3 Eylül 2009 Perşembe

ERMENİ AÇILIMI İLE KÜRT AÇILIMI NEDEN BERABER YÜRÜTÜLÜYOR?

19. yüzyılda neredeyse tüm kıta Avrupa’yı ve Yakın Doğu’yu saran milliyetçi rüzgarlar, üzerinde yaşadığımız toprakların da en derin meselelerinin doğusuna sebep olmuştu. Daha önceki makalelerimizde bahsini yaptığımız, Anadolu’nun etnik zenginliği, iste esen bu milliyetçi rüzgârlarla öldürücü darbeleri almıştı. Bilindiği üzere; son günlerde en çok tartıştığımız “kimlik” sorunumuz, deyim yerindeyse tam da bu zamanlarda uç vermiş, etkileri bugünlere dek sürecek hastalıklarımızın zemini hazırlamıştı. Bu hastalıkların teşhisi için yasadığımız problemlerin tarihsel arka planını hakkıyla, deyim yerindeyse tarihçilik namusuyla incelemek ve bir daha anlatmak gerekmektedir. Son zamanlarda yoğun bir şekilde tartışmaya açtığımız “Kürt meselesi” ve dün haberdar edildiğimiz İsviçre hakemliğinde başlatılmış olan “Ermenistan-Türkiye görüşmeleri”ni, iste 100 yıl evvel zemini hazırlanmış bu hastalıklarımızın bu günlerdeki yeniden teşhisi ve tanımlanışı olarak nitelemekle haksızlık etmiş olmayacağım.



Ünlü İsviçreli tarihçi Hans-Lukas Kieser, 2001’de Zürih’te verilen bir seminerde “Ermeni Meselesi”ni ana hatlarıyla şöyle aktarmaktadır;

“Doğu Anadolu’da günümüze dek süren iç huzursuzluğun kökeni 19. yüzyıl’a değin uzanmaktadır. Bu yüzyılda Ermeni, Süryani ve Kürt sorunu başlamış, Alevi sorunu da farklı bir nitelik kazanmıştır. Kürtler ve Ermeniler o zamanki cokethnik yapılı olan altı Doğu Vilayetinin –Sivas, Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Mamuretülaziz- nüfusunun genelde çoğunluğunu oluşturmaktaydılar. Tarihi Ermeni Meselesi (La question armènienne), Tarihi Doğu Sorununun (La question orientàle’ nin) önemli bir parçasıydı. La question orientàle 19. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu’nun ve bununla beraber bütün yakin Doğunun geleceğini sorgulamaktaydı.



Ermeni meselesi demek, Osmanlı Doğu Vilayetleri’ndeki Ermeni azınlığın gittikçe güçleşen durumunun nasıl ve hangi çerçevede iyileştirilebileceği idi. Asıl problem var oluşla ve yaşantıyla ilgiliydi, emperyalist diplomasinin hazırladığı bir oyun değildi. 1914’e, yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar, Ermeni toplumunun temsilcilerin ve uluslararası yetkililerin tercihi bu sorunu Osmanlı’nın modern, çoğulcu bir hukuk devleti olmasını sağlayarak çözmekti. Doğu Vilayetleri’nde bağımsız ya da Rusya’ya bağlı olan bir Ermenistan kurulması söz konusu değildi. 8 Şubat 1914’te imzalanan, Avrupa Devletleri ve Ermeniler tarafından istenen ve desteklenen Doğu Vilayetleri reform planı bunun resmi belgesidir.



Ermeni Meselesi’nin önemli sosyal, ekonomik ve dini yönleri de vardı. Hukuki eşitlik demek, iktidarın asırlarca süren dini hiyerarşisinin bozulması, yani <> Sünni Müslümanlarla aynı hukuki haklara ve aynı sosyal konuma sahip olmaları idi. (…)

Çok dinli toplumun ekonomik alanda en verimli unsuru olan, taşrada ziraat yapan ve taşralı şehirlerde küçük burjuvaziyi oluşturan Hıristiyanlar idi. Bunlar Tanzimat’tan sonra geleneksel hiyerarşiden kaynaklanan sömürüyü kabul etmediler ve siyasi ortaklık talep ettiler. Fakat Ermeniler bekledikleri eşitliğe ve hukuki güvenceye ne Tanzimat’ta ne ondan sonra gelen padişah Abdülhamid’in döneminde sahip oldular…”



19. yüzyıldaki tarihi kökler Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti, çoğu Kürt bazıları da Asuri veya Ermeni olan yerel yönetimlerin yerine Doğu Anadolu’da merkezi sistemi gerçekleştirmeye çalışıyordu, ancak bunu başaramadı. Tanzimat ile Hukuk devleti ve dini eşitlik ilan edildi. Fakat Tanzimat, dini ve etnik gruplar arasında önceden var olan, hiyerarşik düzenin bozulmasına ve de özellikle taşrada anarşi ve kin oluşmasına neden oldu. Bunun çeşitli sebepleri vardı. Tanzimat yönetimi, bölgenin gerçeklerini araştırıp kabul ederek ve var olan şartlara göre bir siyasi sistem oluşturmak yerine, Fransa’nın aşırı merkeziyetçi, az çok homojen bir topluma uygun olabilen idari sistemini ithal etti. Hedefi: Modern ve güçlü bir devlet olmak ve kendini iktidarını korumaktı. Bu hedef o zamanki bati devletlerinin özellikle İngiltere’nin çıkarlarına uygundu. Çünkü İngiltere için Rusya ile olan rekabetinde jeostratejik açıdan sağlam bir Osmanlı İmparatorluğu önemli idi. Rusya Müslüman karşıtı ve yayılmacı politika izliyordu.



Bu tarih çerçevesinde Osmanlı hükümeti tarafından Doğu vilayetlerinde sağlıklı ve barışçı bir iç gelişme gerçekleştirilemedi. Aksine 16. yüzyıldan beri bölgesel iktidara sahip olmakla birlikte padişahı da kabul eden Kürt beylikleri zayıflatıldı. Yani 1830’lardan sonra, o bölge büyük sosyal felaketlere sahne oldu: katliam, zulüm, pogrom, tehcir ve bitmeyen sıkıyönetim. Ermeni halkı ve kültürü 1915’ten sonra yok edildi. “Kürdistan Seferi” olarak adlandırılan iç savaş 1830’larda başladı ve ancak yüz sene sonra 1938 Dersim harekâtı ile sona erdi. (…)



Tanzimat’la beraber Sünni Kürt öz güvenini bozan ayrı ciddi bir problem daha çıktı: Gayri Müslimlerle Müslümanlar arasında hukuki ve siyasi eşitlik ilan edilmesi, Kürtlerin günlük yaşamdaki üstünlüğünün sorgulanmasına neden oldu. Tanzimat’ın getirdiği değişiklikler, Kürtlere çok şey kaybettirdi, fakat bir şey kazandırmadı diyebiliriz. Birçok Alevinin ve Müslüman olmayanların durumları farklı idi. Sünnilerin dini imtiyazlarının kaldırılmasını sevinçle karşıladılar: Modern hukuk devletini ve eşitliği haklı olarak kendileri için önemli bir sosyal düzenleme sayıyorlardı. Fakat ne yazık ki onlar da hayal kırıklığına uğradılar. Neden? Reformların tatlı yüzü –refah, güvenlik ve eşitlik- yalnızca bazı büyük kentlerde az çok kendisini gösterebildi. Taşrada ise genel durum ağırlaştı. Çünkü eski düzen yerine beklenen yeni bir düzen gelmedi. Bundan dolayı karmaşa ve güvensizlik iyice arttı. Bu durumdan en çok zarar görenler Sünni olmayan azınlık grupları idi, yani Hıristiyanlar, Aleviler ve Yezidiler. Kendi devletlerinin onları artık koruyamayacağını anladıklarında bu gruplar artık dışarıdan yardım beklediler. Bölgede bulunan misyonerler aracılığıyla süper devletlerden destek ve koruma istediler. Böylece uluslararası diplomaside Ermeni Sorunu ve ardından da Alevi, Yezidi, Süryani ve Kürt sorunu doğdu. 1878 Berlin Antlaşmasının 61. maddesi Doğu Anadolu’daki Ermeniler için uluslar arası koruma öngörüyordu. Ancak gerçekte hiç bir zaman uygulanmadı. (…)



Tanzimat’tan sonraki padişah Abdülhamit Kürt krizini kararlı bir İslam birliği politikasıyla çözmeye çalıştı ve bunu kısmen de olsa başardı. Hamidiye alaylarının oluşmasıyla birçok Sünni Kürt aşireti, yine siyasi hukuki ve ekonomik imtiyazlarını kazandı. Kürtler dolayısıyla Abdülhamid’e <>, “Bàve Kurdan” unvanını verdiler. Abdülhamid yerel Sünni liderlerle resmen anlayarak Doğu Vilayetlerindeki hâkimiyetini sürdürdü. Tanzimat prensiplerine aykırı olmasına rağmen, Tanzimat döneminde bile bu anlaşma gayri resmi olarak yürürlükte idi. Aksi halde devlet iktidarını koruyamazdı. Hamidiye olaylarından en çok zararı görenler; yine Ermeniler, Yezidiler ve Dersim’in dışında yaşayan Aleviler idi. Doğu vilayetlerindeki halkların birlikteliği, özellikle Kürt-Ermeni komşuluğu ve dostluğu oldukça bozulmuştu. Aynı bölgede yasayan bu insanlar arasındaki dayanışmanın eksikliğini sık sık kin ve nefretin doldurduğu acı bir gerçektir.



O dönemde, Berlin Antlaşması’nda verilen sözlerin yerine getirilmediğini gören bazı genç Ermeniler, tepki göstermeye başladılar. Protestan misyoner okullarında, kendi Ermeni okullarında ya da Avrupa’da batili liberal eğitim gören bu gençler hükümete isyan etmeyi kararlaştırdılar. Önce 1887’de Cenevre’de, daha sonra da Tiflis’te devrimci dernekler kurdular. Bunlar doğu vilayetlerinde milliyetçi ve sosyalist propaganda yapmaya ve az da olsa gerilla faaliyetleri sürdürmeye başladılar. Hedefleri: Kürt rayalarıyla beraber sisteme karşı bir devrim hazırlamaktı. « gavurların » bir İslam devletini protesto eden davranışları yerel beyleri ve padişahı son derece rahatsız etti.



Ancak Abdülhamid bu konuda belki yanlış bilgilendirildi. Sadece kısa zaman için aynı yerde kalan, kendi vilayetlerini yalnızca yüzeysel şekilde tanıyan valiler ve ajanlar bu ermeni güçlerin askeri gücünü fazla büyüttüler. (Örneğin bunların gücü PKK hareketiyle kesinlikle karşılaştırılamaz.) Padişah bazı Sünni şeyhleriyle var olan ilişkilerini kullanıp Müslümanları kendi haklarını savunmaya çağırdı. Derneklerin bu faaliyetlerini genel bir Ermeni isyanı olarak nitelendirerek toplumu Ermenilere karşı kışkırttı. Böylece -belki de tam istemeden- çok geniş katliamlara yol açtı. Sonbahar 1895’te Sünni Kürtler, Türkler ve Çerkezler yaklaşık yüz bin Ermeni’yi öldürdüler. Katillerin çoğu kışkırtılan, bunu kendilerinin var olma mücadelesi olarak algılayan sivil Sünni erkeklerdi. Kurbanların yüzde 99,9 u masum, militan siyasete karışmayan Ermeniler ve Süryaniler idi.



1895’te genelde yerel halk, devletin kışkırtması/desteğiyle katliamları yaptığı için, sosyal bilimciler bunları pogrom olarak adlandırmaktadır. Bazı tarihçiler ise bu olayları kısmi soykırım (partial genocide) olarak kabul etmektedirler. Ve buna gerekçe olarak da kurban sayısının çok yüksek olmasını ve bölgeler arası organizasyonu göstermektedirler.



Lena Umay

Odatv.com

KARANLIK KURGU!...


Karanlık Kurgu!..
Ümit Zileli
umitzileli@gmail.com
03 Eylül 2009 Perşembe

Siz bakmayın İçişleri Bakanı Atalay yine hiçbir şey söylemedi diyenlere…

Bakan, öyle şeyler söyledi, öyle mesajlar verdi ki, önümüzdeki süreçte iktidar ve işbirlikçilerinin neleri kotarmaya çalışacakları son derece net biçimde ortaya çıktı!.. Atalay, özellikle iki net mesaj verdi. İlk mesaj Genelkurmay Başbakanı’na yönelikti:

-Öncelikle şu bölünme sendromundan kurtulmamız gerekiyor… Üniter devlet yapısının sürekli gündeme getirilmesi bizce özgüven eksikliğinin sonucudur.

Bakanın bu sözleri zaten günlerdir işbirlikçi kalemlerin döne döne yazdıkları konunun özüydü!.. İkinci mesaj ise daha da açıklayıcıydı… Sivil olmayan anayasanın değişmesi gerektiğini, bunun büyük bir toplumsal talebe dönüşmeye başladığını özenle vurguladıktan sonra aynen şöyle dedi:

-Siyaset kurumumuz, parlamentomuz inşallah bu talebi dikkate alır...

Bu sözleri söyleyen sanki iktidarın içişleri bakanı değil de, esnaf odası başkanı ve de temennilerini dile getiriyor!..

-Cingözlük de işte tam bu noktada sırıtıyor!..

***

İçişleri Bakanı, ardından aynen şu açıklamayı yaptı:

-Bununla birlikte hükümetimiz şu anda, bu açılımla ilgili bir anayasa değişikliğini gündemine almamıştır…

Niçin almamıştır?.. Madem bu denli büyük toplumsal talep var, madem bu denli yaşamsal bir durum söz konusu, niçin geri durulmuştur?. Gerek yoktur da onun için!.. Bırakacaklar, önce işbirlikçi kalemler iyice pişirsin, hazırlasın, servis etsin, sonrası gayet kolay!..

Nitekim, bildiğiniz zevat, daha bakan konuşmadan hücuma geçmişti bile!.. Hepsine yerim yetmeyeceği için en çarpıcı olanlarını aktarayım:

Cengiz Çandar, Referans gazetesinde “Üniter devlet=Türk ulus devleti mi?” başlıklı yazısında, anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez 3. maddesinin kutsal bir yanı olmadığını ve TC anayasasının bu tür maddelerinin bir gün mutlaka değiştirileceğini söylüyor, bunu bir kenara not etmemizi tavsiye ediyordu... Anayasanın 3. Maddesi ne mi diyor?.

-Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.

İsmet Berkan da, Radikal’deki yazısında 3. Maddede yazılı olan “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük” cümlesine itiraz ediyor ve aynen şöyle diyordu: “milletiyle bölünmez bütünlük’ü anlamıyorum. Gerçekten anlamıyorum. Eğer biz millet olarak ‘bölünmez bütün’sek, o zaman mesela yurtdışına çıkmamalıyız, çünkü bu ‘bütün’ün küçük bir parçasının geçici veya kalıcı olarak ‘bölünmesi’ anlamına gelebilir!.”

Beyni, algılama yeteneği bu denli kısır kalmış, okuduğu maddeyi anlamaktan bile aciz bu kişi yalnızca köşe yazarı değil, aynı zamanda gazetenin en tepe noktasında yönetici, gerçekten çok yazık…

Tabii bunlara, Yasemin Çongar’ın “Bu anayasa ile olmaz” yazısını, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün, “mevcut anayasa ile mümkün değil” sözlerini ve DTP Milletvekili Aysel Tuğluk’un, “ayrılmayı tartışabiliriz” açıklamasını da eklemek gerek!.. İşte o zaman İçişleri Bakanı Atalay’ın sözleri anlam kazanıyor..

-İşte o zaman, insan zekâsıyla alay eden “karanlık kurgu” tüm haşmetiyle ortaya çıkıyor!.

Bir Yurtsevere mektup (XXIV)

Sevgili kardeşim Balbay, alacakaranlık kuşağına hapsolmuş bir ülkede, gözlerimiz açık kâbus gördüğümüz acıklı bir süreçten geçiyoruz... Koskocaman, eşsiz güzellikte ve ağır yaralı zavallı ülkemizin nasıl bir savruluş içinde olduğunu görmek, izlemek o denli ıstırap verici ki… Sanki bir asır öncesini yaşıyoruz; dışarıdakiler ve içerdekiler açık açık ülkenin nasıl, hangi yöntemle parçalanması gerektiğini yazıyor, çiziyor, konuşuyorlar... Tabii, insan hakları ve demokrasi çerçevesinde!.. Her zaman olduğu gibi, yine küçük bir ayrıntıyı göz ardı ediyorlar; daha geçenlerde bir ABD üniversitesi raporunda, “olmadığı söylenen” Türk ulusunu!!!

Sevgili kardeşim, seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına bir yurtseverin tüm kararlılığı, direnci, gücü ve sıcaklığıyla kucaklıyorum…