22 Ekim 2009 Perşembe

NEFES!


Salonda adeta ölüm sessizliği vardı
Film çoktan sona ermiş, perdedeki isimler ve eşlik eden müzik çoktan silinip gitmiş, ışıklar olanca parlaklığıyla çoktan yanmıştı Ancak salonda ufacık bir hareket bile yoktu Sanki salondaki 300 kişi koltuklarına çakılıp kalmıştı Sanki salon nefes almıyordu
- Ben de!..
Aslında hepimiz o iki buçuk saat süresince neredeyse nefes almaksızın, koltuklarımıza adeta mıhlanarak ve de gözümüzü kırpmadan seyretmiştik gerçeği!.. Gerçek orada, elimizi uzatsak tutabileceğimiz kadar yakınımızdaydı Yıllar yılı gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında yalnızca birkaç dakika için yüreğimizi yakan, kanları asla yerde kalmayacak olan, arkalarından şehitler ölmez vatan bölünmez diye bağırdığımız, ama bir daha asla adlarını bile hatırlamadığımız, bizim için, bu yurt için toprağa düşen, son nefeslerini bu vatan için veren ve birinci sayfalara şehit ve sayı olarak geçen, daha hayatı bile doğru dürüst tanımamış, çoğu bir sevgilinin saçının kokusunu bile içine çekmemiş, kimi doğan çocuğunun bırakın yüzünü, fotoğrafını dahi görmemiş o gencecik fidanlar, tüm gerçekliğiyle, şakalarıyla, sevgileriyle, türküleriyle, korkularıyla ve silahlarıyla o kocaman perdedeydiler işte
Ben Nefesin her anını, gözlerim yanarak ve yüreğimde çelikten bir kıskaçla izledim. Ben o filmi izlerken, biraz o yüzbaşı, biraz o Trakyalı er, biraz söylenen o yanık türkü, biraz sevgilisini yitirmiş asteğmendim Kurşunlara hedef olan her Anadolu çocuğunda biraz 20 yıl önce Tuncelide toprağa düşen er Turan Gündüz, biraz Pülübargide gecenin yarısı içeri su girmesin diye yağmur altında damda loğ yapan Haydar Ağa, biraz Tunceli Jandarma Komando Tugayının önünden kalkan onlarca bayrağa sarılı tabuttan biriydim
Nefesin en çarpıcı anı, yüzbaşının binlerce metre yükseklikte, karların arasında kaybolmuş, Tanrının bile unuttuğu bir sınır karakolunda söylediği şu sözlerdi:
- Biz burada kaybedersek, siz Ankarada, İstanbulda kaybedersiniz!..
Bir an, bu yazıyı yazarken, aynı saatlerde İmralıdaki hükümlünün emriyle dağdan inip Habur sınır kapısında davul zurna ve halaylarla teslim olan değil, açılıma katkıda bulunan(!) teröristleri düşündüm. Sonra da Nefesteki yüzbaşının sözlerini Birden kendimi mırıldanırken yakaladım:
- Ankarada, İstanbulda kaybetmek, ülkeyi kaybetmek değil mi?..
Nefes-Vatan sağ olsun filminin senaryosu sevgili kardeşim Hakan Evrenselin Güneydoğu Hikâyeleri kitabından oluştu. Yıllarca bu film için akıl almaz bir uğraş veren Hakan ve yönetmen Levent Semerci ile filme ruhlarını koyan oyuncuları gerçekten alınlarından öpmek lazım
- Yalan ve kirliliğin böylesine prim yaptığı bir dönemde gerçeği gösterdikleri için
Bir Yurtsevere Mektup (XXXI)
Sevgili kardeşim Balbay, Kürt açılımı traji-komedisi tüm ciddiyetiyle sürüyor. Tıpkı Ermeni açılımında olduğu gibi!.. Biliyorsun son olarak, Mahmur kampından 26 mülteci ve Kandilden 8 terörist, kendi açıklamalarıyla çözüm sürecine katkıda bulunmak üzere İmralıdaki terörist başından aldıkları emirle Habur sınır kapısında törenle karşılanarak Türkiyeye giriş yaptılar!.. Gerçi bizim yanaşma medya ve büyük devlet adamlarımız bu teröristlerin teslim olduğunu söylüyor, ama ben hayatımda davul zurna ile halaylar çekilerek, miting ve basın toplantısıyla teslim olunduğunu görmemiştim. Öyle ki; teröristler Silopideki mahkemeye kadar yorulmasınlar diye mahkeme sınıra gelmişti!.. Aklıma sen, içerdeki ve hastanelerdeki yurtseverler, ölümün eşiğindeyken evi basılan sevgili Türkan Saylan, ölüme beş kala hapishaneden hastaneye atılan Kuddusi Okkır geliverdi nedense Bize bu günleri de gösteren büyüklerimizi nasıl yad edeceğimi bilemedim doğal olarak Sonuçta dizginleri İmralıdaki müebbetlik mahkûmun eline verdik, bindik yol haritasına, gidiyoruz doludizgin demokratik özerklik günlerine
Sevgili kardeşim, seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına bir yurtseverin olanca gücü, sıcaklığı, özlemi ve direnci ile kucaklıyorum

‘Açılım’ Nereden Yönetiliyor?




İktidar, önce Kürt Açılımı dediği sonradan ismini Demokratik Açılım diye değiştirdiği ve en sonunda Milli Birlik Projesi olarak adlandırdığı Açılımı ilan edeli altı aydan fazla zaman geçti.
Ama Açılımın içi bir türlü doldurulamadı.
Muhalefet sordu, yanıt yok!
Medya sordu, yanıt yok!
***
Bu arada Açılım konusunda İmralıdan hükümete bir yol haritası geldiği haberleri kamuoyuna yansıdı.
Hükümet bu konuda da bir açıklama yapmadı.
***
Derken, Kürtlerin yaşadığı Mahmur kampından ve PKKnin üslendiği Kandil dağından 34 kişi sınırı geçip Türkiyeye geldi.
Büyük bir gösteriyle karşılandılar.
Kürt sorununun çözümüne ilişkin bildiriler yayımlandı.
Kimileri onları Barış elçileri diye niteledi.
Mahkemede Öcalana Sayın önderimiz dediler...
Onun isteği ve talimatı doğrultusunda geldiklerini beyan ettiler...
Pişmanlık yasasından yararlanmak istediklerini belirtmediler.
Ama Habura özel olarak gelen mahkeme bunları dikkate almadı...
Yargıç, avukatlar ve sanıklar arasındaki temaslarla ifadeler düzenlendi...
Adalet mekanizması Pişmanlık yasasından yararlanma ihtimalini devreye soktu.
Türkiyeye gelenler kısa bir süre sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı.
Şimdi çeşitli illeri dolaşacaklarına ve toplantılar yapacaklarına ilişkin haberler var.
***
Medyaya baktığınızda kamuoyunun bu olayı, ABDnin Iraktan çekilme planı ile yakından ilişkilendirdiği açıkça görülüyor:
Medyada yer alan ve benim de katıldığım çözümlemelere göre Iraktan çekilen ABD, Kuzey Iraktaki Kürtleri Türkiyenin korumasına emanet etmek istiyor...
Bu sırada bir sorun yaratmasın diye de PKKyi etkisizleştirme projesini devreye sokuyor.
Açılımın arkasındaki temel belirleyici, bu süreç.
Tabii ABD gibi bölgedeki etkisini ve iddiasını sürdürmek isteyen bir büyük ülkenin, Türkiyeye karşı zamanı gelince bir koz olarak kullanabileceği PKKyi tümüyle bitirmek isteyip istemeyeceği bir başka soru.
Ama şimdilik bir Açılım projesinin uygulamaya konduğu açık.
***
Hükümet aylar önce açıkladığı Açılımın içini doldurmadığı ve girişkenliği İmralıya kaptırdığı için kamuoyu şimdi bu projenin nerede planlandığını ve nereden yönetildiğini soruyor?
Ankaradan mı?
İmralıdan mı?
Erbilden mi?
Bağdattan mı?
Brükselden mi?
Washingtondan mı?
Yoksa Ankara, Washington ve İmralının güdümünde mi sorusu akılları kurcalıyor.
***
Bu yazı bir durum saptaması için yazıldı.
Olup bitenleri tarihe mal etmek için.
Kamuoyu tedirgin, ama iyi niyetini korumaya çalışıyor...
Türkiyenin terörden arınacağını umut ediyor...
Bekliyor...

İlk Adım!




Başbakan da Habur kapısındaki PKK bayraklarına, İmralı posterlerine bakıp olayı şova çevirenleri uyarıyor...
Başbakan, gerçeğe parmak basıyor ama kimi yargıdan ve idareden kaynaklanan uygulamalar iç açıcı değil.
Pek çok kaygıyı, kuşkuyu ve hatta bağımsız yargı kavramını gündeme getiriyor.
Ne yazık ki medyamız, olayların üzerine gitmiyor.
Kuşkusuz medyamız yargı bağımsızlığı üzerinde çok duyarlı. Yargı erkinin siyasal etkilerden uzak tutulmasını her zaman savunuyor.
Ne çare medyamız, Hürriyette Yalçın Doğanın yargıya siyasetin bulaştığını örnekleyen yazısında ortaya çıkardığı gerçekleri -önceki gün ve dün- görmezlikten geldi.
***
Yalçın Doğan köşe yazısında; Dağdakiler Habur Kapısına gelmeden önce, İçişleri Bakanı Beşir Atalay Demokratik Toplum (Kürt) Partisine güvence verdiğinive Merak etmeyin gelenler tutuklanmayacak dediğini yazdı.
Ayrıntı da verdi yazısında:
...Tek başına bir bakanın verdiği söz değil, devlet sözü. Bu sözün pratiği var. Terörle Mücadele Yasası -gelenlere- uygulanmayacak. Yani: 1- Dört günlük gözaltı süresi yok. 2- Kolluk güçleri devreden çıkıyor, ifadeleri doğrudan savcılar alıyor.
Önceki sabah yayımlandı bu yazı. Aynı gün saat 11.00de gazete ve TVlerin Ankara temsilcileriyle buluşan İçişleri Bakanı Atalaya, tek bir gazeteci Yalçın Doğanın yazdıklarının doğru olup olmadığını sormadı.
Tabii Bakan da bu konulara girmedi, yazılanlara açıklık getirmedi.
Bakan medyanın eline 150 kişi daha gelecek diyen horoz şekeri kabilinden bilgi verdi. Bürolarına gönderdi.
***
Öğleden sonra Habur Kapısına lüks bir jiple dayanan 5i dağlı 34 kişi; İçişleri Müsteşarının nezaretinde... bir savaşın karşı tarafıyla barış görüşmeleri yapmaya gelen bir heyet gibi karşılandı.
Dağdan inenleri Habura kadar giderek kapıda bekleyen savcılar sorguladı.
Orada ifadelerine başvurdu; lakin dağdan inenler Terörle Mücadele Yasasına sığınmayacaklarını ve sayın diye andıkları İmralıdakinden aldıkları talimat üzerine geldiklerini söylemekte direndiler.
Savcılar -gazetelerin dünkü haberlerine göre- İmralıdan sayın diye söz ederler, önderlikten (İmralıdan) aldıkları talimatla geldiklerini ifadelerinde yineleyecek olurlarsa... tutuklanacaklarını ima ederek, zar zor bu söylemlerinden vazgeçirdiler.
Mahkemede İmralıya sayın demeyi sürdürecek oldular, ne ki yargıç, bu söyleme devam ederlerse tutuklanma olasılığını anımsatan uyarılarda bulundu dağdan inenlere.
Ve... terör örgütünden beşi tutuklanmadı, serbest bırakıldı.
***
Bu gelişme neyi kanıtlıyor:
Bakan Atalay, bir gece önce bir gün sonra yargıda olacakları biliyor ki; DTPye -Ahmet (Kürt) Türke- dağdan gelenlerin tutuklanmayacağını, serbest bırakılacaklarını söylüyor.
Gelenlerin pişmanlık yasasından yararlanmak istemeyeceklerini daha önceden bildiği için DTPye dört günlük gözaltının olmayacağını ve kolluk güçlerinin devreden çıkarılacağını, ifadeleri doğrudan savcıların alacağını bildiriyor.
Hükümet Kürt açılımını özünde Apo ile birlikte yürütüyor. DTPnin arkasında Apo var. Hükümet Apo ile DTP üzerinden konuşuyor. -Yalçın Doğan-
***
Dağdakileri tıkanan sürecin açılması için Habura indiren hükümetin dirayetli Kürt politikası mı yoksa hükümet kendi dışında hazırlanan bir senaryoyu mu uyguladı?
Soruyu İmralıdakinin 9 Ekimde avukatlarıyla yaptığı görüşmede söyledikleri yanıtlıyor.
İmralıdaki; Kürt sorununun çözümünde askeri ve siyasi yöntemlerde tıkanıklık yaşandığını söylüyor ve ...siyasetin önünün açılarak demokratik çözüm sürecinin gelişmesi için bir kez daha barış gruplarının devreye konulması çağrısında bulunuyor ve:
Dağdakilerle birlikte 34 kişi 20 Ekim günü Türkiyeye geliyor!
Hükümetin açılım yolundaki büyük başarısının kaynağı böylece açığa çıkıyor.
RTEnin övdüğü ilk adım, işte böyle bir adım!

SEYYAR YARGI




Siz bugüne kadar “Seyyar yargı” olayı ile karşılaştınız mı? Yargının, yani savcı ve hâkimlerin, mahkemenin, sanıkların (ya da zanlıların) ayağına gittiğini, yargılamayı onların huzurunda yaptığını görüp duydunuz mu? Sakın “görmedik, duymadık. Mahkeme zanlının ayağına gitmez, zanlı mahkemeye götürülür” demeyin. Bu olaya iki gün önce hep birlikte tanık olduk.

“Kahraman teröristlerimiz” Kuzey Irak’tan gelip, teslim olmuşlardı. Onları sınırda 50 bin kişilik kalabalık ve DTP milletvekilleri bekliyordu. PKK bayrakları açıldı, Apo için sloganlar atıldık, nutuklar verildi ve kahramanlar kafilesi çiçeklerle, havaî fişek gösterileriyle karşılandı. Şimdi ilçeden ilçeye, ilden ile dolaşıyorlar.

Ama işin çok önemli bir boyutu daha vardı. Türkiye’ye girince bu 34 kişilik kafilenin yargı önüne çıkarılması gerekiyordu. Belki bazıları tutuklanacaktı. En yakın mahkeme neredeydi? O bölgeye en yakın ilçe olan Silopi’de. Ağır ceza mahkemesi gerekiyorsa, Şırnak’ta.

Bu aşamada Ankara’dan emirler gitmiş ve hazırlıklar tamamlanmıştı. Sınırdan girdikleri anda, önce kendilerini sınırda bekleyen savcılara ifade verdiler. Bazıları mahkemeye sevk edildi. Fakat o da ne?

Mahkeme de yerini terk edip sınıra gelmişti!

Evet, mahkeme ‘seyyar’ olmuştu. Gezici mahkeme! Mahkemeyi bu seçkin zanlıların ayağına göndermeye hiç kimse utanmamıştı. Böyle bir olay bugüne kadar görülmemiş, duyulmamıştı.

Yargıya bu saygısızlığı kim tezgâhladı? Başbakanlık mı, Adalet Bakanlığı mı, yoksa yerel yetkililer mi? Bilmiyoruz. Ankara’daki sorumsuzlardan açıklama bekliyoruz.

Muhalefet partileri bu “seyyar mahkeme” olayının üzerine derhal gitmelidir.

Dahası var. Seyyar mahkemeye 34 kişilik kahramanlar kafilesini savunmak amacıyla yöreden 45 avukat geliyor. Adamlar öylesine örgütlenmiş, AKP hükümetiyle öylesine bir işbirliği kurulmuş ki, göstermelik ifade almalar başlığında hâkimler “Lütfen Sayın Abdullah Öcalan önderimiz falan demeyin. Bu kelimeleri kullanmayın. Aksi takdirde yasalara göre hakkınızda işlem yapmak zorunda kalırız” diyorlar…

Ve “Sayın Öcalan önderimiz” lâfları mahkeme tutanaklarına konulmuyor.

***

Adalet Bakanı, bunların serbest bırakılmasına karşı oluşan büyük tepkiler üzerine dün dedi ki, “Oradaki savcı ve hâkimlerin verdiği karar biz karışamayız.” Bunlar işin hikâyesidir. Adalet Bakanı şu soruya yanıt versin:

Savcılar, hâkimler ve mahkeme niçin zanlıların, yani göstermelik ifadesi alınacak şahısların ayağına gitmiştir? Zanlılar niçin en yakın mahkemeye götürülmemiştir?

Mahkemeler niçin seyyar duruma getirilmiştir?

Böyle bir örnek daha önce var mıdır? Varsa nerededir, ne zaman?

Dahası da var. Varsayalım zanlıların ayağına gidip ifade alan seyyar mahkeme bunlardan bazılarının tutuklanmasına karar verdi. Hükümetin plânı neydi?

“Kuzey Irak’tan gelecekler ve tutuklanmayacaklar. Böylece bundan sonraki gelişlerin önü açılacak, terör örgütü yüreklendirilecek.”

Yine varsayalım, orada bir hâkim bunlardan bazılarının tutuklanmasına karar verdi. O zaman Apo ile birlikte hazırlanan yol haritası aksamaya uğramayacak mıydı?

Tutuklamalar sonrasında Kürtçü-entel-liboş kesim ve AKP yalakası medya kıyameti koparmayacak mıydı? “Vay bu ne rezalet” diye.

Şimdi burada – sıradan bir vatandaş kimliğimle – açıkça sormak istediğim soru şu:

Bir yanda böylesine ince hesaplar yapılırken, acaba öbür yanda seyyar mahkemeye “siz bunların ayağına gidin. Bunları tutuklamayın, yoksa oyun plânımız aksar” diye, birileri tarafından çaktırmadan nasihat, direktif, talimat vesaire verilmiş midir? Yoksa bütün bu olup bitenler sadece bir acı rastlantı mıdır?

Sevgili okuyucularım, bu sorulara asla yanıt verilmeyeceğini biliniz. Ancak şunu da çok iyi biliniz ki, yaratılan bu karşılama töreni rezaleti ve sonrasında olanlar, Türk Milleti’ni inanılmaz biçimde rencide etmiştir.

Türkiye’nin dört bir yanında PKK yandaşları coşmuş, gösteriler düzenlemiştir. Milletimiz sessiz, tepkisizdir. Bireysel tepkiler dışında ses veren yoktur.

***

PKK terörü nedeniyle evlatlarını, babalarını, kardeşlerini, eşlerini ve yakınlarını şehit veren on binlerce aile incinmiş, bu son facia sonrasında bir kez daha gözyaşlarına boğulmuştur. Aynı terörde ellerini, kolların, bacaklarını, gözlerini yitiren binlerce gazimiz kan ağlamaktadır.

Ama onların sesi çıkmıyor. ABD ve AB’nin emirleri ve AKP iktidarı ile İmralı’da yatan adamın işbirliği doğrultusunda uygulamaya konulan bu çirkin iğrenç plân milletimizin üzerine bir karabasan gibi çöktü.

Bir terör örgütü Türkiye’yi teslim aldı. Kaderin şu cilvesine bakın ki, bu örgütle dağlarda vuruşan kahramanların bir bölümü şimdi Ergenekon davası sanığı. Bazıları cezaevinde, bazıları tutuklu olarak hastanede, bir bölümü tutuksuz yargılanıyor. Terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla! Onlar hakkında sadece “iddia” var.

Öte yanda ise PKK, yani terör örgütü mensubu olduğu bilinen ve terörist oldukları için Türkiye’ye örgüt üniformalarıyla dönüş yapanlar serbest bırakılıyor!

Bu nasıl bir çelişkidir? Bu durumda kim terörist, kim değildir?

Utanın, utanın. ABD, AB, PKK, DTP ve AKP, Türk milleti ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynadılar.
Helâl olsun(!) Tayyip kına yaksın…

MASAL BU YA!

UYARI: Aşağıda anlatılan masaldaki kişiler ve olaylar tamamen kurgudur. Gerçek olaylarla ve kişilerle benzerliği tamamen raslantısaldır.


Bir  varmış bir yokmuş, huzur içinde yaşayan bir mahalle varmış, hayatı işi ve evi arasında geçen Yaşarın mutlu bir evliliği beraber yaşadıkları annesi babası ve 3 çocuğu varmış.Yaşar'ın komşusu Mustafa  bey kendi halinde devlet memuruymuş.Mustafa Beyin eşide çalıştığı halde bir ev sahibi olamamışlar.Kiracı olarak mahalleye gelen fakat sonradan nasıl olduğu bir türlü anlaşılmayan bir apartman sahibi olan Zayid'in 7 kızı 4 oğlu varmış.
Mustafa bey çevresinde sevilen sayılan herkesle merhabası olan, biriktirebildiği parasıyla ancak gazete alabilen kitabları ise kütüphaneden ve arkadaşlarından temin ederek okuyan birisiymiş.Tek derdi  ve tasası daha iyi koşullarda yaşayabilmek ve çocuğuna iyi bir eğitim sağlamak olan Mustafa bey bu günkü koşulların müessibi olarak gördüğü yöneticileri  habire eleştirip dururmuş. Bir gece, sabaha karşı evine güvenlik erkleri gelmiş alıp götürmüşler, kabahatini bile bilmiyormuş, duruşması olmadan tutuklayıp hapse atmışlar.Sonradan duymuş ki Yaşar Beyin evini soymak için plan yapıyormuş, olur mu böyle şey demiş ben böyle bir şey yapmam, bir keresinde sadece rüyamda gördüm hırsız giriyordu evlerimize o kadar demiş.Rüyasında gördüğü için bu işe yelteneceği düşünülüp cezasının daha da arttırılması talep edilmiş.Eeee. Nede olsa Dervişin fikri neyse zikride odur.Mahallede  kabadayı olan kişilerin selam bile veremediği astığı astık kestiği kestik Zayid çocuklarıyla birlikte Yaşar Beyin annesiyle babasına küfretme teşebbüsünde bulunmuşlar, özür dileyip barıştırılmışlar, çocuklardan birini şekerle birlikte götürüken mahalle bakkalının engellemesiyle karşılaşıp çocuğun başını elleyip salmışlar.Ama Yaşar Beyin eşine asılıp cinsel tacizde bulununca tabanları yağlayıp kaçmışlar. Epey bir sonra aklı selim insanların sesini dinleyip güvenlik güçlerine  ziyarete gitmiş, hoş sohbet çay kahve derken, demişler sen ilk okulda hiç kopya çektin mi? Yooo demiş ben okumadım ki, salıverin gitsin bak ne iyi çocuk kopyada çekmemiş, Zayidin mahalleye dönüşü davullara zurnalarla 40 gün 40 gece eğlencelerle kutlanmış. Buna bir anlam veremeyen Yaşar Beye ise aklıselim insanlar; Ya yaşar bak şimdi tamam küfretti, çocuğunu kaçırmaya çalıştı eşine cinsel taciz de bulundu, bunları yapmaya devam etseydi daha mı iyi olur du yoksa böyle mi daha iyi ha söyle? Yaşar bey sesini çıkaramamış.Mustafa Bey hala içeride yargılanacağı günü beklerken Zayid günü gün ediyormuş. Yaşar Bey mi?O ne mi yapıyor muş? Bir köşede sessizce olanları izleyip korkuyormuş……