14 Ağustos 2009 Cuma

DESTINY FOUND!

Kader bulundu mu?Yoksa kader belli oldu? Lost 6. sezonun en önemli iki kelimesi: DESTINY FOUND. İnsanın, hayatı mı kaderini tayin eder, kaderi mi hayatını? Bunu bilmem için Lost'un sononu bilen tek kişi başroldeki Jack'le takılmam gerecek:).Siyah kim? Beyaz kim? Hangisi iyi? Bizim tam 5 senemizi alıp kendisine uhrevi özellikler yüklediğimiz Jakop böylece çekip gidecek mi? Ya jakop ın işlemiş olduğu şiltede yazana ne demeli?"May heaven grant you in all things your heart's desire."Kalbimin arzu ettiği her şey cennette size verilecek".Gelelim en büyük tartışmaya. 6. sezon kimin gözünün açılışı ile başlayacak, Jack, Kate, juliet? Bence tabiki JACK! Jakop beyaz ise, yanındaki kılıksız black smoke mi oluyor? Yani sonunda jakop ı öldürtmeyi başaran john. John ölüyse ve bildiğimiz veya bilemediğimiz fizik kurallarına göre ölü bir kişi aynı anda yaşamayacağına göre Karaduman,(BLACK SMOKE) john mu oluyor? HEPSİ AMA HEPSİ 2010 DA.

ODA .TV'DEN DEVAM: GÜLEN CEMAATİ'NİN ŞİFRELERİ

“Ergenekon” davası ile birlikte Gülen cemaati ve Kemalist kesim arasındaki tarihsel mücadele farklı bir boyut kazandı. Aslında bu süreçte iki temel dinamiğe dikkat etmek gerekiyor.
Birincisi, Kemalizm’in 1990 sonrasında, önceki dönemlerin tersine topluma yönelik yapılanmaya doğru gitmesi, yani devletten kopmasa bile özerkleşme sürecine girmesidir. Kemalist kesim, ulusalcı duruşunu bir taraftan korurken, diğer taraftan da Atatürk sembolü üzerinde serbest piyasada Cumhuriyetin kuruluş günlerine öykünmesi, Post-Kemalist sürecin dinamiklerini ortaya çıkardı. Aynı süreçte çeşitli sivil toplum örgütleri de eğitim alanında yaygınlık göstermeye başladı.
İkincisi ise, İslami kesimde özel olarak Gülen cemaatinin eş zamanlı süreçte Post-İslam’ın temel dinamiklerinden biri haline gelmeye başlamasıydı. Post-İslam’a anlamını veren esas yönü ise, cemaatin son zamanlarda, özellikle de kendisini sivil toplum hareketi şeklinde sunma çabası ile kendine has etik değerleri (ekonomik ve sosyal alanda) post-modernleşmenin sunduğu imkanlarla yoğurarak neo-dinsel kolektif kimlik inşasında aramak gerekir.

YEŞİL KUŞAK PROJESİ VE CEMAAT

Öncelikle cemaatin yükselmesinde etkili olan nesnel faktörleri görmekte fayda var. Bunlardan birincisi ABD’nin Sovyetler Birliği zamanında Orta Asya’ya kadar uzanan ve komünizme karşı İslam’ı alternatif gösteren Yeşil Kuşak Projesi’dir. Bunun Türkiye’deki ayağı, 12 Eylül’den sonra dini toplumun her alanına yayan bir devlet politikası oldu.
Diğer İslami hareketler gibi Gülen cemaati de bundan oldukça nasiplendi ve Nakşibendilikten, Said-i Nursi ve Mevlana gibi çeşitli öğretileri sentezleyip siyasal görünümünü ikinci plana iten esasında insani değerler ve rasyonelleşme üzerinden örgütlenen bir ağ oluşturmaya başladı.
Neo-liberal politikaların sosyal devlet anlayışı törpüleyen yönleri, kırdan kente göç eden kitleleri devlet odaklı formel dayanışma mekanizmalarından mahrum bıraktı ve cemaat gibi aktif dayanışmayı sağlayan mekanizmaların egemenliğine terk etti.
Yeni kapitalist dünyadaki temel eşitsizliklerin derinleşmesinin tersine sosyal devlet anlayışının gerilemesi ve bunun sonucunda Türkiye’de ortaya çıkan boşluğu en iyi şekilde cemaat doldurmaya çalıştı.
Cemaatin bugün devlet içinde örgütlenmesinin gereğini ise onun içsel özelliğinde aramak gerekir. Elisabeth Özdalga, İslamcılığın Türkiye Seyri (İletişim,2006) adlı eserinde, modernleşme sürecinde, genişleyen bürokrasi ve diğer faktörlerin de etkisi ile dinin heterodoksi (sufilik, şeyhlik vb gibi daha yakın ve duygusal bağlar) yapıdan Ortodoks görüşlerin hâkim olduğu bir anlayışa doğru kaydığı yönünde haklı bir yorumda bulunur. Böylece şehirde ekonomi-politik açıdan din çeşitli sosyal sınıfların ve statü gruplarının etkisi ile daha kararlı bir hal almış olmaktadır.
Bu süreçte birinci rolü devlet uygulamaya çalışmış olsa da cemaatlerin etkisi de önemli ölçüde sürmüştür ve hatta artmıştır.

"EYLEMCİ DİNDARLIK"

Nur Vergin’in Ereğli’de yaptığı araştırmada (1973) sanayi tesislerinin kurulması ile birlikte sosyal değişimde köylülerin gelenekselci yönleri ile modern davranışları bir araya getiren Nakşibendi tarikatına katılmaları ile sonuçlandığını görüyoruz. Yine Işık ve Pınarcıoğlu’nun Sultanbeyli’nin kuruluş sürecini betimledikleri Nöbetleşe Yoksulluk (2002) adlı çalışmalarında da, gecekondulaşma süreçlerinde etkili olan patronaj ilişkilerde kim öncülük etmişse onun ideolojik-dinsel egemenliğinin hüküm sürdüğü ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla devlet, sosyal devlet olma sorumluluğunu nasıl cemaatlere bırakmışsa, kentleşme sürecini de piyasaya bıraktığı için benzer sosyal yapılaşmanın farklı alanlarda tezahür etmesine de neden olmuştur.
Özdalga, aynı eserinde cemaati farklı kılan üç yönüne dikkati çeker.
Bunlardan birincisi, eğitimin örgütlenmesidir.
İkincisi Max Weber’in “siyasi örgütlenmeden kurtuluş” olarak adlandırdığı cemaatçi dinin etkileri ile ilgilidir.
Üçüncüsü ise Türkiye toplumunun demokratikleştirilmesi ile orantılı olarak şiddet karşıtı ve çileciliğe dayalı bir ideoloji geliştirmiş olmasıdır. Bundan dolayı da Protestanlık gibi İslam’ın misyonerliğini kendine görev bilmektedir.
Özdalga’nın “eylemci dindarlık” olarak tanımladığı Gülen’in ise “aksiyon insanı” dediği, siyasi olmayan, kişinin gündelik ve mesleki hayatında en iyisini başarmakla görevlendiren, sürekli iş halinde olmasını savunan ve bunu da hizmet ve hayırseverlik duygusunun motivasyonu ile sağlayan ama aynı zamanda kontrol edilen eylemsellik bu misyonerliğin itici gücü niteliğindedir.

AKSİYON NEDİR, ZAMAN NEDİR

Cemaatin nasıl bir kolektif bilince sahip olduğunu kendi yayın organlarının sembolik anlamında dahi yakalanabilir.
Her biri bir “puzzle”ın parçaları gibi işlev görürken bir araya getirildiklerinde ise kolektif bilinç ve kimliğin bütününü yansıtırlar.
“Aksiyon” isminin gerekçesini zaten yukarıdaki ifadelerden çıkarılabilir.
“Zaman” ise, toplumda çok yaygın olarak bilinen ve olumlu anlamlar yüklenilen ata sözleri düşünüldüğünde ve cemaatin “eylem insanı”nın sebatkar, kararlı tutumunun zamanla mükafatlandırmayı da içeren anlamı dikkate alındığında arka plandaki imge anlaşılacaktır.
Cemaatin “aksiyon insanı”nın eğitimden ticarete, siyasetten sosyal alanın her boyutuna kadar bir “Sızıntı”yı bu minval içinde taşıyor oluşu da bütünün başka bir parçasıdır.

ÇYDD'DEN NEDEN RAHATSIZLAR

Cemaatin siyasi olmayan “toplumsal eylemselliği” daha çok eğitim ve ticaret alanlarındaki faaliyetlerinde görmekteyiz.
Bilimi bir çeşit ibadet dili olarak gören cemaat, İslam’ın geleneksel iman özelliğine uygun davranışlardan çok iman-ötesi (ki bu kişin toplumda yaptığı iyi işler dolayısıyla örnek bir “temsil” birey olmasını içerir) fikirlere göre hareket eder.
Cemaat tabanının talep edeceği militan eylemselliği, Allah adına hayır işleri yapmak ile bu dünyanın militanca reddi ve yeni bir sosyal düzenin kurulması için barışçı bir politika oluşturma çabası ile dengelemeye çalışmıştır. Okul içi/dışı tüm davranışlar bu yönde birer örnek olması gerektiği için devletin formel eğitim anlayışına da alternatiftir.
Bunun bir nedenini Şerif Mardin’in bir metafor olarak belirttiği, “öğretmen”in tarihsel olarak “imam” karşısındaki yenilgisinin gerekçesi olan “iyi”, “güzel” ve “doğru” hakkında İslami kesimin ve özel olarak da cemaatin her açıdan sosyalleşme süresince cevap olabilmesinde aramak gerekir.
Cemaatin dinsel hayatla sosyal ve çalışma hayatını birleştiren etik değerler ortaya koyması bu açıdan önemlidir. Başarılı öğrencilerin kaldığı yurtlardaki sosyalleşme süreçleri ve Işık Evleri gibi mekânlar bu kimliğin bütünleştirici faaliyetleridir.
Buna karşın ÇYDD’nin de burs verdiği öğrenciler ile her hafta sonu çeşitli etkinlikler düzenleyerek kendi anlayışı çerçevesinde bir sosyalleşme ağı sunması, bu açıdan cemaati ciddi anlamda rahatsız etmesi son derece anlamlıdır.

DÖRT YANDA MÜCADELE

İlk dönemlerde Kemalistlerle olan mücadele, siyasi alandan çok kültürel ve kamusal alanla ilgiliydi. Günümüzde ise siyasi, kültürel, kamusal ve ekonomik alanlarda da çetin mücadelenin yaşandığı görülüyor. Kendi felsefesine uygun olarak açık siyaset yapmak yerine toplumda oluşturduğu ağ ilişkileri ile gücünü kullanmaya çalışan cemaat, kamusal alanın şekillendirilmesinde sessiz ama önemli bir güç olarak varlığını hissettiriyor.
Yetiştirmiş olduğu kadroların bürokraside yükselmesi, Emniyet gibi kritik yerlerde yaygınlık kazanması, AKP’nin hükümetten iktidara doğru kaymasına paralel olarak, cemaatin de devletleşme yönelimi içinde olduğunu gösteriyor.
Bu açıdan derin devletin de bir değişim sancısı çektiği biliniyor. Örnek olarak, toplumsal eylemlerde sarkık bıyıklı polisler yerini badem bıyıklı polislerin alması verilebilir!!
Tüm insanlığı kuşatan evrensel sevgi, dindarlık, alçakgönüllülük, özeleştiri, siyasi olmayan toplumsal eylemcilik ve profesyonellik (eğitim) gibi ortak değerlerin aktörü olarak gören cemaat yandaşları aslında insani değerlerin insani bir sorumlulukla değil, cemaat sayesinde farkına varılan bir tutum olduğu izlenimi ortaya çıkarmaktadırlar ki o derece cemaatle bu değerler özdeşleştirilmektedir.
Dolayısıyla bu ortak değerler cemaatin amaçları doğrultusunda amaç olarak değil, araç olarak kullanılmaktadır. Toplumun cemaatin eğitim kurumlarını kaliteli, cemaati de bu açıdan hoşgörülü bulma yönündeki yanılgısının altında ise ortak değerlerin amaç olarak görülmesi yatmaktadır.
Cemaat böylelikle her kutuplaşma ve çatışmanın çözümü olacak toplumsal barışın kendi egemenliği altında gerçekleşebileceği düşüncesini beslemektedir.

LAİKLİK YANILGISI

Üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da Gülen okullarının laikleşme eğilimi gösterdiği yolundaki yanılgıdır. Oysa laiklik eğitimin veriliş şekli ile değil, yetiştirmiş olduğu bireylerin toplumdaki davranışları ile ilgilidir.
Laik eğitimin verilmesi formel eğitim dışında laik davranıldığı sonucunu çıkarmaz. Asıl önemli taraf, sosyalleşme sürecinin nasıl şekillendirildiğidir.
Laik birey, hiçbir güce bağlı kalmadan bağımsız düşünebilme ve davranabilme yetisine sahiptir. İnsani değerleri cemaat sayesinde kazanan bireyin ne derece laik ve özgür olduğu tartışmaya açıktır.
Bu noktada cemaatin hümanist açıdan yorumu da yanlış ve eksik bir yorumdur.
Ercan Geçgin
Odatv.com

SONUNDA ERGENEKON'UN 1 NUMARASINI (NUMBER ONE ) BULDUK ARKADAŞLAR!

ERGENEKON'UN 1 NUMARASI: REHA OĞUZ TÜRKKAN,
Oda tv'den alıntıladım. Okuyun öğrenin
Yazar Beşir Ayvazoğlu titiz bir araştırmacı.

Son dönemde nitelikle biyografik eserler yazıyor.

Zaman Gazetesi'ndeki köşesinde ise bir süredir Ergenekon mitolojisinin Türk tarihindeki yeri ve önemi konusunda makaleler kaleme alıyor.

Ayvazoğlu'nun bir kitap olacak kadar uzun olan araştırmasından kısa bir bölüm yayınlıyoruz.

"(...) 1930'ların ortalarından itibaren, Türk Tarih Tezi'ne ve daha sonra hümanist kültür politikasına muhalif, Orta Asya Türk tarihine ve Türk mitolojisine farklı bir anlayışla sahip çıkan Türkçü gruplar, görüşlerini savunmak için Orhun, Atsız, Ergenekon, Tanrıdağ, Bozkurt gibi isimler taşıyan dergiler çıkarmaya başlarlar.

Ergenekon, Reha Oğuz Türkkan'ın Ankara'da henüz lise öğrencisiyken çıkardığı aylık bir dergidir.

Ergenekon'u çıkarmadan önce Reha Oğuz ve dokuz arkadaşının bir deftere yazdıkları "ırkçı-Türkçülük prensipleri" etrafında birlikte hareket etmeye, ancak devletin gençlik hareketleri karşısındaki tavizsiz tutumunu bildikleri için bu birlikteliği gizli tutmaya karar verdiklerini hatırlatmak isterim.

Reha Oğuz, geçenlerde yayımlanan "Arayan Adam: Hani Ben Çocukken... Delikanlıyken de" adlı kitabında bu dergi macerasını anlatıyor ve dokuz arkadaşının isimlerini veriyor.

Daha sonra farklı bir çizgiye kayan şair Ceyhun Atuf Kansu'nun (Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Işık kansu'nun babası-odatv) bu dokuz kişiden biri olduğunu bu kitaptan öğrendim.

Dokuz kafadar, Tarama Dergisi'nden buldukları, "insanların birliği" anlamına gelen "Gürem" kelimesini gizli cemiyetlerine isim olarak seçmiş, hatta Dr. Avni Motun adında, güya perde gerisinde kalmayı tercih eden esrarengiz bir de şef uydurmuşlardır.

Ergenekon, bu gizli örgütün yayın organı olacaktır.

Reha Oğuz Türkkan, ilk sayısı 10 Kasım 1938 tarihini taşıyan Ergenekon'daki tarih, felsefe, tarih felsefesi, sosyoloji, ırkiyat, edebiyat vb. konulu yazıların çoğunu asıl ismiyle ve R.O.T., Reha Kurtuluş, M. Öztürk, Mete Turanlı, Ergenekon.. gibi müstear isimlerle kendisi yazmıştır.

"Kısa Felsefe Tarihi" ve "Tarih ve Tekâmülün Âmili" gibi, on sekiz yaşında bir gençten beklenmeyecek iddialarla yazdığı "eser"lerini de tefrikaya başlayan Reha Oğuz'un etrafında esrarlı bir hava yaratmayı başardığı anlaşılıyor. Derginin 10 Kasım 1938 tarihli ilk sayısında, kapağın en üst kısmında "Her şeyin üstünde Türk ırkı!" ibaresi, ortasında naif çizgilerle bir kurt başı ve üst sağ köşede ay-yıldız, altta da yay ve üç ok resmi yer alır. Ziya Gökalp'ın "Ergenekon Destanı"ndan bir bölümü de hatırlatma kabilinden yayımlayan Reha Oğuz'un yüksek perdeden meydan okuyucu bir üslûpla kaleme aldığı başyazının başlığı şöyledir: "Yeni Ergenekon Destanı".

Ergenekon, muhtemelen Reha Oğuz'un birinci sayıda asıl ismiyle yazdığı "Faşizm Tehlikedir!" başlıklı yazı yüzünden üçüncü sayısında Almanlarla ilişkilerimize zarar verdiği gerekçesiyle Milli Şef yönetimi tarafından kapatılmıştır.

Eski Türkçülerin büyük iddialarla ortaya çıkan çocuk denecek yaştaki "Bozkurtçu" gençleri ciddiye almadıkları, Reha Oğuz'un Nihal Atsız'la görüşme teşebbüsünün sonuçsuz kalmasından anlaşılıyor.

Ancak devlet Reha Oğuz'u da, onun sekiz arkadaşıyla birlikte kurduğu, çocukça bir fanteziden başka bir şey olmayan Bozkurt Güremi'ni de ciddiye alıyordu. Bu örgüt, Almanların yenilmesi üzerine Irkçı-Turancılar hakkında açılan meşhur davada iddianamenin en önemli malzemelerinden biri olacaktır."

ABDULLAH GÜL NEDEN NORŞİN DEDİ?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bitlis’in Güroymak ilçesine “Norşin” demesinin yankıları sürerken bazı köşe yazarları da tartışmaya farklı bir boyut getirdi.



Norşin isminin aslından Nurşin olduğunu söyleyen yazarlar aslında bu ismin Saidi Nursi’den geldiğini söylüyordu. Bu tartışmalara Saidi Nursi ile ilgili yazıları ile bilinen Risalehaber.com adlı sitenin yazarı olan Nurettin Huyut da katıldı. Huyut yazısında Saidi Nursi ile Norşin bağlantısına açıklık getirdi. İşte Nurettin Huyut’un yazısı:



Norşin veya Nurşin biri Bitlis’te bir ilçenin adı (Norşin), diğeri Van’da bir caminin adı (Nurşin) .

“Yeni oluşmuş yerleşim” anlamına geliyor. Van’da bu kelime Nurşin olarak değişime uğramış…

Bu kelime kendi mekanında ve Norşin halkının önünde, Cumhurbaşkanı tarafından telaffuz edilince tartışmanın adı olmaya yetti. Bir anda bir takım senaryoların ve bir kısım tartışmaların da adı oldu.

Bilindiği üzere 1960’lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde küçük nüfuslu, ismi duyulmamış tüm ilçe ve köylerin adları, çıkarılan bir kanunla bir gecede değiştirilmişti. Fakat bu durum umumiyetle makes bulmamış, hemen hepsi eski adları ile telaffuz edile gelmiştir. Hatta bir kısım ilçeler ilgili kurumlara müracaat ederek düzeltme cihetine gitmişlerdir. Güroymak (Norşin) da bu günlerde bu değişimi düzeltmek için Milletvekilleri aracılığı ile isim değişikliği önergesini meclise taşımış bulunuyor. Umarız isteklerine kavuşurlar. Her şey (eskilerin tabiriyle) aslına rücu eder, yani normale döner.

Bizi ilgilendiren ciheti bu tartışmaların yönünün bir şekilde, bir takım yazarlar tarafından, Üstadımızın Norşin Medresesinde ders almış olmasına kaydırılmasıdır.

Güya Bediüzzaman Hazretleri orada ders aldığı için bu isim telaffuz edilmişmiş...

Bir diğer adı Şeyh Abdurrahmanı Taği Medresesi olarak geçen bu medrese Bitlis’in Hizan İlçesine bağlı İsparit nahiyesinin Tağ köyünde kurulmuştur. Bu konuda bilgisine başvurduğumuz Sabri Okur (Nurslu -bugünkü adı Kepirli- Bediüzzaman Said Nursi’nin akrabası) şunları söylemiştir.

“Bediüzzaman hazretlerinin de orada eğitim aldığı, Tağ köyünün ismiyle anılan bu medrese Nurs’a (Kepirli) dört km. mesafededir. Bu medreseyi Şeyh Abdurrahmanı Taği hazretleri kurmuştur. Bu medreseyi kurduktan bir müddet sonra Norşine geçmiş ve medresesinin bir şubesini de orada açmıştır. Oradaki bu medreseye bugün Norşin Medresesi deniyor.

Bu gün Güroymak adını alan bu ilçenin bir de yaylası var. Adı Şeyhan Yaylası (Risale-i Nurlarda adı geçiyor) Şimdiki Norşin’in (Güroymak’ın) dağ tarafında ve Şeyh Abdurrahmanı Taği hazretlerinin metfun olduğu yerin yukarı bölgesindedir.”

“Bediüzzaman Hazretleri daha çocuk denecek yaşlardayken Tağ Medresesinde okumaya gider. Oradan da zaman zaman Hocası ve Abisi Abdullah ile birlikte Norşin’e gelir. Bir defasında yaz aylarına denk geldiği için de Norşin halkı ile birlikte o da Şeyhan Yaylasına giderek derslerine orada devam eder. Tarihçe-i Hayatta geçen malum hadiseyi işte bu yaylada yaşamıştır.”

Tarihçe-i Hayat’ta da bu mesele kısaca şöyle ifade edilmiştir. “Biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurşin köyüne geldiler. Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan Yaylasına gittiler.” (Tarihçei Hayat sh. 49)

Ayrıca, Said Nursi’nin 1922’de Ankara’dan Van’a geldiğinde -sürgün edildiği tarihe kadar- Nurşin isminde bir camide kaldığı bilinmektedir. Eskiden camiler aynı zamanda birer medrese gibi kullanıldığından Üstad da orada bir kısım talebelerine ders verir. Burada bir çok talebe yetiştirdiğini biliyoruz. Bunlardan ismini sayabildiğimiz Molla Hamid, Molla Resul ve Molla Habib gibi… Bir de zaman zaman yanına giden Bekir Tunçtürk var.

Üstad kışın Nurşin Camiinde kalır ama yaz ayları geldiğinde Erek Dağına çıkar talebelerinin kazdığı bir sütrede (Üzeri ağaç dalları ile örtülmüş toprak çukur) yazı geçirir.

Bu kısa bilgiden sonra isterseniz asıl meseleye dönelim.

Cumhurbaşkanı söylediği bir sözün buralara kadar varacağını bilemezdi elbet. Ama basın bu, nerede nasıl davranacağını bilemezsin. Habbeyi kubbe, kubbeyi de habbe yapmakta üstüne yoktur.

Madem mesele açılmış biz de bu konuda görüşlerimizi iletelim…

Bediüzzaman Hazretleri Bitlis’in Nurs köyünde dünyaya gelmiş ve yine o günün üniversitesi sayılan Abdurrahmani Taği (Norşin) Medresesinde yetişmiş bir kişidir. Ayrıca bulunduğu bölgenin problemlerini teşhis ederek yüz sene önce mükemmel öneriler sunan ilk insandır.

Mesela o bölgenin en büyük hastalıklarından birinin “cehalet” diğerinin de “ırkçılık” olduğunu tespit ettikten sonra buna çare olarak Van’da, Bitlis’te ve Diyarbakır’da birer Üniversite kurulmasını önermiştir. Gerek Sultan Reşat zamanında gerekse Cumhuriyet döneminde bunun için tahsisat çıkarmayı başaran ilk ve tek kişidir.

Denebilir ki, o gün bu teşebbüs başarı ile sonuçlanmış olsaydı, yetkililer onun teklifini kabul edip uygulasalardı şüphesiz bu gün “Kürt Sorunu” diye bir sorun yaşanmıyor olacaktı. Ama olmadı üzerinden tam yüz yıl geçti.

Ve Cumhurbaşkanı geçen hafta işte o üniversitenin, şimdiki adıyla Eren Üniversitesinin temelini atmış oldu.Bu vesile ile şunu da ifade etmek isterim. Konuşmalarda bir vefa borcu olarak o Zatın da ismi bir şekilde ifade edilebilirdi, ama edilmedi. Önemli olan onun isminin telaffuz edilmesi değil. Kendisinin de zaten böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Burada öncelikli olarak önemli olan şey, cehaleti yıkacak böyle bir kurumun tesis ediliyor olmasıdır.

Bana göre ondan çok, o Üniversitenin ve Bitlis ilinin buna ihtiyacı var. Bugün bütün dünya Bediüzzaman’ı tanıyor ve biliyor. Onun isminin orada geçmesi Üstada değil üniversiteye fayda sağlayacaktı. Nitekim her şeye rağmen birçok gazete ve köşe yazarının olayı Bediüzzaman’la ilişkilendirerek vermesi bu iddiayı destekliyor diyebilirim.