki ve buna bağlı olarak sanıyorum ki bundan sonra Brezilya'daki kadar olmasa da bu tip olaylarını görebiliriz Baroni'nin. Ama bu Cristian Baroni'nin sezon başından beri yükselen form grafiğini baltalamaz; Emre ile olan uyumunu da bozmaz. Çünkü Fenerbahçe'nin orta sahasındaki bu iki isme tencere-kapak ilişkisini uyarlayabiliriz. Bundan şikayetçi olan Fenerbahçe'li var mıdır ? Benim cevabım genel olarak hayır olur çünkü başkan sezon başında ''Öpen Takım'' istediğini söylemişti ... Cristian'dan en büyük rahatsızlığı televizyondan Fenerbahçe maçı izleyen Erman Toroğlu duyar.

VAY BE! DAHA KÖTÜLERİDE DE VARMIŞ! ŞÜKREDELİM HALİMİZE!

REZALETKİ NE REZALET!

Düşenin halinden anca düşen anlar.Kötünün de kötüsü var deyip halimize şükrediyoruz.Buca mı ? Onlar da sarı lacivertmiş. yenilirsekte enazından yükselme grubunun baba takımına yenilmiş oluruz.Allah göstermesin 3. lig takımı bide 4-0 felaket..geçelim rezaletin hikayesine...Sevilla'da Cristiano Ronaldo yoktu, rakip ligin iyi takımlarından ve formdaydı. Mağlubiyetin bahanesi çoktu. Bu sezon dökülen Milan'a sahalarında kaybettiler, Casillas kötüydü. Gijon deplasmanında iki santrforları yoktu. Golsüz berabere kaldılar. Buraya kadar tamam. Bu gece ikinci Lig B takımı (3.lig düz hesap) Alcorcon'a Kral Kupası'nda 4-o mağlup oldular. Maçı izleyen seyirci sayısı 7 bin. Alcorcon son golünü de52'de atıp, insafa gelmiş. 5 sezonda Villarreal'de bir gökdelen inşa eden Pellegrini, Madrid'de göçük altında kaldı. Santiago Bernabeu'daki kulübede ömrü tahmin ettiğimden çok daha kısa olacak... Bu rezalete ancak teknik adamını yollamak isteyen bir imza atabilir.

Alcorcón: Juanma; Rubén Sanz, Iñigo López, Borja Gómez, Nagore; Rubén Sanz; Ernesto Gómez (Jeremy, min.65), Sergio Mora, Fernando Bejar (Carmelo, min. 75); Diego Cascó y Borja Pérez (Bravo, min.82).
Real Madrid: Dudek; Arbeloa, Albiol, Metzelder, Drenthe; Mahamadou Diarra, Guti (Gago, min,46), Van der Vaart; Granero (Marcelo, min.63); Raúl (Van Nistelrooy, min. 72) y Benzema.
Goles: 1-0, min 16: Borja; 2-0, min: 22: Arbeloa en propia meta. 3-0, min, 40: Ernesto. 4-0, min 52: Borja.

DOĞAN GRUBU’NU YOK ETMEYİ AMAÇLAYAN VERGİ CEZASININ NEDENİ ORTAYA ÇIKTI

Ortalık toz duman…
PKK’lıların gelişleri derken birden belge tartışması başlayıverdi.
Bu arada Doğan Grubu’na verilen tarihin en büyük vergi cezası çoktan unutuldu.
Artık konuşulmuyor, yazılmıyor, tartışılmıyor bu ceza.
Halbuki sadece bugün Hürriyet’te yer alan iki makale bile Doğan Grubu’na neden bu cezanın kesildiğini gösteriyor.
Doğan Grubu’nu yok etmek isteyenler aslında bu makaleleri yok etmek istiyorlar.
İstiyorlar ki medya tamamen kendilerine yandaş olsun.
Haklılar!
Baksanıza siz şu yazılara…
Önce Yılmaz Özdil’in yazısı…
Yaş mı?
Kuru mu?
Gayet net aslında...
PKK’lılar memlekete “faydalı”ysa, Türk Silahlı Kuvvetleri memlekete “zararlı”dır.
PKK’lılar törenle getiriliyorsa, havayi fişek atılıyorsa... Genelkurmay’ın komple Kandil’e gönderilmesi, ailelerinin de Mahmur’a yerleştirilmesi lazım.

*

“Pişman değilim” diyenlere “Pişmansın, pişmansın, farkında değilsin” diyorsak... “Hukuka, demokrasiye saygılıyım” diyene “Yalan söylüyorsun” demekten
doğal ne olabilir?

*

Silah kullanarak rejimi değiştirmek isteyene “Değişti artık, bıraktı silahını” diyorsan... Adını Silahsız Kuvvetler olarak değiştirmeyenin, rejimi değiştirmek istediğini öne süreceksin tabii.

*

Ankara’nın göbeğinde PKK bayrağı açmak serbest, şehitlikte basın açıklaması yapmak yasaksa... Ermenistan’la kanka olup, Azerbaycan’la küsüyorsan... Öcalan’ı affedelim derken, hayatında eline silah almamış profesörleri terörist ilan ediyorsan... Daha dün “Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini NTV’den telefonla arayarak düşürdüler” diyen gazetenin ıslak imza haberini, en başta NTV, askeri savcılık soruşturmasını beklemeden, “Doğru haber” diye veriyorsa... “Belge varsa, verin gereğini yapayım” diyen Genelkurmay Başkanı’na “Olsa, dükkân senin” denip, söz konusu belge basına servis ediliyor ve sonra da “Genelkurmay Başkanı cevap ver, hani belge yoktu?” deniyorsa... Bir taraftan “Bakan’ın sözleri kişiseldir, hükümeti bağlamaz” denilirken, diğer taraftan “Albay’ın yaptığı bütün TSK’yı bağlar” deniliyorsa... Bazılarına taaa sınır kapısında seyyar mahkeme kurulup, bazılarına mahkemeye bile çıkarmadan yargısız infaz yapılıyorsa... Daha neyini merak ediyorsun, yaşın kurunun?

*

Milli Güvenlik Kurulu’nda 40 yıldır iki tehdit var; biri irtica, biri bölücülük diyorsan... Anayasa Mahkemesi, birini “laiklik karşıtı fiillerin odağı” ilan edip, öbürünü “bölücülük”ten yargılıyorsa... İkisi can ciğerse... Öbür ikisinin antidemokrat-ırkçı olduğunu iddia ediyorsan...

*

Gayet nettir durum.

PKK’lılar memlekete “faydalı”ysa, Türk Silahlı Kuvvetleri memlekete “zararlı”dır.



AHMET HAKAN’IN MAKALESİ

Gelelim bir diğer Hürriyet yazarının makalesine…
İşte Ahmet Hakan’ın yazısı…


NE yani?

Biz burada Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a, ağzımızı doldurarak “General... General... İstifa etmen bile seni kurtarmaz” falan diye üst perdeden racon keseceğiz...

Refiklerimiz “Paşa paşa istifa et” diye başlıklar atacak...

Ama buna mukabil...

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, işadamı Remzi Gür ile yaptığı ve kayıtları bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklanan telefon görüşmesinin virgülünden bile söz etmeyeceğiz...

Öyle mi?

Dünyanın her medeni ülkesinde “haber değeri” tartışılmaz bir olayın, Hürriyet dahil, Türkiye matbuatında tek harf bile yer bulamaması karşısında...

Susup oturacak mıyız?

Tabii ki hayır!

* * *

Olay şudur:

Doğu Perinçek’in İşçi Partisi, geçtiğimiz günlerde bir basın toplantısı düzenleyerek, Başbakan Tayyip Erdoğan ile işadamı Remzi Gür arasında geçen bir telefon görüşmesinin kayıtlarını açıkladı...

Birileri şimdi “Ama İşçi Partisi karanlık bir odaktır” falan diyebilir.

Ama bu birileri unutmamalıdır ki...

Ağızlar sulanarak ve bin bir vaveyla ile internette yayınlanan “ortam dinlemeleri” ya da “telefon kayıtları” da, masum mu masum “beyaz odaklar”ın işi değildi.

Yani mesele “karanlık odak” meselesi ise, o zaman da “karanlık odak” söz konusuydu...

Neyse...

Biz olaya geçelim...

Açıklanan telefon görüşmesinde Başbakan Erdoğan, işadamı Remzi Gür’den bir ricada bulunuyor.

Amerika’da yaşayan kızının maddi sıkıntısını dile getiriyor ve “20-25 binlik” bir yardım talep ediyor.

İşadamı Remzi Gür de “Tamam, olur efendim... Siz merak etmeyin” diyor...

Soruyorum:

Bu bir “haber” değil midir?

Deniz Baykal’ın ta 12 Eylül döneminde Bülent Ersoy’dan talep ettiği iddia edilen “avukatlık ücreti”ni bile haftalarca kalemine dolamış bizler, memleketin Başbakanı ile memleketin bir işadamı arasında geçen telefon görüşmesine hiç değinemeyecek miyiz?

Başbakan’a telefon görüşmesinin gerçekliğini, eğer gerçekse “20-25”in anlamını, bu görüşmenin siyasi etik açısından durumunu soramayacak mıyız?

Hadi Başbakan’a soramıyoruz...

İşadamı Remzi Gür’ü de mi sıkıştıramayacağız?

* * *

Türkiye nasıl güzelleşir biliyor musunuz?

Kimseden korkmadan, çekinmeden, ürkmeden, tırsmadan...

Soruların sorulduğu, yazıların yazıldığı, eleştirinin yapıldığı, seslerin çıkarıldığı, haberlerin patlatıldığı bir ülke olduğu zaman...

Nasıl ki...

İlker Başbuğ’a dokunulamayıp sadece Tayyip Erdoğan’a dokunulabilen bir memleketi boğucu ve kasvetli buluyor idiysek...

Tayyip Erdoğan’a dokunulamayıp sadece İlker Başbuğ’a dokunulabilen bir memleketi de o oranda boğucu ve kasvetli bulmamız gerekir...

Deniz Baykal’ın 40 yıllık mazisini didik didik etmenin ve deşmenin alabildiğine serbest, Tayyip Erdoğan’ın mazisinden istikbaline bir çift laf etmenin alabildiğine riskli sayıldığı bir memlekette yaşamak istemem doğrusu...

Unutmayın ki...

Başbakan’ına laf söylenmeyen bir ülke...

Bütün kararların oybirliğiyle alındığı “renkli” ama maalesef “tek sesli” parlamentoya sahip olan Pakistan’a döner...

“Hafazanallah” diyorum, başka bir şey demiyorum...


Her iki yazı da böyle…

Şimdi Doğan Grubu’na bu ağır vergi cezaları kesilmesin de ne yapılsın?

Ne diyordu Fehmi Koru gibiler, “Aydın Bey sizin yazarlarınızdan kurtulmanız gerekiyor!”

Mesele Aydın Doğan değil…

Mesele Aydın Doğan’ın yazarlarına özgürce yazacak ortamı sağlamasıdır.

Nazım Hikmet’in dediğini değiştirerek şöyle noktayı koyabiliriz:

Korkuyorlar… Onlar bu yazılardan korkuyorlar…

AMACINIZ NE?

Akşam yazarı Serdar Akinan, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ belgesinin ıslak imzalı halinin ortaya çıktığı ve Genelkurmay’da görevli bir subayın ‘ihbar’ mektubu iddialarıyla ilgili bir yazı kaleme aldı.
Akinan yazısında, son yıllarda Cumhuriyet’e ve TSK’ya yapılan saldırıları da esas aldı ve ‘Bu plan tutmaz’ dedi.
İşte Serdar Akinan’ın “Amacınız Ne?” başlıklı yazısı:
“Kirinden kararmış bir tuhaf resim ortada...
Türkiye'de derin ve kalıcı ayrışmalara yol açan; bizi inşa eden tüm kavramları eğip büken, temel kurumları açıkça yıpratan bir kollektif var.
Bu kolektifin kendi içinde ve dışında ittifakları var: Son derece kirli ve karanlık olduklarını düşünüyorum.
Cumhuriyet'i iptal ediyorlar.
Amerikan planları hiç bu kadar konuşulur hale gelmemişti.
Halkımız öfke ve şaşkınlık içinde.
Belli çevreler bin yıllık ayarlarımızla şuursuzca oynuyorlar.
Aynı yerde hizalanma kaygısıyla 'Allah'a küfür edildiğinde' susan 'omurgalı' muhafazakar aydınlarımız bir köşede...
Komplekslerini aşmak için bu topraklarda bizi bir arada tutan tüm değer ve kurumlara küfür etmeyi 'kimlik inşası' sayan 'liberal faşistler'i bir diğer köşede.
Bu ittifakın başından beri bir numaralı hedefi neresi oldu?
Türk Silahlı Kuvvetleri...
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bakalım.
Tarihte hangi ordu tek bir kurşun atılmadan bu kadar yıpranmıştır?
Yakın tarihimizdeki sicillerine bakalım.
28 Şubat... E-Muhtıra... Şimdi 'kağıt parçası'...
Ne amaçlandığına değil sonuçlarına bakalım.
Her biri milattır ve dövünülen ne varsa temel gerekçesidir.
Gerçeği, sadece gerçeği konuşmalıyız.
Halkımız insanlığına ve hukuka; 'devlet' fikrine ne pahasına olursa olsun sahip çıkacaktır. Biliyoruz...
Yeri gelmişken, safımı ilan edeyim.
Ergenekon'dan sonra böylesi bir eylem planını ancak geri zekalılar hazırlar.
İhbarcı subayın (ki bir başka gerilim anında-aaa kuşa bakın-demek için onun da kimliğiyle ortaya çıkacağına eminim) hazırladığı ve postaya verdiği öne sürülen metnin; sunum, muhteva ve zamanlama açısından mükemmel bir mühendislik çalışması olduğuna inanıyorum.
Yalnız bu mükemmel kurguyu yapan ve ellerini çırparak ortada dolaşanlara bir çift lafım var.
Devrim mi istiyorsunuz? Olduğunu ve veya olacağını... Öncelikle 'beceriksiz ve faşist' ordunun ortadan kalkacağını,'Batı' normlarında bir demokrasinin kurulacağını bunun da hazirun tarafından yapılacağını mı düşünüyorsunuz?
Bu cumhuriyeti mi yıkacaksınız?
'2.Cumhuriyet kuruldu' naraları mı atıyorsunuz?
Sersemler!...
Devrim ya vardır ya yoktur.
'Devrimsi' devrimlerle ne olur?
Uzağa gitmeyin. Rusya’da Yeltsin dönemini hatırlayın.
Doğu Bloku ülkelerine bakın...
Ne oldu?
O 'devrimsi'lerden ne çıktı?
Çok daha milliyetçi, çok daha otoriter yapılar.
28 Şubat'tan sonra olan biteni sessiz ve yavaş bir devrim olarak okuyanlar...
Türkiye'nin giderek demokratikleştiğini savunuyorsunuz.
Hayır, bu ülke fazlasıyla otoriter bir yapıya evrildi.
Bu plan tutmaz. Tutmayacağına eminim.”

Diyanetten Tık Yok!



Burada birkaç gün önce masum bir öneri getirdim: “Ulusal bayramlarımızda ve önümüzdeki Cumhuriyet Bayramı’nda camilere bayrağımız asılsın. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı öncülük yapsın…” Ve diyanetten bir yanıt beklediğimi birkaç kez vurguladım. Fakat arkadaşlar ses vermedi!
İnanılmaz bir şey. Türkiye’nin bir kurumu devletin ve milletin malı olan harcamaları devlet bütçesinden karşılanan camilerimize Türk Bayrağı asılmasına – sessizliğe bürünerek – karşı çıkıyor.
Yarın Cumhuriyet Bayramı. Milletimiz bazı yerlerde kendiliğinden camilere bayrak asıyor. İşte, Bursa Ulu Cami bayraklarla donatıldı bile. İstanbul Bayrampaşa’da Hoca Hayri Efendi Camii de 150 metre karelik bayrağını iki minare arasına astı.
Sevgili okuyucularım ne acıdır ki, Türkiye’de büyük bir kesim bayrağımıza karşı. Kim onlar?
Şeriatçılar ve Kürtçüler. Bu şeriatçı dediğimiz kesim gerçek Müslümanlardan, müminlerden değil, din tüccarlarından ve din baronlarından oluşuyor. Bunlar için bayrağımız tu kaka! Vay efendim, camiler milletin değil, ümmetin mülküdür! Ümmet deyince içine Suudili, İranlı, Afganlı, Cezayirli, Mısırlı, Suriyeli hepsi giriyor.
Eee?.. Bu yüzden camilere bayrak asılmaz!
Demek ki Diyanet de aynı görüşte. Bayrak asalım deyince yanıt veremiyor, tıklaması mümkün olmuyor.
Ama aynı Diyanet ve ona bağlı diyanet vakfı yıllık dolar karşılığı kira ile camilerimize baz istasyonları kurulması için sözleşmeler imzalar!..
Bayrak yasak, baz istasyonu serbest. İşe bakın siz…
                                                          ***  
Ulusal bayramlarımızda camilere bayrak konusunu gündeme getirdiğimde, şeriatçı gazete ve internet sitelerinde hemen ver yansın kampanyası başlatıldı. İşte birkaç örnek:
“Sinsi plânın sözcüsü Emin Çölaşan. Hürriyetten kovulan Çölaşan, şimdi de Rotaryenlerin ve Masonların beş aşamalı sinsi plânının sözcülüğüne sözcü gazetesinde soyundu. İşte sinsi plân: Camilerin mahyalarında din dışı ve milli içerikli öğelere yer verdirmek. 29 Ekim’de camilere bayrak astırarak camilere cemaat sevki sağlayıp buna karşı çıkanları bayrak düşmanı olarak mimletmek. 10 Kasım’da başka bir atraksiyon gerçekleşecek. Camilere bayrakla birlikte Atatürk posterleri astırılacak. Tamamen masonik tezgâh! Biz bayrak sevgisini Çölaşan gibi kökü dışarıda masonlardan, rotaryenlerden öğrenecek değiliz. Bunlar demokratik açılım sürecini (AP’nin Kürtçülük açılımını) baltalamak amaçlı”
(Hayatım boyunca bir gün olsun köküm dışarıda, ya da Mason veya Rotaryen olsaydım bu saldırılara eyvallah derdim.) Bunlar Türklük-Millet kavramlarını yok edip, yerine ümmet kavramını getirmeye yeltenen, bayrağımızı hiçe sayan ve işlerine geldiğince her türlü yalan ve iftira ile saldırıya geçen sahtekârlardır.
Müslümanlık kisvesi altında bu işin siyasal ve parasal rantını yiyen aç gözlü uyanıklardır.
Şimdi bir ülke düşünün ki, onun din kurumu, ülke bayrağının camilere asılmasına dolaylı yoldan karşı çıkıyor. Dürüstçe, mertçe “biz bu işe karşıyız” diyemiyor da başkaların diyanet adına ahkâm kesmesine göz yumuyor.
Evet, bu ülkede Türk Bayrağı asmak yasak, dolarlı kirayla baz istasyonu kurmak serbest! Bakarsınız bir gün daha iyi örgütleniriz, ulusal günlerimizde Türk Bayrağı’nı camilerimize dolarlı, liralı veya eorolu kiralarla astırmayı başarırız!.. 
Siz evlerinize ve işyerlerinize bugünden başlayarak bayraklarınızı asmayı unutmayın.
Bu yobazlara yanıtımızı hiç değilse o yolla verelim.
Bakarsınız Bursa Ulucami’de, İstanbul Bayrampaşa’da olduğu gibi yurtsever yurttaşlar, din görevlileri veya yöneticiler çıkar; onlar da camileri al bayrakla süsler. Ne yapalım, gün yobazların, Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının günü. Biz de o kadarla yetiniriz.
Haşim Bey, Merhaba, Nerdesiniz?
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Bey, mahkemenizin bakacağı davaların gündemini siz belirliyorsunuz. Anımsayın, bugünkü DTP’nin büyük babası olan HADEP vardı. Kürtçülük yapar, PKK ile işbirliği içinde teröre çanak tutardı. Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş tarafından açılan dava sonucunda mahkemeniz tarafından kapatıldı. Siz o zaman başkan değildiniz.
Sonra onun yerine DEHAP kuruldu. Bu kez Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından iki ayrı dava açıldı. Hem seçimlerde sahtecilik, hem de PKK yandaşlığı ve terörle işbirliği. Mahkemeniz bu iki davayı birleştirdi.
Kanadoğlu bu davayı Mart 2003’te, söylemesi ayıptır bundan tam 6.5 yıl önce açmıştı. Zatıâliniz bir türlü gündeme koyamadığınız için bu dava henüz mahkemeniz tarafından karara bağlanamadı.
Şimdi belki diyeceksiniz ki “DEHAP kendini feshetti, onun yerine DTP kuruldu.” İyi de seçimlerde sahtecilik yaptığı, teröre bulaştığı belgelenen bir parti, kendini feshetmiş bile olsa yargıdan dersini (olumlu veya olumsuz) almayacak mı?
Gelelim son olaya. Bu kez Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, DTP’nin de teröre bulaştığı ve bölücülük yaptığı gerekçesiyle bir kapatma davası açtı mahkemenizde. Tarih: Kasım 2007. Beyefendi Türkiye’de bu parti nedeniyle kıyametler kopuyor, terör can alıyor, bölücülük çabaları almış başını gidiyor. Nasıl oluyor da DEHAP davasını 6.5 yıldan, DTP davasını iki yoldan bu yana gündeme almadan bekletiyorsunuz? Niçin bu davaları başkanı olduğunuz Anayasa Mahkemesi’nin gündemine bir türlü koymuyorsunuz? Eliniz mi varmıyor, yoksa “Tayyip istemez, kapatma kararı çıkarsa hükümetimiz sıkıntıya girer” diye mi düşünüyorsunuz?
Acaba siz uzayda mı yaşıyorsunuz? Atı alan Üsküdar’ı geçiyor Haşim Bey. Lütfen şu davaları mahkemenizin gündemine koyuverin, heyetin önüne bir getiriverin beyefendi!
Zahmet olacak; belki işinize gelmeyecek ama!..

Çapraz Konular


Kimi konuların üzerinde görüş, düşünce birliği sağlanamıyor.
Örneğin domuz gribi aşısı.
Sağlık Bakanı aşı konusunda duraksamalar geçiren halka sürekli güvence veriyor.
Aşının gribe karşı önleyici bir önlem olduğunu hemen her gün TVlerden duyuruyor.
TV haberlerinde profesör, doktorlar da konuşuyor. Kimine göre aşı yararlı. Kimine göre değil. Hatta yan etkileri de var, zararlı.
Bir başka manzara: Sağlık Bakanı aşının koruyucu olduğunda direnirken... bir önceki hükümetin sağlık bakanı tam tersi görüşler savunuyor.
Dediğine göre aşı hem yararsız hem de yan etkileri var.
Bir başka iddiası daha var ki; son günlerde çok fazla kullanılan sözcükle, vahim!
Aşı, kimilerine rant sağladı; ithalini sağlayan büyük paralar kazandı. Bugünkü sağlık bakanı devleti trilyonlarca zarara soktu.
Bu görüşleri dinleyen bireyler kime ve hangi görüşe inansın?
Tenis karşılaşmasında topun bir o tarafa, bir bu tarafa gidip gelmesi gibi, bireylerin akılları o görüşle bu görüş arasında gidip geliyor ve doğal olarak kararsız kalıyorlar.
***
Bir başka tartışmalı olay: Dinci basına göre vatansever bir subay; dört aydır tartışma konusu, ne ki gerçek olup olmadığı sürekli tartışılan İrtica ile Mücadele Eylem Planının aslını gizlice dosyalandığı klasörden aldığını ifade eden bir ihbar mektubunu savcılığa gönderdi.
Subay; yazdığına göre Genelkurmay Başkanlığı söz konusu belgenin medyaya yansıdığını sabah saat 04.30da Genelkurmay İletişim Daire Başkanlığı vasıtasıyla haberdar oldu.
Belgenin Tarafta yayımlanacağını Genelkurmay sabah saat 04.30da öğrendiğine göre, muhbir subay o saatte belgenin aslını ne zaman, nasıl ve dosyalandığı klasörden aldığını ihbar mektubunda açıklamıyor.
O saatte bir gazetede böyle bir yayın yapılacağını nereden biliyordu?
Kargalar kahvaltı etmeden Genelkurmaya gelip belgenin aslını nasıl aldı? Yanıt bekleyen sorulardan kimileri.
Muhbir subay belgenin aslını açıklamak için neden bugüne kadar dört ay beklediğini açıklamıyor?
Muhbir sadece belgenin aslını göndermekle kalmıyor. Erden astsubaya, albaya ve orgenerallere, hatta belgenin imha edilmesini emrettiği imasında bulunarak Genelkurmay Başkanını suçlamaya varan kimi iddialar ortaya atıyor.
***
Bu türden belgelerin yandaş basına sızdırılması olağan olaylardan sayılıyor olmalı ki; medyamız artık yasalara, soruşturmanın gizliliğine aykırı davranışla son ihbar mektubunun tam metninin nasıl, kimler tarafından sızdırıldığını tartışmıyor bile.
Genelkurmay yazılı açıklamasında, -belgeyi sızdıranların kimler olduğu ve amacı (veya amaçları) bulunmalıdır diyor.
Elbette haklı ama Genelkurmay, öncelikle belgeyi dosyasından çaldığını iddia eden ve askeri Adan Zye suçlayan ihbar mektubunu yazan vatansever subayın kim olduğunu hâlâ Genelkurmayda görevli olup olmadığını saptamak ve gereğini yapmak zorunda değil midir?
Bir belgeyi, üstelik Türkiyeyi karıştıran bir belgeyi dört ay cebinde gezdiren bu subay kimdir? Soru yanıtlanamıyor ve doğal olarak dincilerin veya Fetocuların tutsağı mıdır gibi diğer bir sorunun gündeme gelmesine önayak oluyor.
Muhbir subay, savcıya emrederse gelip ifade vereceğini bildiriyor. Bu, kimliğini saklamayacağına bir işaret.
Mademki vatansever bir subaydır veya subaydı; adıyla sanıyla ortaya çıkıp, bildiklerini kamuoyu önünde neden açıklamıyor?
***
Muhbir; sadece askerde olduğu öne sürülen bir cuntayı açıklamaktan da öte, toplumun askere olan güvenini sarsmayı hedef almış görünüyor.
Suçlamalar genişletiliyor. Yayımlanan yeni belge; 2007 Temmuz genel seçimlerinden sonra düzenlenen yeni belgenin zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıtın emriyle hazırlandığını öne süren ifadeler taşıyor.
Org. Başbuğun belge ortaya atıldığı zaman bu bir kâğıt parçasıdır dediği ne kadar doğruysa savcıların belgenin aslını buldukları zaman gereğini yerine getireceğini söylediği de bir o kadar doğrudur.
Ama gün o gündür ki, bu hay huy arasında suçlamalar yapılıyor.
Olayların bir parçası olan gerçekler ise çöp sepetine atılıyor.

27 Ekim 2009 Salı

ODATV DOMUZ GRİBİ DOSYASINI AÇIYOR!

Aylar önce odatv olarak domuz gribi aşısıyla ilgili bir haber yapmış ve bu aşının ardında ne gibi dolaplar dönüyor olabileceği konusunda uyarılarda bulunmuştuk.
Ardından Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bu gribin önlem alınmaması halinde 5.300 can alacağını söylemişti.
Bir bakanın, böyle kesin bir rakam vermesinin doğru olup olmadığını araştırmadan, “atma Recep din kardeşiz” ucuzluğuna kaçmadık.
Gerçekten, salgın hastalıklar söz konusu olduğunda yaklaşık da olsa böyle bir rakam verilebileceğini yetkililerden öğrendik.
Yani bakan, “Receplik” yapmamıştı o sözlerinde.
Ama işin ilginç yönü burada başlıyordu.
Yine de siyasi olarak büyük bir yanlıştı. Bir sağlık bakanı, ülkesini paniğe sürükleme hakkına sahip değildi.
“Aşıyı aldık, kullanın” diyordu nazik olmayan bir üslupla.
AKP üslubuyla.
Bekle ve gör politikasının doğru olduğu varsayımından yola çıkarak, bir süre konuya değinmedik.
Sonuçta AKP’nin her yaptığının yanlış, yapmadığının doğru olduğu mantığı da bize yakışmıyordu.
İşin ilk “tavsaması” Almanya’da patlak verdi. Civa içermeyen, yani yan etkileri olmayan bir aşının devletin önemli kademelerinde bulunan ve komuta kademesindeki askerlere yapılacağı haberi ortalığı ayağa kaldırdı.
Alman halkı (her ne kadar bizde hiç gündeme gelmediyse) madem böyle bir aşı var, neden bir milyon doz öbüründen alıyorsunuz da, civasız olandan almıyorsunuz? Parasını zaten biz vermiyor muyuz, sorusunu yöneltti.
Alman hükümeti hemen geri adım attı.
Bu haber de kaynadı gitti.
Birden bizim hükümetin bir açıklaması geldi: “Hamileler için yan etkisi daha az olan başka bir aşıdan 1 milyon doz ithal edildi,” diye.
O zaman biz de Alman halkı gibi sorma hakkına sahip değil miyiz? Madem yan etkisi daha az bir aşı vardı da ondan niye almadınız?
Yanıt çok kolaylıkla gelecekti bizim yetkililerden: “Bu aşı daha yeni üretildi, sırada birçok ülke var. İstesek de alamazdık.”
O zaman yeni soru gelecek tabii ki: Çocuklarımıza kasım sonu veya aralık başı başlatacağınız bu aşı için neden biraz daha beklemediniz?
Hani bu çok hızlı gelişen ve bir anda tüm insanları etkileyecek bir virüstü?
Kasım sonuna kadar “virüs beyden” izin mi alındı?
Bakınız odatv’nin sayın okurları, ortada bir rant var ve bunun paylaşımında bir sorun ortaya çıktı.
Dünya bu aşıyı kullanmakta tereddüt ediyor.
Kimi ülkeler yararı olmadığı halde zararı da olmayacağı düşüncesiyle ses çıkarmıyor, ama bedelini de kendileri değil hükümetleri ödüyor.
Oysa bizim gibi “gelişmekte güçlük çeken” ülkelerde bu kimin kaç villa alacağı konusunda çatallanıyor.
Verdik mi bu parayı, verdik.
Nereden çıkacak bunun parası?
Belli değil mi?
Dünya ekonomisinde üç şey için yapılan harcamalar asla zarar getirmez: Sağlık, açlık ve seks.
Ankara Atatürk Sanatoryumu’nda biri domuz gribinden öldü.
Adamı yakınlarına bile göstermeden acilen “bir torba kireçle” gömdüler.
Kalp krizi miydi, kanser miydi yoksa gerçekten Kaliforniya gribi miydi, bilemiyoruz.
Tören tüm TV’lerde, bir “zafer” edasıyla yayınlandı: “Domuz gribine ilk kurbanı verdik.”
Bunun şifresiz adı: “Aşı olmaya hazırlanın”
İnternet dolambacında aşının yan etkileri sıralanıyor.
Sağlık Bakanlığı, “yan etkisi daha az” diye hamileler için başka bir aşı ithal ediyor.
Yani diyor ki, bunun yan etkileri var, o yüzden hamileler için daha az yan etkili bir aşı ithal ediyoruz.
Hani yan etkisi yoktu?
Bu iş daha çok “su kaldırır”.
Bu yüzden de böyle bir dosya gerekliydi.
Bu yüzden odatv bu işin peşini bırakmayacak.
Klasik deyişle, “bizi izlemeye devam edin”.

Odatv.com

ATMA(YIN) RECEP(LER) DİN KARDEŞİZ

Sağlık Bakanı Recep Akdağ, telaş içerisinde gündemin birinci maddesine domuz gribi vakasını oturttu.
Mali baskınlardan “tırsan” medya da buna eşlik etti.
Ortada, TV’lere pek çıkamayan uzmanların çığlıkları var, ama duyulmuyor.
Varsa yoksa Sağlık Bakanlığı Müsteşarı, Bakanı ve avenesinin söylemleri yer alıyor.
Grip... Üstelik ülkemizde tüketilmesi dinen yasak olan bir hayvandan bulaşan grip...
Dünyanın domuz üzerinden beslenen ülkelerinde bile panik bu kadar yokken, bizde bir paniktir gidiyor.
Adı TV’lerde duyulmayan uzmanlar (ki daha sonra odatv’nin takipçiliğinde bunu izleyeceksiniz), bunun sıradan bir grip olduğu konusunda “hemfikir”.
Ankara Üniversitesi Halk Sağlığı Profesörlerinden Recep Akdur, hasbel kader telefonla bağlandığı bir televizyon kanalında (Haber Türk), elinden geldiğince bu olayın fazla abartıldığını, enfeksiyonun “Kaliforniya virüsü” olduğunu söylemeye çalışıyordu, ama Marmara Üniversitesi’nden bir başka profesör, Recep Akdur’un ya dersini bilmediğini ya da yeterince dayak yemediğini söyleyerek, yanıldığını anlatıyordu. TV kanalı da Marmara Üniversitesi’nden yana tavır koyarak, Recep Akdur’un yediği dayağa cevap vermesini “süremiz bitti” diyerek engelliyordu.
Doktor olan Recep Akdağ ise ısrarla aşıdan söz ediyor, doktor olmayan diğer Recep, Başbakan ise onu destekliyordu.
Yani,
Recep’ler buna “hayır” diyordu.
Biri başbakan, öteki sağlık bakanı.
Bizler de bu ülkenin sıradan vatandaşlarıyız.
Baldıran zehiri kansere yararlıdır deseler, içeceğiz.
Zeki Özel denilen bir doktor zakkum içirmedi mi bu ülkeye.
Çaresiz insanlar, üç ay fazla yaşayacakken, zakkum “zıkkımından” ölmediler mi?
Recepler atıyor, biz de yutuyoruz.
Din kardeşiyiz.
Yani bu söz nereden çıktıysa tam gündeme oturdu:
“Atmayın Recepler, din kardeşiyiz.”

PEKİ ONLAR NASIL KARŞILANDI

Türkiye dejavu yaşıyor. 100 yıl önce Balkanlar’da başına gelenlerin neredeyse tıpatıp aynısı bugün Güneydoğu’da karşısında. Tek fark, ayrılıkçı çeteler dağdan inerken değil Avrupa’nın baskısıyla cezaevinden çıkarılırken davul zurnayla karşılanıyor olmasıdır. Üstelik ayrılıkçılar ve karşılama ekibi Türk mahallerinden geçerek gösteri yapıyorlardı.
 
Doğan Yurdakul…
Yaklaşık yarım asırdır gazetecilik yapıyor…
Ankara Hukuk Fakültesi mezunuydu. Paris Sorbonne’da yüksek lisans yaptı.
Geçen hafta Ankara Hukuk Fakültesi 1968–69 ders yılı mezunları olarak bir araya geldiler. Aralarında kimler yoktu…
Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu, Prof. Ramazan Aslan, Prof. Haluk Günuğur, Prof. Erdal Onar, Prof. Celal Göle, Prof. Sabih Arkan, Milli Eğitim eski Bakanı Metin Bostancıoğlu, Orman eski Bakanı Nami Çağan, DGM’nin ünlü savcılarından Nuh Mete Yüksel, Yargıtay Savcısı Sami Özfırat vs.
Hemen hepsi 60 yaşın üstündeki yüz yirmi öğrenciye ilk dersi Ticaret Hukuku hocaları Prof. Dr. Ali Bozer verdi. Ardından kürsüye gelen Ticaret ve Bankacılık Hukuku hocaları Prof. Yaşar Karayalçın, “eskiden herhangi bir vatandaş haksız olarak tutuklanıp bir gün hapis yatsa bütün hukukçuların vicdanı sızlardı. Tahliye kararı çıkınca bir saat fazla yatmasın diye cezaevine telgrafla bildirilirdi. Şimdiyse vatandaşlar iddianameleri bile yazılmadan aylarca hapiste yatırılıyor” deyip eski öğrencilerine bir soru sordu; “Hukukçular olarak hukukun bugünkü durumundan mutlu musunuz?’ Amfide bulunan yüz yirmi öğrenci aynı yanıtladı: “Hayır!”
Doğan Yurdakul aynı soruyu önceki gün telefonda bana sordu: “Bu ülkede kaç çeşit hukuk var?” Bırakın teröre karışmış olmasını, yasa dışı örgüt üyeliğine ilişkin yasalarda ağır cezalar varken, üniformalı PKK’lıların hemen serbest bırakılmasına sitem ediyordu. Bu durum yaşadığı darbe günlerine benziyordu. Siyaset yine hukuku çiğneyip geçiyordu işte… Bakınız… Bu sözleri eden kişi; genç yaşında Kürt sorununu dile getiren Doğu Mitingleri’ne katıldı; yazdığı “Kürt” sözcüğü yüzünden 12 Mart 1971 darbesinde Mamak Cezaevi’nde yattı, 12 Eylül 1980 darbesinde yazdığı yazılar yüzünden idamla yargılandı ve Paris’e kaçmak zorunda kaldı. Hep Kürt halkının yanında yer aldı; mücadelesini kalemle destekledi. Ama şimdi ortada hiç hoş olmayan bir durum vardı ve bu durum iki halkı birbirine düşürmek için sanki kasten yapılıyordu. Haklıydı… Bizim her şeyimiz aşırıydı; dün Kürt halkına yapılan baskılar da, bugün PKK’lıları karşılama törenleri de. Umarım zamanla normale döneriz; çünkü… İşte bu “çünkü”yü Doğan Yurdakul’a anlattım; sizinle de paylaşayım…


Enverler, Resneli Niyaziler…
İttihat ve Terakki mensubu subayların anı kitapları birbirinden çetin, birbirinden acı sahnelerle doludur.
Hepsi Balkanlar’da ayrılıkçılara karşı mücadele verdi. İttihatçılar zaten komitacılık metotlarını bu gerilla savaşı sürecinde öğrendi. Ve İstanbul’daki Sultan’a karşı aynı yöntemle zafer kazandılar.
Biliyorsunuz ki bu zaferin fitilini, dağa çıkan subaylar ateşledi. Enverler, Eyüp Sabriler, Nesneli Niyaziler niye dağa çıkmıştı? Kuşkusuz temel neden sosyo-ekonomikti.
Ancak dağa çıkışın “politik psikolojisi” de vardı.
İşte bu psikolojik etnik yara, PKK’lıların karşılanma törenleriyle yakından ilgiliydi…
 
Balkan Oyunu
 
Önce biraz geriye gitmemiz gerekiyor…
Osmanlı “93 Harbi” adıyla bilinen savaşta Rusya’ya yenilince 3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı.
Bu yıkım anlaşmasına göre, Romanya Sırbistan, Karadağ tam bağımsız oldu; Karadeniz'den Ege Denizi'ne kadar inen koskoca bir Bulgaristan kuruldu.
Osmanlılara sözde Bosna-Hersek ve Arnavutluk bırakıldı ama, buralarla bir kara bağlantısı yoktu; “Avrupa Türkiye’si” ikiye bölündü.
Kısacası Osmanlılar, Balkanlardan atılıyordu.
Ancak, Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuzunu artırması, İngilizleri, Fransızları, Almanları, İtalyanları, Avusturyalıları telaşlandırdı.
Avrupalıların diretmesiyle 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması imzalandı. Rusya’nın hakimiyet alanı daraltıldı; Bulgaristan tekrar küçük bir prensliğe indirildi vs. Tabii bu arada İngilizler, oldu bittiyle Akdeniz’in en stratejik adası Kıbrıs’a fiilen el koydular ama ayrıntıya girmeyelim.
İşin özü aslında şuydu; Avrupalılar endüstrileşmeyle birlikte dünyayı paylaşım mücadelesine girmiş; fakat “hasta adam” Osmanlı’nın nasıl pay edileceği konusunda bir türlü anlaşamamışlardı.
Tabii bu arada bu paylaşım savaşını meşru göstermek için, halkların hoşuna gidecek sözcükleri dillerinden düşürmüyorlardı: İnsan hakları, medeniyet, reform vs. Yani aynı bugünkü gibi…
 
Terör tırmanıyor
 
20’inci yüzyıl başında Balkanlardaki ayrılıkçı örgütler terörü zirveye çıkardı. Neler yapmadılar ki; Osmanlı Bankası’nı havaya uçurdular; Selanik limanında gemi yaktılar; Vardar köprüsünü tahrip ettiler; birçok insanı kaçırıp fidye aldılar vs…
Balkanlar yanıyordu.
Örneğin sadece 1903 yılının üç ayında Makedonya'daki terör olaylarında, 5328 Türk, 6000 Makedonyalı öldü, 198 ilçe yakılıp yıkıldı, 71 bin kişi evsiz kaldı, 30 bin kişi yurdundan oldu.
Mehmetçik yangını söndürebilmek için dört yana koşup duruyordu.
Maaşını alamayan, soğukta kendini koruyacak kışlık giysi giyemeyen, hastalıklarla mücadele eden, silahına sürecek mermi bulamayan Mehmetçik o zorlu koşullarda var gücüyle ayrılıkçılara karşı mücadele verdi.
İlk dönemlerde zorlanan ve çok sayıda şehit veren Mehmetçik zamanla gerilla savaşını öğrendi.
Özellikle yeni kurulan Avcı Taburları, tıpkı komitacılar gibi dağlarda yaşayıp, istihbarat toplamaya, iz sürmeye, pusu atmaya başladı. Çete savaşında artık üstünlük Avcı Taburları’ndaydı.
Ama ne oldu dersiniz?
Avrupa “insan hakları ihlalleri var” deyip Balkanlar’da yeni bir güvenlik anlaşması dayattılar.
Balkan güvenliğinden sorumlu Makedonya Müfettiş-i Umumisi Hüseyin Hilmi Paşa’nın yanına biri Rus diğeri Avusturyalı iki yardımcı subay verdiler.
Yeni kurulan Jandarma biriminin başına ise bir İtalyan General ile 25 yabancı subayı getirdiler. Jandarma okullarının başına da yabancı subaylar atadılar.
Bitmedi…
Avusturya Üsküp, İtalya Manastır, Rusya Selanik, Fransa Serez, İngiltere Drama illerinin güvenliğinin sorumluluğunu üstlendi.
Böylece 1905 yılında Makedonya, adeta milletlerarası bir memleket görünümü kazandı.
 
Türk mahallesindeki gösteri
 
Avrupa’nın istediği güvenlik yapılanmasına rağmen terör bitti mi? Hayır.
Üstelik…
Avcı Taburları’nın yakaladığı ayrılıkçı komitacılar yabancı subayların inisiyatifiyle serbest bırakılmaya başlandı.
Serbest bırakılmalarının amacını ise hep şöyle açıklıyorlardı: Toplumlar Arasında Barış Sağlamak!
Barış sözcüğünün adı geçince akan sular duruyordu.
“Barışı sağlama” umuduyla cezaevlerinden salıverilenler davul zurnayla karşılandı. Her salıverilme olayında kutlama yapıldı.
Ve bu gösteriler nedense hep Türk mahallelerinin içinden geçilerek başlanıldı.
Ne mesaj vermek istiyorlardı acaba?
Şaka gibi; dün sanki bugün! Yazdım ya dejavu!
Aynı bugün gibi…
Balkanlar’daki Türk köylüsü gibi Türk askeri de bu olup biteni şaşkınlıkla seyretti. Herkes suskundu. Kimse ne yapacağını nasıl davranacağını bilemiyordu.
Acı olaylar yaşanıyordu. Örneğin…
Yabancı subaya selam durmadığı için sokakta herkesin önünde kırbaçlanan Mehmetçik bunu onuruna yediremiyor, tüfeğini ateşliyordu. Gönüllü ölümdü bunun adı. O günlerde idam sehpasına gülümseyerek yürüdü Mehmetçik Halimler…
Ellerinden başka bir şey gelmediğine inanıyorlardı.
Subay direnişi böyle doğdu Balkanlar’da…
Avcı Taburları’nda görevli Enverler’in, Resneli Niyaziler’in Eyüp Sabriler’in niye dağa çıktığını sanıyorsunuz siz?
Politik psikoloji bilimi (üstelik kurucusu bir Türktür; Prof. Vamık Volkan) bilinmeden bu topraklar anlaşılamaz…

DOMUZ GRİBİ KİMLERE NASIL KAZANÇ SAĞLIYOR

Dünyayı etkisi altına alan Domuz Gribi salgını ilaç şirketleri için neredeyse bir fırsat kapısı haline gelmiş durumda.
Domuz Gribi’nin insan sağlığını tehditi tartışılırken, ilaç şirketleri çalışmalara başladı bile. GlaxoSmithKilne, Baxter International ve Novartis firmaları ürettikleri ilaçlarla bu süreçte yükselen yıldız durumundalar. İlaç için ilk lisans alan firma olan Novartis şimdilik bir adım önde. Şirket ilk çeyrekte 400 ile 700 milyon dolar arasında değişen oranda satış yapmayı hedefliyor.  Baxter’ın beklentisi ise daha mütevazi. Şirket 40 milyon dolarlık bir satış bekliyor.
İlaç firmaları bunları yaparken diğer büyük şirketler de ilaç üzerinde araştırma yapan firmalara yatırım yapıyorlar. Bunun en büyük örneği olarak; Johnson & Johnson firmasının, Hollandalı biyoteknoloji şirketi Crucell NV’nin hisselerini satın almak için  harcadığı 444 milyon doları gösterebiliriz. Pek çok şirket de Belçika ve İngiltere’de araştırma yapan şirketlere para yağdırıyor.
Sağlık analistleri de bu bilgileri doğrulayacak şekilde açıklamalar yapıyor. İsviçreli sağlık analisti David Kagi, tüm dünyada aşı şatışlarının toplam tutarının 18 milyon doları bulacağını belirtirken İngiliz analist Hedwig Kresse, sektörün büyük oyuncularının domuz gribini bir talih kuşu olarak gördüklerini söylüyor. Kresse ayrıca “Bu satışlar kış sonunda sona erecek. Ama eğer şanslılarsa gelecek yıl da aynı satışı gerçekleştirebilirler” diyerek ilaç firmalarının domuz gribinden büyük gelir elde edeceklerini de sözlerine ekliyor.
Bu veriler ışığında bakıldığında; dünyada her yıl yeni bir virüsün  ortaya çıkması ve ardından da aşılarının bulunması kafaları iyice karıştırıyor.
Odatv.com

İTİNA İLE "ISLAK İMZA "ATILIR

Kamuoyunda ses getiren “ıslak imza” tartışmasını Odatv, 21 Temmuz 2009 tarihinde “Ergenekoncu Polisler Bu Makineyi Çok Sevecek” başlıklı haberiyle yayınlamıştı.
Haber kısaca şöyleydi:Taraf gazetesi, “AKP ve Gülen’i bitirme planı” manşetiyle çıkmıştı. Mehmet Baransu imzasıyla çıkan haber, bir “belge”ye, Genelkurmay Harekât Başkanlığı 3. Destek Şube Müdürlüğü’nde hazırlandığı ve Albay Dursun Çiçek’in imzaladığı ileri sürülen bir “belge”ye dayanıyordu. Söz konusu “belge”, “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlığını taşıyor ve bu “plan” ise AKP ve Fethullah Gülen cemaatini hedef alıyordu.”
Şimdi yeniden tartışma başladı. Kamuoyu bu olayı konuşuyor.
Konu aynı: “İrticayla Mücadele Eylem Planı” belgesinin ıslak imzalı örneği bulundu.
Odatv’de Emre Özsuda’nın 21 Temmuz 2009 tarihli haberine dönecek olursak; Islak imzayı taklit edebilecek makinenin  bulunmuş olması…
Nasıl mı?
Anlatalım:
“Otomatik imza sistemi” olarak adlandırılan sistemle çalışan makine var. Arayanlar internet üzerinden bulabileceklerdir, ancak makinenin üretimini yapan firmanın tanıtımını yapmamak için ismini ve internet sayfasını vermemeyi tercih ediyoruz. Bu konuda cihaz ve teknoloji geliştiren ve kendisini “el yazısı otomasyonunda dünya lideri” olarak tanıtan bir firma var.

Firmanın internet sayfasındaki, sık sorulan sorular ve cevaplarına yer verilen bölümde, bir imza makinesinin ne olduğu soruluyor. Yanıt, bir imza makinesinin, bir şahsa ait el yazısını ve imzayı, yazışma, resim, tebrik kartı, kitap ve diploma gibi pek çok türden belgenin üzerine yerleştirebilen bir makine olduğudur. Tükenmez kalemden dolmakaleme pek çok türde özel kaleminin mevcut olduğuna dair duyuru, yine söz konusu firmanın internet sitesinde mevcut. Söz konusu internet sitesinde dikkat çeken bir nokta daha var: En iyi sonucun alınabilmesi için üç adet orijinal imzanın kendilerine yollanması tavsiye ediliyor. Bilgisayar ortamında kullanılabilecek bir “imza dosyası” için bu orijinal imzalar gerekli oluyor. Bu imzalar, bir orijinal resim dosyasıyla yollanabileceği gibi, faksla da yollanabiliyor. Resim dosyası olması hâlinde, tercihen siyah-beyaz ve resim çözünürlüğünün en az 300 dpi olması; faks olması hâlindeyse, faksın, faks makinesinin izin verdiği en yüksek çözünürlükle gönderilmesi isteniyor. Firma, ayrıca, makul bir ücretlendirme karşılığında, Word ve Wordperfect gibi bilgisayar ve ofis programlarında kullanılabilecek bir imza dosyasının oluşturulabileceğini ilân ediyor. Başka deyişle, üç adet imzasına sahip olduğunuz birinin imzasını, bilgisayar ve ofis programlarında bile kullanabiliyorsunuz. Bu sayede, “imzalı belgeler” basabiliyorsunuz.

Son olarak gözden kaçırılan noktayı, mevcut teknoloji ile imzalı ve orijinal bir belgenin üretilebileceği oluyor. Dolayısıyla, söz konusu “belge” olayında da, eldeki fotokopinin “aslının” incelenmesinden bile kesin bir sonuca varılamayabileceği ortaya çıkıyor.”

Bu açıdan günümüzde ıslak imza üretilmesine imkan sağlayan bu teknik nedeniyle belgenin ıslak imzalı örneğinin varlığı dahi sorunu tam olarak çözmeyebilir.