30 Ağustos 2009 Pazar

BENİM ALLAH'IM!

Marcel Proust’un çok yıllar önce keşfedip yazdığı gibi geçmişin anıları, kokular âleminin muhafızlığında saklanır ve her koku bir kapı açar o unutulmuş sandığınız zamanlara.

Üstüne çörek otu serpilmiş pişkin pide kokusu, birçokları gibi beni de alır bir fırının kapısına götürüp bırakır.

Vakit nedense sonbaharın son günleridir.

Hava serincedir ve akşam inmeye hazırlanır.

Kendine bir iş yaratmak isteyen yaşlı amcalarla çocukların biriktiği uzun kuyruktakiler, minare ışıkları yanmadan önce pideleri alıp iftara yetiştirebilmek için telaşlarını saklayan bir sabırla beklerler.

Sünnet hediyesi bir saati bileklerine takabilmiş olan çocuklar sık sık saatlerine bakarak iftar vaktini hesap etmeye uğraşırlar.

Ben o çocukların arasında beklerim.

Ayaklarım üşür hafiften, açlığımla gurur duyarım.

Diğer çocuklar gibi benim de yüzümde başka zamanlarda pek rastlanmayan bir ciddiyet vardır, önemli bir iş yapmakta olduğumu bilirim.

Ramazan’ı belki de en çok bundan severim.

İftar sofrasına oturulduğunda kimse çocuk muamelesi yapmaz sana, oruç tutmaya başlaman büyüdüğünün işaretidir ve büyükler şefkatli bir saygıyla davranırlar büyümeye başlayan çocuklara.

Fırına girdiğinde, pişkin hamur kokulu sıcacık bir buhar çarpar yüzüne.

Fırıncı, uzun saplı küreğini ateş renkli fırın kapağından içeri sokar ve olağanüstü bir ustalıkla içerdeki pideleri seri hareketlerle küreğinin üstüne dizip hızla çeker.

Çıraklar, müşterilerin elleri yanmasın diye kâğıtların üstüne koyup verir pideleri.

Ama ellerin gene de yanar.

Konuşmalar kısa kısadır, kaç tane istediğini söylersin sadece.

Elinde hazırladığın parayı verirsin, aceleyle alırlar.

Kutsal bir ortaklık, herkesi iftara zamanında yetiştirebilmek için müthiş bir yardımlaşma vardır.

Kimse kimsenin sırasını kapmaya çalışmaz.

Ezana birkaç dakika kala pideleri alıp hızla koşmaya başlarsın, bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olursun ama zaferle girersin eve.

Sofra hazırdır.

Herkes sofranın başındadır.

Topun patlamasını sofrada beklemek sevaptır çünkü.

Teyzen hemen pideleri parçalayıp bir kayık tabağa dizer.

Sen de sofraya oturursun.

Top patlar.

Hayır, acele etme, açsın ama gene de aç değilmişsin gibi uzanmalısın o ilk zeytin tanesine.

Büyük bir adam gibi.

Sen artık büyüdün, sen oruç tutuyorsun, sen bu sofrada saygı görüyorsun.

Ve, Allah seni seyrediyor.

Her davranışını görüyor, onun için oruç tuttuğunu biliyor, telaş ederek onu utandırmamalısın, sabrı öğrenmelisin.

İlk zeytinin damağına yayılan kekremsi tadı, sonra bir bardak su.

Sonra çorba.

Çorbadan sonra ilk mırıltılı konuşmalar.

Gerçek, saf, içe işleyen bir mutluluk, bir sevinç, büyük bir koruyucun olduğuna inanan o mutlak güven ve huzur.

Sen iftarını açarken Allah sana gülümser, memnun olur, sen iyi bir çocuksun seni sever, sen onu seversin.

Benim Allahım öyleydi, severdi beni, onu kızdırdığımda bile severdi, ben de onu severdim, korkmazdım hiç ya da diyelim babamdan korktuğum kadar korkardım, daha fazla değil.

Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu.

“Bu benimki değil” dedim, dinimiz birdi ama Allahımız farklıydı artık.

Yollarımız ayrıldı.

Ben çocukken teraviye korktuğumdan gitmiyordum ki, oraya sevindiğimden gidiyordum, Allah gülümsesin diye gidiyordum, memnun olsun diye gidiyordum ve o memnun olduğunda ben çok seviniyordum.

İyiydi bizim aramız.

Konuşurduk bile.

O bana pek cevap vermezdi, daha ziyade ben söylerdim o dinlerdi, isteklerimi samimice anlatırdım, “şu sınıfı geçmeme bir yardım etsene” derdim, sesini duymazdım ama gülümseyip “böyle haylazlık edersen benden yardım bekleme” dediğini sezerdim, hiç gücenmezdim, gülümserdim, “çalıştıktan sonra ben de geçerim ne olacak” demezdim ama aklımdan bunun geçtiğini onun bildiğini bilirdim.

Küstü mü acaba diye endişelenirdim.

Kızması değil ama küsmesi kötü olurdu, bak küsmesinden korkardım.

Onu küstürecek bir şey yapmadım.

Büyüdüm, günah işledim ama onu küstürecek günahlar değildi bunlar, bilerek kimseye kötülük etmedim, kimsenin hakkını yemedim.

Benim günahlarıma sizin Allahınız çok kızabilir, benimki kızmaz işte, belki bana şöyle bir parmağını sallar ama o kadar.

İyidir o, çok iyidir.

Onun için belki ben, fırın kapısında pide bekleyen çocuğu böylesine şefkatle ve sevinçle hatırlarım.

Onun için belki ben, işler çok sıkıştığında şöyle gökyüzüne doğru bir bakarım.

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

GÜNÜN GAZETE MANŞETLERİ






SEVR'DEN BOP'A TÜRKKİYE!

GENERAL !

Sevr Antlaşması imzalanmadan hemen önceki günlerde Padişah Vahdettin, Yıldız Sarayı’nda 22 Temmuz 1920’de, koşulların red ya da kabul edilmesi konusunda görüş almak üzere bir Saltanat Şûrası toplamıştı.



Şûra’ya önde gelen devlet adamları, kimi aydınlar ve yüksek rütbeli askerler (paşalar) katılmış bulunuyordu. Durum, koşulların çok ağır olduğu, ancak antlaşma imzalanmazsa devletin varlığının sonra ereceği, buna karşılık imzalanırsa, o koşullarda bile yaşama şansının olabileceği biçiminde özetlenmişti. Görüşler alındıktan sonra padişah, koşulları kabul edenlerin ayağa kalkarak oylarını bildirmelerini isteyince, bir kişi dışında tümü de ayağa kalkmıştı.



İşte, Sevr Antlaşması’nın imzalanması için alınan bu karar, devleti temsil edenlerin devlet adına aldıkları bir karardı.


Ayağa kalkmayarak yerinde oturmayı sürdüren kişi ise, Topçu Feriki (Tümgeneral) Rıza Paşa idi.



Evet, tek bir kişi!


Öte yandan, o günlerin “aydın” geçinen okumuş yazmışları, eli kalem tutanlarının büyük çoğunluğu, Amerika’nın ya da İngiltere’nin “manda” sının sağlanması gerektiği düşüncesindeydiler. Onlara göre, ancak bu iki ülkeden birinin boyunduruğu sağlanacak olursa, o durumu ile de olsa devleti yaşatmak olanaklıydı.



Bu tutum o kadar utanç verici idi ki, ABD, neden Amerikan mandasının istendiğini araştırmak üzere İstanbul’a bir heyet gönderdiğinde ve bu heyet ABD elçiliğinde dönemin önde gelen kişilerini ve cemaat liderlerini çağırarak görüşlerini aldığında, heyetin yanından çıkan hemen herkes neden Amerika’nın mandasının gerekli olduğunu kapıda bekleşen gazetecilere anlatıyorlardı.



Oysa, 4 Ağustos 1919 günlü İfham ve 5-6 Ağustos günlü İstiklal gazetelerinin bildirdiğine göre, çağrılanlardan Hahambaşı Hayum Nahum Efendi gazetecilere “Musevî unsuru kimseyi tercih etmiyor” diyecekti!...


Ve yine ne acıdır ki, Millî Mücadele kahramanlarının kimileri de mandacı idiler. Hatta Sivas Kongresi’nin başlıca tartışma konularından biri mandanın kabul edilip edilmemesiydi ve katılanların bir çoğu Amerikan mandasının kabulünü istemişlerdi. Örneğin, Refet Paşa,



“Bizim Amerikan mandasını tercih etmekten maksadımız, ....İngiliz mandasından kurtulmak ve sakin ve milletlerin vicdanlarına riayetkâr Amerika’yı kabul etmektir....” demişti.



Rauf Bey’e göre de (Orbay) “....bu tehlike karşısında memleketimize karşı en bitaraf vaziyette bulunan Amerika’nın müzaheretini kabule mecburuz...” (Atatürk, Nutuk’ta Refet Paşa’nın ve Rauf Bey’in bu konuşmalarına yer vermektedir.)



İsmet Paşa bile, Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektubunda “Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde, Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniyor ki ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalanmadan Amerika’nın murakabesine tevdi etmek yaşayabilmek için yegane ehven çare gibidir...” (Mektubun tam metni, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı kitabında bulunmaktadır. Ayrıca, Kazım Karabekir de yayınlamıştır.)


Dahası, bir dünya savaşından daha yeni çıkmış koskoca Osmanlı İmparatorluğu ordusunda çok sayıda general bulunuyordu ama bunlardan Millî Mücadele’ye katılanların sayısı iki elin parmak sayısını geçmez. İsmet Paşa bile, başlangıçta albay rütbesindeydi.


Atatürk, Nutuk’ta mandacılar için şöyle der:


“...Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, beşeriyet-i mütemeddine [uygar insanlık] muvacehesinde [karşısında] uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye kesb-i liyakat edemez [hak kazanamaz.] Ecnebi bir devletin himaye ve sahabetini [sahipliğini] kabul etmek, insanlık evsafından mahrumiyeti, acz ü meskeneti [güçsüzlük ve miskinliği] itiraftan başka bir şey değildir... Halbuki Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır!....”


Diyeceğim o ki, aydın olmak, subay olmak, hele general olmak kolay bir iş değildir.