2 Eylül 2009 Çarşamba

FETHULLAH GÜLEN ABDULLAH ÖCALAN REALİTESİNİ TANIDI MI?

Abdullah Öcalan 16 Ağustos 2009 tarihli görüşme notunda ilk defa Fethullah Gülen ile ilgili olumlu sözler kullandı. Öcalan konuşmasında: “Ben Fethullah Hoca'yı takip ediyorum, okuyorum. Olumsuz değerlendirmiyorum. Kürdistan'da okulları cemaatleri var. Örgütlüler. Demokratik temelde, karşılıklı yaklaşımlar olabilir” dedi.

Öcalan’ın bu açıklaması hem Fethullah Gülen’e övgü hem de “karşılıklı yaklaşımlar olabilir” diyerek önümüzdeki döneme ilişkin bir teklif olarak anlaşıldı.

Fethullah Gülen’e yakın Zaman gibi gazeteler, Aksiyon gibi dergiler, Samanyolu Tv gibi televizyonlar ya da Fethullah Gülen’den haberler vermek üzere pek çok internet sitesi vardı. Ancak Türkiye’de pek çok yayın organında çıkan bu açıklama buralarda yer almadı. Oysa cemaatin yayın organları Gülen’e ilişkin hemen hemen her açıklamayı yayınlıyorlar, olumsuz olanları ise cevaplıyorlardı.

Odatv olarak günlerdir bekliyoruz ancak Öcalan’ın bu açıklaması herhangi bir cemaat yayınında yer almadı. Cemaat bu açıklamalara yer vermedi.

Taraf Gazetesi’nin Alperenler’den dayak yiyen yazarı 22 Nisan 2009 tarihli yazısında her iki tarafa birbirini tanıma ve Kabul etme çağrısı yapmıştı. İki tarafın bir araya gelmesi durumunda İttihatçı zihniyetin sona ereceğini söylemişti. Açıklamayı yapan yazar, her iki tarafın birbirinin realitesini tanımasını önermişti.

Abdullah Öcalan bu açıklaması ile Fethullah Gülen realitesini kabul etmiş oldu.

Şimdi herkes şunu soruyor: “Fethullah Gülen sessiz kalarak Abdullah Öcalan realitesini kabul mü etmiş oldu?”

Odatv.com

A- HA İŞTE PREMİER LİG

AĞZINDAKİ BAKLAYI ÇIKARDI. ÇANDAR YOL HARİTASININ ÖZÜNÜ AÇIKLADI

Tanımakta fayda arkadaşları.Neler yazıyorlar neler.Noktasına dahi dokunmadan aşağıya ilintiledim cengiz çandarın Radikaldeki yazısını..
‘Kürt Açılımı’nın önüne Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi’ni dikmeye ve böylece ‘açılım’ın önünü kesmeye çalışmak siyaseten de, ahlaken de doğru değil.
Anayasa’nın söz konusu 3. Maddesi ‘değiştirilemez’ ve ‘hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeler arasında.
Bunu, yani 3. Madde’nin ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ olduğunu hatırlatıp, söz konusu maddeye yapay bir ‘kutsallık zırhı’ geçirmenin anlamı yok.

Matbu metinlerde ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez‘ hükümler, ancak Kuran’ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes gibi monoteist dinler ya da Hinduizm, Budizm gibi inanç sistemleri kutsal metinlerine özgüdür.
‘İlahi’ yönü olmayan ve ‘insan yapımı’ olan hiçbir metnin ‘kutsallığı’ yoktur ve pekala değiştirilir. Hele, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gibi 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin ürünü olan ve hukuk açısından sakat doğmuş bir metnin ‘değiştirilemez’ ya da ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ gibisinden hayat pratiğinin asla geçerli kılamayacağı ‘yasakçılık’ zihniyetine sığınması, Anayasa Hukuk mantığı açısından, demokrasi açısından, her açıdan kabul edilemez niteliktedir.
Ve, TC Anayasası’nın ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirimesi teklif dahi edilemez’ maddeleri de bir gün mutlaka değişecektir. Bunu bir kenara yazın.

Türkiye’de demokrasi ile faşizm arasındaki mücadele süreci, ilki lehine ağır bastıkça, kaçınılmaz olarak sıra, Askeri Darbe’nin aslında kendisine ‘dokunulmazlık’ izafe etmek için icat ettiği o ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddelerine mutlaka gelecektir.
Bu konunun bir yönü. Ama burada üzerinde durmak istediğimiz pratik yönü; ne diyor 3. Madde?
“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.”
Gündemdeki ‘Kürt Açılımı’ tartışmalarında, bu madde tartışma konusu olmadı ki. Ne başkent, ne bayrak, ne ülke, hatta ne resmi dilin Türkçe olması; bunların hiçbiri ‘değişsin’ önerisi, hatta niyeti ortada yok.
Peki niçin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, ‘Kürt Açılımı’ tartışması topuna hiçte gerekmediği halde girdiği vakit, açıklamasının başına Anayasa’nın 3. Maddesi’ni yerleştirdi?
Bu, ‘üniter devlet-ulus devlet’ kavramlarına ilişkin çarpık bir yorumdan kaynaklanıyor. Genelkurmay Başkanı da, o çarpık yorumdan besbelli etkileniyor.
***
Orgeneral Başbuğ’un nezdinde Anayasa’nın 3. Maddesi’nin vurucu yanı ‘Türkiye’nin ‘devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün’ olduğunu belirten sözcükleri. ‘Üniter’ ve ‘ulus-devlet’in tanımı bu ‘bölünmez bütünlük’te algılanıyor.
Bu haliyle bırakıldığında hayli sığ bir anlayış böylesi. Çünkü bir başka ‘üniter devlet’ olan İspanya’nın 1978 tarihli Anayasası’nın 2. ve
3. maddeleri ile bayrağı tanımlayan 4. maddesi, bizimkinin 3. Maddesi’ni çağrıştırıyor.
Ama sadece çağrıştırıyor.
Bakın İspanya Anayasası’nın 2. Maddesi’ne: “Anayasa, İspanya ulusunun çözülemez birliğine, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez vatanına dayanmaktadır” diyor ve devam ediyor: “Kendisini meydana getiren milliyetler ve bölgelerin özerklik hakkını ve aralarındaki dayanışmayı tanımaktadır ve güvence altına almaktadır.”
İspanya Anayasası’nın 3. Maddesi ise şöyle: “(1) Castilian devletin resmi İspanyolca dilidir. Tüm İspanyolların onu bilme görevi ve kullanma hakkı vardır.
(2) İspanya’nın diğer dilleri de, statülerine göre özerk toplulukların bulunduğu yerlerde resmi olacaktır. (3) İspanya’nın dilsel zenginlik özellikleri özel bir saygı ve koruma konusu olacak bir kültürel mirastır.”
Unutmayalım, İspanya, bir ‘Üniter Devlet’tir, ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük’ anlayışı orada da vardır ve Anayasa’nın dayandığı zemindir.
Ama orada ‘İspanyol’ kavramı, bir etnisiteyi ifade etmez ve o anlamda bir kendiliğinden bir ‘üst kimlik’ niteliği taşırken, Türkiye’de ‘Türk’ öyle değil. Öyle de algılanmıyor. Orada sorun başlıyor.
Bunlar ciddi konular öyle hotzotla ve demagojiyle bastırılacak cinsten olmadıkları gibi, Türkiye’nin geldiği noktada hotzottan korkacak ve sinecek insanların sayısı da giderek
pek azalıyor.
‘Kürt Açılımı’ adı verilen isim bize değil, Başbakan’a ait. ‘Demokratik Açılım’ diye altı çizilmek istense de, bu, özünün ‘Kürt Açılımı’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor- süreçin Türkiye’nin kuruluş dönemi eksiklikleri ve çarpıklıklarını gidermesi gibi de bir işlevi var.
Anayasa değişikliği ve vatandaşlık tanımı, sürecin ilk halkası değil belki ama kaçınılmaz son halkası olacak.
‘Yol boyunca’ aşılması gereken bir çok engel var ve bunlardan önemi bir bölümü ‘ideolojik’.
***
Örneğin, Genelkurmay Başkanı’nın kendisine kılavuz olarak aldığı Prof. Dr. Metin Heper’in bu konulardaki görüşleri hem yanlış, hem de sorunludur.
Bu konulardaki uzmanlığı ile tanınan Prof. Dr. Baskın Oran’a sorarsanız, “Metin Heper, askerlere ölçü alarak üniforma biçiyor ya da bir başka deyimle onların zihniyetini onların istediği biçimde teorize ediyor.”
Metin Heper’in görüşleri için ‘akademik açıdan yüzkarası’ diyenler de var. Örneğin, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un referans aldığı Heper, “Türkiye Cumhuriyeti devletinin etnik anlamıyla sadece Türklerin devleti olmadığını, Kürt kimliğinin 1930’ların sonları ve 1940’ların başlarında sadece bir grup ‘entelektüel’ tarafından inkâr edildiğini, bu yaklaşımın da hiçbir zaman resmi devlet politikası olmadığını, yaşanan süreçte devletin haksız yere suçlandığını Kürtler arasında devlete karşı gereksiz bir husumet yaratıldığını ve bugün adeta devletten hesap sorulma raddesine gelindiğini” ileri sürüyor.
Yani, Heper, ‘Türk devleti Kürtlere yönelik olarak asimilasyonist olmamıştır’ tezini savunuyor. Başbuğ da öyle.
Bu ‘görüş’ü Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının ezici çoğunluğunu ikna edemezsiniz.
Onların ikna edilemeyecek olması bir yana, bu ‘görüş’ tam anlamıyla ‘insaf’ tepkisini hak edecek niteliktedir.
Bu ‘görüş’ü çürütmek için 24 Eylül 1025’te kabul edilmiş olan ‘Şark Islahat Planı’nı bilmek yeterlidir. Tarih çarpıtılarak, tarih olmamış gibi davranılarak ya da tarihte ne yapılmışsa sanki yapılan tersi gibi bugün anlatılarak bilim adamı da olunmaz, ülke de yönetilmez.
‘Şark Islahat Planı’ ve bu ülkede Kürtlere yönelik uygulanan politikaların ne olduğuna yarın değinelim, görelim bakalım söz konusu olan ‘1930’lar ve 1940’larda birkaç entelektüel’in mi işi yoksa ‘1920’lerden beri gelen devlet politikası’ mı?
Yıllardır ikincisiyle, ‘1920’lerin mantığıyla sürdürülen devlet politikaları’yla didişiyoruz.
Özü ‘Kürt Açılımı’ olan ‘Demokratik Açılım’, Türkiye’yi zayıflatıcı ve özünde ‘ayrımcı ve bölücü’ olan bu devlet politikasının değişmesi yani ‘devletin dönüşmesi’ sinyalleri verdiği için, gerek bugün ve gerekse gelecek için bir değer ve anlam taşıyor.
Bu konuyu tartıştıkça, ‘devlet ricali’nin ‘üniter devlet’ten anladığının ‘Türk ulus-devleti’ olduğunu ve onun belkemiğinin ise ‘farklılıklar zenginliğimiz’ sloganı altında ‘asimilasyonist’ olduğunu görüyoruz.
Öyle bir ‘ideolojik bakış açısı’ndan, yani ‘sorunun kaynağı’ndan Kürt sorununa çözüm çıkmaz.
‘Açılım’ dediğimiz ise zaten, 80 yıllık ‘oyun’dan vazgeçip, ülkeyi ‘çözüm rotası’na sokmaktan başka bir şey değil...”

KÜRT KÖKENLİ ASKERİN KUŞKULU ÖLÜMÜ!

Almanya’da geçtiğimiz günlerde Türk Basını’nın gözünden kaçan önemli bir olay oldu. Almanya’nın Bonn kentinde askerliğini yapan Kürt asıllı Almanya doğumlu ve Alman vatandaşı Akın Atay birliğinde ölü bulundu.

Gaziantep’ten Almanya’ya göç eden ailesi olaydan şüphe ile bahsediyor. Bunun nedeni ise olayın oluş biçimi. Akın Atay, nöbetini bitirdikten sonra 200 metre uzaklıkta birliğine giderken vurularak ölmesi. Atay’ın bu 200 metrelik yürüyüşte nasıl öldüğüne dair herhangi bir bilgi yok. Üstelik ailenin ısrarlı taleplerine rağmen Alman Genelkurmayı aileye bir açıklamada bulunmadı.



Akın Atay’ın babası olay ile ilgili şöyle konuştu: “Nöbet yeri ile koğuş arasında 200 metre mesafe varmış. Şimdi diyorlar ki, nöbetten sonra olay olmuş, ama nasıl oluyor da kimse silah sesi duymuyor. Buna inanmak zor. Kimse net bir şeyde söylemiyor. Silah Balistik inceleme raporlarının sonuçlarını bekliyoruz. Daha şimdilik avukata başvurmadık ama başvuracağız. Hukuksal olarak elimizden geleni yapacağız” dedi.

Baba Aziz Atay’ın anlattığına göre ölüm sonrası eve yalnızca iki memur geldi ve çocuklarının öldüğünü haber verdi. Olay nedeni olarak ise intihar şüphesi üzerinde durulduğu Alman basınında haber oldu. Ancak baba Atay oğlunun hiçbir sorunu olmadığını hatta askerlik mesleğine devam etmek için dilekçe verdiğini söyledi.



Türk basını ve Almanya’da haber yapan Kürt basını ise olay sonrası sessiz kaldı. Oysa bu olay Türkiye’de yaşansa bunun üzerinden ordu yargısız infaza maruz kalır ve yandaş medya gazeteleri bu olay nedeniyle orduya suçlamalarda bulunurdu.



Ancak söz konusu Alman Ordusu olunca medya olaya kayıtsız kaldı. Üstelik Alman ordusunun konuya ilişkin bir bilgiyi kimse ile paylaşmamasına rağmen.

PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBANIN ANALİZİ

PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBANIN ANALİZİ

Çok gerilere gitmeliyim.
Anımsayınız:
Aktütün...
Dağlıca...

Bu karakollar PKK saldırısına uğrayınca taraflı gazeteler, yazarlar ne yazdı?
Hatırlayınız. Tekrar etmeye gerek var mı?
Üstelik yalan yazdılar:
TSK "haberdardı" dediler.
"Burunlarının dibine kadar gelmiş PKK'lıları nasıl görmediler" diye yazdılar.
Oysa bir tek gerçek vardı:Gerçek olan şuydu:
Saldırılarda otuza yakın Mehmekçik'i şehit verdik.
Sadece Aktütün karakoluna yapılan dört saldırıda kırk dört şehit verdik.
25 yılda şehit sayısı beş bini aştı.
Yani...
Türkiye'nin Doğusu'nda beş taş oynanmıyor.
Savaş yapılıyor, savaş!..
Taşla sopayla değil; mermiyle, topla, tüfekle, uçakla yapılıyor...

Bugünlerde taraflı yazarlar sürekli yazıyor:
Askerin eline pimi çekilmiş el bombası verilir mi?
Veren Teğmen hemen gözaltına alınıp sorgulandı, askeri mahkemeye çıkarılıp tutuklandı.
Sanki bunlar olmamış gibi yazıyorlar.
İstiyorlar ki, hemen darağacı kurulsun.
Peki kurulsun ama..
Aktütün, Dağlıca karakolu saldırılarında ne yazdınız?
"Kasıt var"
"TSK savaşmayı bilmiyor"
Ve daha neler neler...
Peki...
Savaşı, savaşmayı nasıl öğreteceksiniz?
Osmanlı'da II. Abdulhamid döneminde olduğu gibi, kara tahtaya çizerek mi? Eğitimi tahta silahlarla mı vererek? Söylesenize nasıl?

25 yıldır iç savaş yaşanıyor bu ülkede.
Mehmetçik bu savaşta sadece kendi canından sorumlu değildir. Yanındaki arkadaşının-arkadaşlarının canı da ona emanettir.
Yani..
Elazığ Koçyiğitler'de nöbetçi asker uyurken PKK saldırsaydı ne olurdu?
Nöbette uyurken el bombasını çaldıran askere dünyanın diğer ordularında nasıl bir ceza veriliyor?
"Bak bi daha olmasın" mı deniyor.
Yoksa devreye hemen hukuk mu giriyor? Askeri de bir avukat mı savunuyor?
Bu romantizm bırakın gerçek hayatı, hangi romanda yazıyor?
O gün...O gece...
Elazığ Koçyiğitler'e PKK saldırsa idi, ne yazardınız?
"Kasıt var! Kürt Açılımı'nı istemeyenler bu saldırıyı görmedi!"
Ve kuşkusuz şunu da mutlaka belirtirdiniz:
"TSK, PKK ile boy ölçüşemiyor!"

Kimse uyuyan askerin, onlarca Mehmetçik'in şehit olmasına neden olduğunu bilmez.
Kimse ayakta uyurken mayına basan Mehmetçik'in hikayesini bilmez.
Bilen sadece TSK'dır. O da Mehmetçik'i iyi eğitemediğini düşünüp hançeri kendi göğsüne batırır, susar.

Evet...
Taraflı yazarlar savaş gerçeğini bilmiyor.
Askeri eğitimden bile haberdar değiller.
Çünkü...
Hadi adlarını yazmayalım; çoğu askerliğini yapmadı.
Bu nedenle...
El bombasıyla, makineli tüfekle talim yapıldığını; Mehmetçik'in bunlarla koyun koyuna yaşadığını bilmiyor.
Sanıyorlar ki Mehmetçik beş taş oynuyor!
Sonra da Dağlıca, Aktütün saldırılarına laf ediyorlar.

TSK'nın işi zor.
Ama yılmayacak. Bıkmayacak. Usanmayacak.
Anlatacak. Neyin ne olduğunu, Türkiye üzerine nasıl büyük oyunlar oynandığını anlatacak.
Soğuk Savaş'ın bitimiyle 1990'lı yıllarda CIA ajanları Paul Henzeler'in, Graham Fullerler'in TSK hakkında söyleyip yazdıklarıyla bugün taraflı yazarların söyleyip yazdıklarının aynı olduğunu halka anlatacak. Cümlelerinin bile benzerliğini gösterecek.

Ve kuşkusuz...
Eğitim zaiyatına yol açan subayını da, ne olursa olsun yargılayacaktır.
Çünkü Mehmetçik'in canından komutanı sorumludur.

TRANSFERİN SON GÜNÜNDE NELER OLDU?

* Galatasaray Caner Erkin'i sezon sonunda bonservisini satın alma opsiyonuyla bir yıllığına kiraladı.
* Bursaspor, İskoçya'nın Glasgow Rangers takımının 19 yaşındaki genç forveti İsa Bağcı ile 3 yıllık sözleşme imzaladı.
* Ribery Bayern'de kaldı en nihayetinde. En azından Ocak ayına kadar.
* Lyonlu İtalyan sol bek Grosso Juventus'a transfer oldu.
* Sporting Lizbon Valencia'dan orta saha oyuncusu Miguel Angel Angulo'yu kadrosuna kattı.
* Barcelona Chygrynskiy'e sözleşme imzalatarak transferi bitirdi.
* John Terry Chelsea ile olan sözleşmesini 5 yıl daha uzattı. Bu onun futbolu Londra ekibinde bitireceği anlamına da gelir. Artık tamamiyle Chelsea'nin bayrak adamıdır. Haftada 150.000 paund kazanacak, başka bir deyişle yaklaşık 350.000 TL.
* Real Madrid, Celta Vigo'nun genç golcüsü Jose Luis Mato'yu aldı. Ancak 19 yaşındaki futbolcu Celta'da kiralık olarak oynamaya devam edecek.
* Getafe, Real Madrid'in defans oyuncusu Miguel Torres'i transfer etti. Torres, Real Madrid'in altyapsının ardından Michel'le tekrar çalışma fırsatı bulacak.

Galatasaray 2009-10 Transfer Sezonu

Galatasaray futbol takımı adına, yakın tarihin açık ara en iyi transfer sezonu artık geride kaldı.

Her biri ayrı hikâye, bambaşka birer öykü. Haziran ayında başlamıştı aslında bu müthiş serüven. Takvim yaprakları altıncı ayın henüz beşinci gününü gösteriyordu. 2009-10 Sezonu için teknik direktörünü belirlemişti, Galatasaray: Frank Rijkaard. Transfer mevsimindeki ilk büyük sürprizdi Rijkaard'ın Türkiye'ye gelişi. Yalnız değildi üstelik Hollandalı. Yanına Johan Neeskens gibi bir futbol efsanesini de almıştı. Sonu oldukça buruk olan 2008-09 Sezonu'nun izleri siliniyordu. Ve ''Yeni sezon başlasın artık!'' sesleri yükseliyordu derinden derine.

Frank Rijkaard'ın Florya'ya adım attığı gün, Galatasaray adına yeni bir futbol devrimi olabilirdi. Üstelik tam da zamanında gelmişti, 90'lı yıllarda oynadığı futbolla oyuna orta saha kavramını yerleştiren isimlerin başındaki adam. Yeni bir sayfa açmak istiyordu, Galatasaray. Ve doğru adresi çoktan bulmuştu. Türkiye'nin alışık olmadığı bir mantaliteye sahipti Rijkaard. Projelerini doğru şekilde uygulayabilmek adına Haziran ayında İstanbul'a ayak basması, son derece önemliydi bu anlamda. Akıllara gelen ilk hamle, futbolcu transferi olmalıydı. En azından kısa vadede. Rijkaard öncesi ise, Galatasaray'ın üzerinde çalıştığı iki isim vardı: Mustafa Sarp ve Leo Franco.

Bursaspor'un orta saha oyuncusu Mustafa Sarp ile ön anlaşma yapılmıştı. Rijkaard'ın Galatasarayı'na bölgesindeki altıncı isim (Ayhan Akman, Mehmet Topal, Tobias Linderoth, Barış Özbek, Mehmet Güven ve hatta Hakan Balta) olarak geliyordu, Sarp. Ne var ki; futbolculuk kariyeri boyunca stoper ve orta saha oyuncusu olarak efsaneleşen Frank Rijkaard, Galatasaray'daki tüm oyuncular için olduğu gibi, Mustafa adına da bir fırsattı. Çok çalıştı ve sonunda hak ettiği seviyeye çok da kısa bir süre içerisinde gelmeyi başardı, 16 numaralı Galatasaray oyuncusu. Diğer isim Leo Franco'nun durumu ise, biraz daha farklıydı aslına bakılırsa. Geçtiğimiz sezon kendisi ile anlaşılmıştı; ama Frank Rijkaard'ın onayı bekleniyordu.



Rijkaard'ın liderliğini yaptığı teknik ekip, Leo Franco'nun kendi sistemleri için doğru oyunculardan biri olduğuna kanaat getirdi. Ve Galatasaray'ın ikinci transferi, Arjantinli kaleci oldu.

Transfer sezonun ilk bölümünde Galatasaray, bonservissiz oyuncu alımlarına Beşiktaş'tan Gökhan Zan ile devam etti. Aslında; Gökhan'ın Florya'ya gelişini, Servet Çetin üzerinden okumak gerekir. Fransa'nın Marsilya takımına geçmesi gündemde olan Servet'in muhtemel eksikliğinin doldurulması adına alınıyordu, Gökhan Zan. Kâğıt üzerinde son derece tutarlı bir hamleydi, Galatasaray adına. Bir anlamda, ''Kâr-Maliyet Analizi'' yapılmıştı. 8-8,5 milyon € gibi bedel ile Marsilya'ya satılacak Servet Çetin'in yerine gelen Gökhan Zan, Galatasaray'ın elinde bulunan milli takım seviyesindeki savunmacı sayısını da beşe kadar çıkarıyordu.

Servet Çetin daha sonra Galatasaray'da kaldı. Marsilya'daki teknik adam değişikliği, kulübün en büyük hissedarlarından Robert Louis Dreyfus'un vefatı ve hâli hazırdaki başkan Pape Diouf'un istifası... Servet'in Marsilya transferinin önünde büyük engeller vardı. Olmadı. Önüne bakmaya devam etti, Galatasaray'ın transfer komitesi. Temmuz ayının ilk haftasında ise, yeni sezondaki ilk büyük yabancı transfer bombası patladı. Olympique Lyonnais'den Abdul Kader Keita getirildi Türkiye'ye. Yine sessiz ve derinden ilerlemişti, Galatasaray. Sabah saatlerinde açıklandı transfer. Frank Rijkaard ve ekibinin Galatasaray ile anlaşması, bir futbol devrimiydi. Abdul Kader Keita'nın transferi ise, o devrimin ayak sesleri.

Hikâyesi olan hamlelerdi hep. Ama içlerinden birini ayrı yere koymak gerekir. Temmuz ayının son gecelerinden biri. Yavaş yavaş aydınlanıyordu hava. Frank Rijkaard veya Kader Keita transferlerinden farklı olarak, beklenen bir isim vardı ama. Belki de telefonların çalması bekleniyordu yalnızca bir defa. O ''bip'' sesi ile anlaşılacaktı Galatasaray'ın yeni bir transfer bombası patlatacağı. Kaç saniye olabilirdi ki, o telefonun gelmesi ve bilgisayarlara koşulması arasında? Dört ya da bilemediniz beş saniye. Hem de en iyimser tahmine. Yıllar sonra bile anlatılacak harika bir transfer hikâyesi idi, Elano'nun Galatasaray'a gelişi. Tıpkı seneler evvel Gheorghe Hagi haberlerinin çıkması gibi. Elano da Galatasaray'daydı artık.



Mustafa Sarp, Leo Franco, Gökhan Zan, Kader Keita ve Elano. Galatasaray, bir sezon önceki Harry Kewell ve Milan Baros transferlerine harika ekler yapmıştı. Artık biraz da geleceği kurgulama vakti geliyordu.

Transfer mevsiminin bu bölümü, daha rahat olacaktı elbette. Takımın iskeleti kurulmuştu. Üzerine ilaveler yapılacaktı. Diğer yandan; kadroda yer alan otuzdan fazla oyuncunun tasviyesinin planları oluşturuluyordu. Bir proje doğrultusunda transfer edilmesi düşünülen dört isim vardı: Sezer Öztürk, Ufuk Ceylan, Sercan Yıldırım ve Caner Erkin. Şampiyonluk yolundaki rakiplerinin 15-20 milyon € para harcayarak transfer ettiği isimlere karşılık aynı ücretlerle Kader Keita ve Elano Blumer gibi hem iki büyük yıldızı hem iki önemli sistem oyuncusunu kadrosuna katan Galatasaray'ın hareket alanı genişlemişti.

Sercan Yıldırım transferi üzerine çok konuşuldu. Bursaspor'un 19 yaşındaki forvet oyuncusu, Frank Rijkaard'ın Galatasarayı'nda üst düzey bir fubolcu olacağını biliyordu muhakkak. Farkındaydı o da bu durumun. Çeşitli teklifler yapıldığı söylendi sürekli. Geleceği düşünüyordu, Galatasaray. Shabani Nonda'nın takas dedikodularında adının geçmesi bu yüzdendi belki de. Bir proje olarak bakılabilirdi, Sercan'a. Ama olmadı. Transfer mevsiminin henüz başında gösterilen aşırı reaksiyonlar, Bursaspor'un iradesini güçlü kıldı. Ve takımında kaldı Sercan. Manisaspor'un iki genç yıldızı Sezer Öztürk ve Ufuk Ceylan'ın takıma kazandırılma operasyonlarının ise, devam ettiği anlaşılıyordu.

Sözleşmeleri 2010-11 Sezonu sonunda nihayete erecek iki isimden Sezer Öztürk, transfer döneminin bitimini beklemeden Manisaspor ile olan mevcut sözleşmesini uzatmaya karar verdi. Kadro dışı kalmışlardı. Affedildi Sezer. Ufuk Ceylan ise direndi. Ve transfer sezonun kapanmasına kısa bir süre kala Galatasaray kadrosuna katıldı. Kendisinden bir gün önce kiralık olarak Galatasaray'a gelen Caner Erkin'den hemen sonra. Böylece, transferi de noktalamış oldu Galatasaray. Son derece stratejik ve planlı şekilde ilerleyen transfer görüşmeleri, iki genç ile bitiriliyordu artık.

Sonuç.

Gerçekten harika bir transfer sezonu idi Galatasaray takımı ve taraftarları adına. Dedik ya, her biri ayrı bir futbol öyküsü. Belli bir iskeleti var artık Galatasaray'ın transfer hamlelerinde. Önemli olan bu aslına bakılırsa. Ama hiç kuşku yok ki; 2009-10 Sezonu'nun yaz transfer mevsimi, seneler de geçse üzerinden unutulmayacak. Dileğimiz şöyle olsun son noktada. Yalnızca sabah 08.30 ya da sabaha karşı 04.00'da açıklandıkları için değil; gerçek anlamı ile bir futbol takımı ya da futbol ülkesinin bu spora bakış açısını değiştiren hamleler olduğu için unutulmasın. En nihayetinde, ''Devrim!'' dediğiniz kavramın ana fikri de bu değil mi zaten?