27 Ekim 2009 Salı

ODATV DOMUZ GRİBİ DOSYASINI AÇIYOR!

Aylar önce odatv olarak domuz gribi aşısıyla ilgili bir haber yapmış ve bu aşının ardında ne gibi dolaplar dönüyor olabileceği konusunda uyarılarda bulunmuştuk.
Ardından Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bu gribin önlem alınmaması halinde 5.300 can alacağını söylemişti.
Bir bakanın, böyle kesin bir rakam vermesinin doğru olup olmadığını araştırmadan, “atma Recep din kardeşiz” ucuzluğuna kaçmadık.
Gerçekten, salgın hastalıklar söz konusu olduğunda yaklaşık da olsa böyle bir rakam verilebileceğini yetkililerden öğrendik.
Yani bakan, “Receplik” yapmamıştı o sözlerinde.
Ama işin ilginç yönü burada başlıyordu.
Yine de siyasi olarak büyük bir yanlıştı. Bir sağlık bakanı, ülkesini paniğe sürükleme hakkına sahip değildi.
“Aşıyı aldık, kullanın” diyordu nazik olmayan bir üslupla.
AKP üslubuyla.
Bekle ve gör politikasının doğru olduğu varsayımından yola çıkarak, bir süre konuya değinmedik.
Sonuçta AKP’nin her yaptığının yanlış, yapmadığının doğru olduğu mantığı da bize yakışmıyordu.
İşin ilk “tavsaması” Almanya’da patlak verdi. Civa içermeyen, yani yan etkileri olmayan bir aşının devletin önemli kademelerinde bulunan ve komuta kademesindeki askerlere yapılacağı haberi ortalığı ayağa kaldırdı.
Alman halkı (her ne kadar bizde hiç gündeme gelmediyse) madem böyle bir aşı var, neden bir milyon doz öbüründen alıyorsunuz da, civasız olandan almıyorsunuz? Parasını zaten biz vermiyor muyuz, sorusunu yöneltti.
Alman hükümeti hemen geri adım attı.
Bu haber de kaynadı gitti.
Birden bizim hükümetin bir açıklaması geldi: “Hamileler için yan etkisi daha az olan başka bir aşıdan 1 milyon doz ithal edildi,” diye.
O zaman biz de Alman halkı gibi sorma hakkına sahip değil miyiz? Madem yan etkisi daha az bir aşı vardı da ondan niye almadınız?
Yanıt çok kolaylıkla gelecekti bizim yetkililerden: “Bu aşı daha yeni üretildi, sırada birçok ülke var. İstesek de alamazdık.”
O zaman yeni soru gelecek tabii ki: Çocuklarımıza kasım sonu veya aralık başı başlatacağınız bu aşı için neden biraz daha beklemediniz?
Hani bu çok hızlı gelişen ve bir anda tüm insanları etkileyecek bir virüstü?
Kasım sonuna kadar “virüs beyden” izin mi alındı?
Bakınız odatv’nin sayın okurları, ortada bir rant var ve bunun paylaşımında bir sorun ortaya çıktı.
Dünya bu aşıyı kullanmakta tereddüt ediyor.
Kimi ülkeler yararı olmadığı halde zararı da olmayacağı düşüncesiyle ses çıkarmıyor, ama bedelini de kendileri değil hükümetleri ödüyor.
Oysa bizim gibi “gelişmekte güçlük çeken” ülkelerde bu kimin kaç villa alacağı konusunda çatallanıyor.
Verdik mi bu parayı, verdik.
Nereden çıkacak bunun parası?
Belli değil mi?
Dünya ekonomisinde üç şey için yapılan harcamalar asla zarar getirmez: Sağlık, açlık ve seks.
Ankara Atatürk Sanatoryumu’nda biri domuz gribinden öldü.
Adamı yakınlarına bile göstermeden acilen “bir torba kireçle” gömdüler.
Kalp krizi miydi, kanser miydi yoksa gerçekten Kaliforniya gribi miydi, bilemiyoruz.
Tören tüm TV’lerde, bir “zafer” edasıyla yayınlandı: “Domuz gribine ilk kurbanı verdik.”
Bunun şifresiz adı: “Aşı olmaya hazırlanın”
İnternet dolambacında aşının yan etkileri sıralanıyor.
Sağlık Bakanlığı, “yan etkisi daha az” diye hamileler için başka bir aşı ithal ediyor.
Yani diyor ki, bunun yan etkileri var, o yüzden hamileler için daha az yan etkili bir aşı ithal ediyoruz.
Hani yan etkisi yoktu?
Bu iş daha çok “su kaldırır”.
Bu yüzden de böyle bir dosya gerekliydi.
Bu yüzden odatv bu işin peşini bırakmayacak.
Klasik deyişle, “bizi izlemeye devam edin”.

Odatv.com

ATMA(YIN) RECEP(LER) DİN KARDEŞİZ

Sağlık Bakanı Recep Akdağ, telaş içerisinde gündemin birinci maddesine domuz gribi vakasını oturttu.
Mali baskınlardan “tırsan” medya da buna eşlik etti.
Ortada, TV’lere pek çıkamayan uzmanların çığlıkları var, ama duyulmuyor.
Varsa yoksa Sağlık Bakanlığı Müsteşarı, Bakanı ve avenesinin söylemleri yer alıyor.
Grip... Üstelik ülkemizde tüketilmesi dinen yasak olan bir hayvandan bulaşan grip...
Dünyanın domuz üzerinden beslenen ülkelerinde bile panik bu kadar yokken, bizde bir paniktir gidiyor.
Adı TV’lerde duyulmayan uzmanlar (ki daha sonra odatv’nin takipçiliğinde bunu izleyeceksiniz), bunun sıradan bir grip olduğu konusunda “hemfikir”.
Ankara Üniversitesi Halk Sağlığı Profesörlerinden Recep Akdur, hasbel kader telefonla bağlandığı bir televizyon kanalında (Haber Türk), elinden geldiğince bu olayın fazla abartıldığını, enfeksiyonun “Kaliforniya virüsü” olduğunu söylemeye çalışıyordu, ama Marmara Üniversitesi’nden bir başka profesör, Recep Akdur’un ya dersini bilmediğini ya da yeterince dayak yemediğini söyleyerek, yanıldığını anlatıyordu. TV kanalı da Marmara Üniversitesi’nden yana tavır koyarak, Recep Akdur’un yediği dayağa cevap vermesini “süremiz bitti” diyerek engelliyordu.
Doktor olan Recep Akdağ ise ısrarla aşıdan söz ediyor, doktor olmayan diğer Recep, Başbakan ise onu destekliyordu.
Yani,
Recep’ler buna “hayır” diyordu.
Biri başbakan, öteki sağlık bakanı.
Bizler de bu ülkenin sıradan vatandaşlarıyız.
Baldıran zehiri kansere yararlıdır deseler, içeceğiz.
Zeki Özel denilen bir doktor zakkum içirmedi mi bu ülkeye.
Çaresiz insanlar, üç ay fazla yaşayacakken, zakkum “zıkkımından” ölmediler mi?
Recepler atıyor, biz de yutuyoruz.
Din kardeşiyiz.
Yani bu söz nereden çıktıysa tam gündeme oturdu:
“Atmayın Recepler, din kardeşiyiz.”

PEKİ ONLAR NASIL KARŞILANDI

Türkiye dejavu yaşıyor. 100 yıl önce Balkanlar’da başına gelenlerin neredeyse tıpatıp aynısı bugün Güneydoğu’da karşısında. Tek fark, ayrılıkçı çeteler dağdan inerken değil Avrupa’nın baskısıyla cezaevinden çıkarılırken davul zurnayla karşılanıyor olmasıdır. Üstelik ayrılıkçılar ve karşılama ekibi Türk mahallerinden geçerek gösteri yapıyorlardı.
 
Doğan Yurdakul…
Yaklaşık yarım asırdır gazetecilik yapıyor…
Ankara Hukuk Fakültesi mezunuydu. Paris Sorbonne’da yüksek lisans yaptı.
Geçen hafta Ankara Hukuk Fakültesi 1968–69 ders yılı mezunları olarak bir araya geldiler. Aralarında kimler yoktu…
Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu, Prof. Ramazan Aslan, Prof. Haluk Günuğur, Prof. Erdal Onar, Prof. Celal Göle, Prof. Sabih Arkan, Milli Eğitim eski Bakanı Metin Bostancıoğlu, Orman eski Bakanı Nami Çağan, DGM’nin ünlü savcılarından Nuh Mete Yüksel, Yargıtay Savcısı Sami Özfırat vs.
Hemen hepsi 60 yaşın üstündeki yüz yirmi öğrenciye ilk dersi Ticaret Hukuku hocaları Prof. Dr. Ali Bozer verdi. Ardından kürsüye gelen Ticaret ve Bankacılık Hukuku hocaları Prof. Yaşar Karayalçın, “eskiden herhangi bir vatandaş haksız olarak tutuklanıp bir gün hapis yatsa bütün hukukçuların vicdanı sızlardı. Tahliye kararı çıkınca bir saat fazla yatmasın diye cezaevine telgrafla bildirilirdi. Şimdiyse vatandaşlar iddianameleri bile yazılmadan aylarca hapiste yatırılıyor” deyip eski öğrencilerine bir soru sordu; “Hukukçular olarak hukukun bugünkü durumundan mutlu musunuz?’ Amfide bulunan yüz yirmi öğrenci aynı yanıtladı: “Hayır!”
Doğan Yurdakul aynı soruyu önceki gün telefonda bana sordu: “Bu ülkede kaç çeşit hukuk var?” Bırakın teröre karışmış olmasını, yasa dışı örgüt üyeliğine ilişkin yasalarda ağır cezalar varken, üniformalı PKK’lıların hemen serbest bırakılmasına sitem ediyordu. Bu durum yaşadığı darbe günlerine benziyordu. Siyaset yine hukuku çiğneyip geçiyordu işte… Bakınız… Bu sözleri eden kişi; genç yaşında Kürt sorununu dile getiren Doğu Mitingleri’ne katıldı; yazdığı “Kürt” sözcüğü yüzünden 12 Mart 1971 darbesinde Mamak Cezaevi’nde yattı, 12 Eylül 1980 darbesinde yazdığı yazılar yüzünden idamla yargılandı ve Paris’e kaçmak zorunda kaldı. Hep Kürt halkının yanında yer aldı; mücadelesini kalemle destekledi. Ama şimdi ortada hiç hoş olmayan bir durum vardı ve bu durum iki halkı birbirine düşürmek için sanki kasten yapılıyordu. Haklıydı… Bizim her şeyimiz aşırıydı; dün Kürt halkına yapılan baskılar da, bugün PKK’lıları karşılama törenleri de. Umarım zamanla normale döneriz; çünkü… İşte bu “çünkü”yü Doğan Yurdakul’a anlattım; sizinle de paylaşayım…


Enverler, Resneli Niyaziler…
İttihat ve Terakki mensubu subayların anı kitapları birbirinden çetin, birbirinden acı sahnelerle doludur.
Hepsi Balkanlar’da ayrılıkçılara karşı mücadele verdi. İttihatçılar zaten komitacılık metotlarını bu gerilla savaşı sürecinde öğrendi. Ve İstanbul’daki Sultan’a karşı aynı yöntemle zafer kazandılar.
Biliyorsunuz ki bu zaferin fitilini, dağa çıkan subaylar ateşledi. Enverler, Eyüp Sabriler, Nesneli Niyaziler niye dağa çıkmıştı? Kuşkusuz temel neden sosyo-ekonomikti.
Ancak dağa çıkışın “politik psikolojisi” de vardı.
İşte bu psikolojik etnik yara, PKK’lıların karşılanma törenleriyle yakından ilgiliydi…
 
Balkan Oyunu
 
Önce biraz geriye gitmemiz gerekiyor…
Osmanlı “93 Harbi” adıyla bilinen savaşta Rusya’ya yenilince 3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı.
Bu yıkım anlaşmasına göre, Romanya Sırbistan, Karadağ tam bağımsız oldu; Karadeniz'den Ege Denizi'ne kadar inen koskoca bir Bulgaristan kuruldu.
Osmanlılara sözde Bosna-Hersek ve Arnavutluk bırakıldı ama, buralarla bir kara bağlantısı yoktu; “Avrupa Türkiye’si” ikiye bölündü.
Kısacası Osmanlılar, Balkanlardan atılıyordu.
Ancak, Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuzunu artırması, İngilizleri, Fransızları, Almanları, İtalyanları, Avusturyalıları telaşlandırdı.
Avrupalıların diretmesiyle 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması imzalandı. Rusya’nın hakimiyet alanı daraltıldı; Bulgaristan tekrar küçük bir prensliğe indirildi vs. Tabii bu arada İngilizler, oldu bittiyle Akdeniz’in en stratejik adası Kıbrıs’a fiilen el koydular ama ayrıntıya girmeyelim.
İşin özü aslında şuydu; Avrupalılar endüstrileşmeyle birlikte dünyayı paylaşım mücadelesine girmiş; fakat “hasta adam” Osmanlı’nın nasıl pay edileceği konusunda bir türlü anlaşamamışlardı.
Tabii bu arada bu paylaşım savaşını meşru göstermek için, halkların hoşuna gidecek sözcükleri dillerinden düşürmüyorlardı: İnsan hakları, medeniyet, reform vs. Yani aynı bugünkü gibi…
 
Terör tırmanıyor
 
20’inci yüzyıl başında Balkanlardaki ayrılıkçı örgütler terörü zirveye çıkardı. Neler yapmadılar ki; Osmanlı Bankası’nı havaya uçurdular; Selanik limanında gemi yaktılar; Vardar köprüsünü tahrip ettiler; birçok insanı kaçırıp fidye aldılar vs…
Balkanlar yanıyordu.
Örneğin sadece 1903 yılının üç ayında Makedonya'daki terör olaylarında, 5328 Türk, 6000 Makedonyalı öldü, 198 ilçe yakılıp yıkıldı, 71 bin kişi evsiz kaldı, 30 bin kişi yurdundan oldu.
Mehmetçik yangını söndürebilmek için dört yana koşup duruyordu.
Maaşını alamayan, soğukta kendini koruyacak kışlık giysi giyemeyen, hastalıklarla mücadele eden, silahına sürecek mermi bulamayan Mehmetçik o zorlu koşullarda var gücüyle ayrılıkçılara karşı mücadele verdi.
İlk dönemlerde zorlanan ve çok sayıda şehit veren Mehmetçik zamanla gerilla savaşını öğrendi.
Özellikle yeni kurulan Avcı Taburları, tıpkı komitacılar gibi dağlarda yaşayıp, istihbarat toplamaya, iz sürmeye, pusu atmaya başladı. Çete savaşında artık üstünlük Avcı Taburları’ndaydı.
Ama ne oldu dersiniz?
Avrupa “insan hakları ihlalleri var” deyip Balkanlar’da yeni bir güvenlik anlaşması dayattılar.
Balkan güvenliğinden sorumlu Makedonya Müfettiş-i Umumisi Hüseyin Hilmi Paşa’nın yanına biri Rus diğeri Avusturyalı iki yardımcı subay verdiler.
Yeni kurulan Jandarma biriminin başına ise bir İtalyan General ile 25 yabancı subayı getirdiler. Jandarma okullarının başına da yabancı subaylar atadılar.
Bitmedi…
Avusturya Üsküp, İtalya Manastır, Rusya Selanik, Fransa Serez, İngiltere Drama illerinin güvenliğinin sorumluluğunu üstlendi.
Böylece 1905 yılında Makedonya, adeta milletlerarası bir memleket görünümü kazandı.
 
Türk mahallesindeki gösteri
 
Avrupa’nın istediği güvenlik yapılanmasına rağmen terör bitti mi? Hayır.
Üstelik…
Avcı Taburları’nın yakaladığı ayrılıkçı komitacılar yabancı subayların inisiyatifiyle serbest bırakılmaya başlandı.
Serbest bırakılmalarının amacını ise hep şöyle açıklıyorlardı: Toplumlar Arasında Barış Sağlamak!
Barış sözcüğünün adı geçince akan sular duruyordu.
“Barışı sağlama” umuduyla cezaevlerinden salıverilenler davul zurnayla karşılandı. Her salıverilme olayında kutlama yapıldı.
Ve bu gösteriler nedense hep Türk mahallelerinin içinden geçilerek başlanıldı.
Ne mesaj vermek istiyorlardı acaba?
Şaka gibi; dün sanki bugün! Yazdım ya dejavu!
Aynı bugün gibi…
Balkanlar’daki Türk köylüsü gibi Türk askeri de bu olup biteni şaşkınlıkla seyretti. Herkes suskundu. Kimse ne yapacağını nasıl davranacağını bilemiyordu.
Acı olaylar yaşanıyordu. Örneğin…
Yabancı subaya selam durmadığı için sokakta herkesin önünde kırbaçlanan Mehmetçik bunu onuruna yediremiyor, tüfeğini ateşliyordu. Gönüllü ölümdü bunun adı. O günlerde idam sehpasına gülümseyerek yürüdü Mehmetçik Halimler…
Ellerinden başka bir şey gelmediğine inanıyorlardı.
Subay direnişi böyle doğdu Balkanlar’da…
Avcı Taburları’nda görevli Enverler’in, Resneli Niyaziler’in Eyüp Sabriler’in niye dağa çıktığını sanıyorsunuz siz?
Politik psikoloji bilimi (üstelik kurucusu bir Türktür; Prof. Vamık Volkan) bilinmeden bu topraklar anlaşılamaz…

DOMUZ GRİBİ KİMLERE NASIL KAZANÇ SAĞLIYOR

Dünyayı etkisi altına alan Domuz Gribi salgını ilaç şirketleri için neredeyse bir fırsat kapısı haline gelmiş durumda.
Domuz Gribi’nin insan sağlığını tehditi tartışılırken, ilaç şirketleri çalışmalara başladı bile. GlaxoSmithKilne, Baxter International ve Novartis firmaları ürettikleri ilaçlarla bu süreçte yükselen yıldız durumundalar. İlaç için ilk lisans alan firma olan Novartis şimdilik bir adım önde. Şirket ilk çeyrekte 400 ile 700 milyon dolar arasında değişen oranda satış yapmayı hedefliyor.  Baxter’ın beklentisi ise daha mütevazi. Şirket 40 milyon dolarlık bir satış bekliyor.
İlaç firmaları bunları yaparken diğer büyük şirketler de ilaç üzerinde araştırma yapan firmalara yatırım yapıyorlar. Bunun en büyük örneği olarak; Johnson & Johnson firmasının, Hollandalı biyoteknoloji şirketi Crucell NV’nin hisselerini satın almak için  harcadığı 444 milyon doları gösterebiliriz. Pek çok şirket de Belçika ve İngiltere’de araştırma yapan şirketlere para yağdırıyor.
Sağlık analistleri de bu bilgileri doğrulayacak şekilde açıklamalar yapıyor. İsviçreli sağlık analisti David Kagi, tüm dünyada aşı şatışlarının toplam tutarının 18 milyon doları bulacağını belirtirken İngiliz analist Hedwig Kresse, sektörün büyük oyuncularının domuz gribini bir talih kuşu olarak gördüklerini söylüyor. Kresse ayrıca “Bu satışlar kış sonunda sona erecek. Ama eğer şanslılarsa gelecek yıl da aynı satışı gerçekleştirebilirler” diyerek ilaç firmalarının domuz gribinden büyük gelir elde edeceklerini de sözlerine ekliyor.
Bu veriler ışığında bakıldığında; dünyada her yıl yeni bir virüsün  ortaya çıkması ve ardından da aşılarının bulunması kafaları iyice karıştırıyor.
Odatv.com

İTİNA İLE "ISLAK İMZA "ATILIR

Kamuoyunda ses getiren “ıslak imza” tartışmasını Odatv, 21 Temmuz 2009 tarihinde “Ergenekoncu Polisler Bu Makineyi Çok Sevecek” başlıklı haberiyle yayınlamıştı.
Haber kısaca şöyleydi:Taraf gazetesi, “AKP ve Gülen’i bitirme planı” manşetiyle çıkmıştı. Mehmet Baransu imzasıyla çıkan haber, bir “belge”ye, Genelkurmay Harekât Başkanlığı 3. Destek Şube Müdürlüğü’nde hazırlandığı ve Albay Dursun Çiçek’in imzaladığı ileri sürülen bir “belge”ye dayanıyordu. Söz konusu “belge”, “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlığını taşıyor ve bu “plan” ise AKP ve Fethullah Gülen cemaatini hedef alıyordu.”
Şimdi yeniden tartışma başladı. Kamuoyu bu olayı konuşuyor.
Konu aynı: “İrticayla Mücadele Eylem Planı” belgesinin ıslak imzalı örneği bulundu.
Odatv’de Emre Özsuda’nın 21 Temmuz 2009 tarihli haberine dönecek olursak; Islak imzayı taklit edebilecek makinenin  bulunmuş olması…
Nasıl mı?
Anlatalım:
“Otomatik imza sistemi” olarak adlandırılan sistemle çalışan makine var. Arayanlar internet üzerinden bulabileceklerdir, ancak makinenin üretimini yapan firmanın tanıtımını yapmamak için ismini ve internet sayfasını vermemeyi tercih ediyoruz. Bu konuda cihaz ve teknoloji geliştiren ve kendisini “el yazısı otomasyonunda dünya lideri” olarak tanıtan bir firma var.

Firmanın internet sayfasındaki, sık sorulan sorular ve cevaplarına yer verilen bölümde, bir imza makinesinin ne olduğu soruluyor. Yanıt, bir imza makinesinin, bir şahsa ait el yazısını ve imzayı, yazışma, resim, tebrik kartı, kitap ve diploma gibi pek çok türden belgenin üzerine yerleştirebilen bir makine olduğudur. Tükenmez kalemden dolmakaleme pek çok türde özel kaleminin mevcut olduğuna dair duyuru, yine söz konusu firmanın internet sitesinde mevcut. Söz konusu internet sitesinde dikkat çeken bir nokta daha var: En iyi sonucun alınabilmesi için üç adet orijinal imzanın kendilerine yollanması tavsiye ediliyor. Bilgisayar ortamında kullanılabilecek bir “imza dosyası” için bu orijinal imzalar gerekli oluyor. Bu imzalar, bir orijinal resim dosyasıyla yollanabileceği gibi, faksla da yollanabiliyor. Resim dosyası olması hâlinde, tercihen siyah-beyaz ve resim çözünürlüğünün en az 300 dpi olması; faks olması hâlindeyse, faksın, faks makinesinin izin verdiği en yüksek çözünürlükle gönderilmesi isteniyor. Firma, ayrıca, makul bir ücretlendirme karşılığında, Word ve Wordperfect gibi bilgisayar ve ofis programlarında kullanılabilecek bir imza dosyasının oluşturulabileceğini ilân ediyor. Başka deyişle, üç adet imzasına sahip olduğunuz birinin imzasını, bilgisayar ve ofis programlarında bile kullanabiliyorsunuz. Bu sayede, “imzalı belgeler” basabiliyorsunuz.

Son olarak gözden kaçırılan noktayı, mevcut teknoloji ile imzalı ve orijinal bir belgenin üretilebileceği oluyor. Dolayısıyla, söz konusu “belge” olayında da, eldeki fotokopinin “aslının” incelenmesinden bile kesin bir sonuca varılamayabileceği ortaya çıkıyor.”

Bu açıdan günümüzde ıslak imza üretilmesine imkan sağlayan bu teknik nedeniyle belgenin ıslak imzalı örneğinin varlığı dahi sorunu tam olarak çözmeyebilir.

"AÇILIM"" VE" BELGE"



Türkiye iç ve dış dinamiklerin etkisinde büyük bir dönüşüm geçiriyor:
Ülkeyi yönlendiren en önemli öğe dış dinamikler:
ABDnin Irakı işgali bölgedeki bütün dengeleri altüst etti.
Buna bir de Balkanlardaki ve Kafkaslardaki Sovyetler sonrası değişimleri, sınırların yeniden belirlenmesini, nüfuz savaşlarını eklersek Türkiyenin zorlandığı büyük dönüşümün boyutlarını daha iyi anlarız.
Zorlandığıdiyorum, çünkü kim iktidarda olursa olsun bu dönüşüme sırtını dönmesi olanaksız.
Dünya yeniden düzenlenirken, Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar yeniden biçimlendirilirken, Türkiye gibi bütün bu bölgelerin tam ortasında yer alan ve güçlü bir ordusu olan büyük bir ülkenin bundan etkilenmemesi düşünülemez.
Bu dış dinamik, ülkenin sadece dış politikasını, bölgesel ve küresel ilişkilerini değil; iç yapısını, iç politikasını da etkiliyor.
Gerek Ermeni Açılımı, gerek Kürt Açılımıdenilen Açılımlardoğrudan doğruya dış dinamik öğelerinin zorladığı değişimler.
***
Bu değişimlerin iç dinamik öğeleriyle uyumlu olup olmadığı ayrı bir konu.
İç dinamik ile dış dinamik arasında uyum olduğu sürece bu değişimlerin sarsıntısız, kolay ve çabuk olması muhtemel
Buna karşılık iç dinamik ile dış dinamik arasındaki uyumsuzluk oranında, zorlukların, sıkıntıların ve bunalımların gündeme gelmesi kaçınılmaz.
***
İç dinamik öğeleri açısından Türkiyeye bakıldığında, 2002 yılından beri AKP iktidarıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri gibi, yargı gibi, üniversiteler gibi özerk ve medya gibi özgür kurumlar arasında bir gerilim, bir çatışma olduğu gözleniyor.
Medya bu gerilimi bir iktidar savaşıolarak nitelemektedir.
Bu gerilime, toplumda ve resmi örgütlenmede gücü çok artmış olan Fethullah Gülen Cemaati de AKP iktidarı yanında bir başka destek olarak katılmış görünüyor.
Aynı süreç içinde ABDnin ve ABnin AKP iktidarı yanında yer almış olmaları, iç dinamik öğeleri ile dış dinamik öğeleri arasında bir etkileşim, AKP ile dış güçler arasında bir karşılıklı destek süreci başlatmıştır.
Genelkurmay tarafından hazırlandığı iddia edilen AKPyi ve Gülen Cemaatini Bitirme Planı”, iç dinamik öğelerinin bir sonucu olarak gündeme gelmişti.
***
Genelkurmay tarafından sahte bir kâğıt parçasıve Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sistematik bir yıpratma kampanyasıçerçevesinde bir olay olarak yorumlanan bu belge, birdenbire Kürt Açılımsüreci içinde yeniden ortaya çıkmıştır.
Tam da Açılımda”, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yapılan kutlama gösterileriyle ilgili bazı eleştirileri dile getirdiği ve birtakım sıkıntıların yaşandığı sırada, belge gerçek olduğu iddiasıyla yeniden gündeme getirilmiştir.
Belge gerçek de olabilir, düzmece de
Türkiyenin iç dinamikleri her iki olasılığın da aynı derece geçerli olabileceğine işaret ediyor.
İlginç olan nokta, dış dinamik öğeleriyle, iç dinamik öğelerinin artık sadece süreçler açısından değil, münferit olaylar bakımından da AKP ile dış güçler arasında tam bir çakışmayı işaret etmesi, aralarındaki kesişme noktalarının Türkiyeyi son derece etkili bir biçimde yönlendirmesidir.
Tabii bu kesişme, yukarda işaret ettiğim gibi, toplumdaki uyumlu bir değişimi mi işaret ediyor; yoksa, bir uyumsuzluğu, bir çatışmayı mı belirliyor, belli değil.
Ama ABD ve ABnin Türkiyenin yaşadığı iç sıkıntılarda ve iktidar çekişmesinde taraf görüntüsü verdikleri ve bu nedenle de çok yıprandıkları bir gerçek.

İçimizde Dışımızda Konu Aynı




Çarpıcı olaylar, çarpıcı haberler...
Açılım politikası uygulamalarının halkta yarattığı tepkiyi gören iktidar, dışarıdan önlerine sunulan politikayı sürdüremeyeceğini anladı ve frene bastı!
CHP lideri Baykal, son olayları böyle yorumladı.
Başbakan da teröristlerin gelişiyle yaşananların halkta yarattığı tepkiyi kabul ediyor.
RTEnin Pakistanı ve İranı ziyareti açılım tartışmalarına ara verilmesini sağladı.
Bu ara klasik gelişmeler yeniden sahne aldı.
Türkiyenin gündeminde uzun süre yer alan İrticayla Mücadele Eylem Planının orijinal belgesi bir ihbar mektubuyla birlikte Ergenekon savcılığına geldi. Savcılık belgeyi Adli Tıpa gönderdi.
Belgenin altındaki imza Albay Dursun Çiçeke aittir yanıtını aldı.
Olayın, yasaların emrettiği gibi gizliliğe özen gösterilerek geliştiği sanılırken...
***
...gelenek bozulmadı; bir subayın yazdığı ve savcılığa gönderdiği ihbar mektubunun tam metni yandaş basına; Tarafa, Stara, Bugüne, Yeni Şafak ve Zamana sızdırıldı”.
Gizli kalması gereken belgelerin, bilgilerin, telefon konuşmalarının yandaş medyaya sızdırılması olayları hâlâ esrarını muhafaza ediyor.
Adalet Bakanlığı -Mehmet Ali Şahinin bakanlığı sırasında- bu konuda soruşturma açtı ve İstanbul Savcılığından sızdırma olaylarının aydınlatılmasını istedi.
Bir yığın rakamsal açıklamalar var ortada, ama belgelerin nereden nasıl sızdırıldığına ilişkin bir açıklama yok!
Bu durum hem savcılıkta hem de askerde köstebek olduğunu kanıtlıyor.
Ne çare savcılıktaki ve askerdeki köstebekler bir türlü saptanamıyor.
Örneğin bir subay günlerdir aslı aranan belgeyi tartışmalar başlar başlamaz, üstelik dosyasından çaldığınıaçıklıyor.
Muhbir subay ihbar mektubunu günlerce savcılığa göndermiyor ve açılım kargaşasının yaşandığı şu sıralar ortaya çıkarılıyor.
Darbe tartışmaları yeniden alevleniyor.
***
Tam bu sırada Başbakan RTEnin Pakistan ziyaretiyle ilgili çarpıcı bir yorum-haberi dün Radikal manşetten verdi.
Başbakanla İslamabadda bulunan Murat Yetkin; RTEnin Pakistan ziyaretinin şifresini açıklıyor.
Şifreşöyle:Türkiye Pakistanda darbeyi önleme derdinde-Pakistanda darbe an meselesi-Türkiye orduyu vazgeçirip birulusal birlik hükümetine destek vermesi için ikna çabalarında-Gilani hükümetinin günleri sayılıyor. Genelkurmay Başkanı Kayaninin bir darbeyle yönetime el koyması bekleniyor.
Bir köstebek darbe olasılığını -herhalde- Başbakan Gilaniye duyurmuş; haber yayılmış. Pakistandan bizim hükümete ve oradan da Murat Yetkine kadar ulaşmış!
***
Bu haber-yorum yalanlanmazsa kimi olasılıklar kendiliğinden gündeme girecek. RTE, Pakistan Başbakanına darbe girişimini nasıl engelleyeceğine ilişkin ne gibi önlemler tavsiye etti sorusu güncelleşecek.
Oysa bizdeki darbe söylentileriyle Pakistandaki söylentiler farklı.
Bizde zamanın Genelkurmay Başkanı, emrindeki yüksek komutanların darbe hazırladıklarını Başbakana bildiriyor.
Pakistanda ise olası darbeye Genelkurmay Başkanı hazırlanıyor.
Öyleyse ne yapmalı? KardeşPakistana kardeşçe öğütler:
Pakistan Başbakanı, Genelkurmay Başkanı ile anlaşmalı.
Gilani, Pakistanakon adını vereceği bir mahkeme kurdurmalı.
Darbeci mi değil mi araştırmadan ülkede ne kadar Gilani muhalifi varsa... aydın, ilim adamı, gazeteci, yazar... içeriye tıkmalı!
İşte o zaman Gilani gönül rahatlığıyla konuşabilir:
Pakistanda demokrasi (tabii bu rejime demokrasi denilebilirse) ancak böyle yaşayabilir, yaşatılabilir!

Kürtçülük Açılımı Biter, Ortaya Belge Çıkar




Sevgili okuyucularım, AKP hükümetinin Kürt açılımı(!) fiyasko ve rezaletle sonuçlandı. Böyle fiyaskolar, böyle rezaletler, bir ülkenin tarihinde az bulunur. Sen durup dururken Kürt açılımı diye ne idüğü belirsiz bir şeye soyunacaksın, Kürtçü takımın eline koz verip ülkeni esir düşürmeye yelteneceksin; onlar sınır boylarında seninle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaklar, milyonlarca insanımızın sinirini bozacaklar ve sen o tezgâhtan AKP olarak kazançlı çıkacaksın!

Yok, bu kadarı olmaz. Nitekim Türk milleti bu numarayı yemedi. Yapılan şarlatanlık onu yaratan sorumsuzların elinde patladı…

Ve Tayyip, yeni PKK kafilelerinin gelmeyeceğini açıklamak zorunda kaldı Niçin?.. Çünkü oluşan inanılmaz tepkiden korktu.

Ne demekti bu Kürtçülük açılımı? Neyin nesiydi? Çankaya’da oturan şahıs bu sorulara yanıt veremedi. Tayyip hiç veremedi. Açılım olsa ne olacaktı? Efendim terörle akan kanlar duracaktı!

Nah duracaktı!

Her şey tam tersine olacaktı. Karşı taraf zaten şımardıkça şımarmış, karşımıza her gün yeni isteklerle çıkmaya başlamıştı:

Anayasa değişsin, Kürt varlığı kabul edilsin… Okullarda Kürtçe eğitim… Kürtçenin X W Q harfleri alfabeye konulsun… Güneydoğu belediyelerine (Türkiye’den kopmanın ilk aşaması olarak) özerklik verilsin…

Burada bir konuya dikkatinizi çekmek isterim ki, biz belli konuları savunurken bir yanlış anlama olmasın. Biz Türkiye’de köken farkı gözetmeksizin her alanda eşit ve saygın yurttaşlarımız olan Kürtlere bir karşıtlık sergilemiyoruz. Ama biz Kürtçülere karşıyız. Onlar eliyle sergilenen kanlı teröre ve bölünme(!) isteklerine karşıyız… Çünkü onların Türkiye dışından, özellikle ABD ve bazı AB ülkelerinden yönetildiğini hepimiz biliyoruz. Hiç unutmadık, 1990’lı yıllarda dağlarda terör mücadelesi yapan Türk Ordusu, kendi ülkelerinden verilen zırhlı araçları ve mihverleri kullandığı için Almanya kıyameti koparmıştı. Bazı AB ülkelerinin PKK’yı nasıl desteklediğini, teröre nasıl güç verdiğini de henüz unutmadık.

Biz, devletimizin ve milletimizin onurunun ayaklar altına alınmasına bunu yaratan yerli işbirlikçilere karşı çıkıyoruz.

***

Bu son Kürt açılımı safsatası piyasaya Tayyip tarafından sürüldüğünde, kendine soruldu:

“Bu açılım nedir arkadaş, sen neyi amaçlıyorsun? Ne yapacaksın? Nerede başlayıp nerede duracaksın?”

Yanıt yoktu. Elbette olamazdı, çünkü hükümet bile ne olacağını, ne yapılacağını bilmiyordu. Öylesine rast gele bir kumar oynadılar. ABD ve AB’den gelen emir ve direktiflerle, düşeş gelmesi umuduyla bir zar attılar. Geçen hafta Habur ve çevresinde yaşanan rezaleti gördükten sonra akılları başlarına geldi… Hepyek attıklarını işte o zaman anladılar ama iş işten geçmişti.

Teröristlerin ayağına seyyar yargı götürmekten bile utanmadılar.

Hadise her boyutu ile geri tepti ve açılım safsatası bir anda sona erdi. Korktular ve Avrupa’dan gelecek ikinci kafileyi yasaklamak zorunda kaldılar. Yani bu işi ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Bakarsınız bir süre sonra Japonya’dan bir kafile getirtirler!.. Çünkü komedi bir başladı mı nerede biteceği belli olmaz.

***

Sevgili okuyucularım, şimdi burada çok önemli bir konuya değinmek istiyorum. AKP iktidarını kayıtsız şartsız destekleyen gazetelerde dün çok ilginç bir haber vardı. Haber ve belgeler aynı elden çıkmıştı. AKP ve Fethullah’ı bitirme raporunun orijinali ele geçmişti! Bu belgenin aslı, yani Genelkurmay’da Albay Dursun Çiçek’in hazırladığı iddia edilen raporun ıslak imzalı orijinal kopyası, Ergenekon savcılarına-tam beş ay sonra- bir subay tarafından gönderilmişti. İşte, bu subayın savcılığa yazdığı iddia edilen mektup dün AKP medyasında çarşaf çarşaf, manşetten yayınlandı. Peki, hangi gazetelerde?

Taraf, Star, Yeni Şafak, Vakit, Bugün, Zaman ve Sabah.

O subay(!) bu belgeyi savcılığa mektupla göndermiş. Peki, aylarca niçin beklemiş(!) Adam cesur olmalı, iyi ki mektup postada kaybolmamış! Allah korusun, ya postada kaybolsa! İkinci bir nüshası yok ki. Elden falan vermiyor, postayla gönderiyor! Ve mektubunda diyor ki “Eğer uygun görürseniz ben mahkemede tanıklık yapmaya hazırım.”

Fakat ismi yok! Türk ordusunda böyleleri var mıdır, bilmem. Ancak benim önerim şu:

Bu subay(!) eğer korkak ve çıkarcı olmayan bir adamsa, mert ve yürekli ise, tanıklığı falan beklemeden şimdi çıksın ortaya ve ‘İşte o kişi benim’ desin. Diyemez çünkü öyle bir subay (bence) yok… Ve izleyiniz, tanıklık yapmaya hazır olduğunu söyleyen o subay hiçbir zaman ortaya çıkmayacak. Ne şimdi, ne de mahkeme aşamasında.

Şimdi bir konuya daha dikkat ediniz. Bu belgenin orijinalinin ele geçirildiğini kamuoyuna ilk kez açıklayan Tayyip oldu. Acaba “bağımsız yargı” bizim Tayyip’e mi çalışıyor? Yargıya ulaştığı iddia edilen bir belgeden Tayyip’in nasıl haberi oluyor? Gerçi “Ben Ergenekon davasının savcısıyım” demişti ama yaptığı savcılığın bu kadarı biraz fazla kaçmıyor mu?

Bir soru daha:

Peki, o belgeyi önce Tayyibe sonra da dünkü AKP medyasına kim sızdırdı? Kim servis yaptı? Soruşturma gizli değil mi? Bu nasıl hukuk devleti?

Son bir anımsatma daha… Ve bu da çok önemli: Türkiye’de ne zaman AKP’yi yıpratan olaylar olursa, piyasaya bir Ergenekon belgesi sürülür. Şimdi de öyle oldu. Kürt açılımı fiyaskoyla sonuçlandı ve Tarzan zor durumda kaldı. Tayyip bu rezaleti daha fazla taşıyamazdı. O zaman plânın bir aşaması daha yürürlüğe konuldu:

Bu skandalı unutturacak yeni bir gündem yaratılmalıydı… Ve Kürt açılımı hezimetini, Türk millerinin buna tepkisini unutturmak için şimdi orijinal olduğu iddia edilen ıslak imzalı belge gündeme getirildi. Tam zamanında, ince hesaplarla!..
Bekleyin, daha neler göreceğiz…

STADA GİRMESİ YASAKLANAN SIRF AZERBEYCAN BAYRAĞI DEĞİL Kİ!GALATASARAY BAYRAĞI VE FORMASININ STADA GİRMESİ YASAKLANDI.


Futbol miladı yazıyor, benim anlı  şanlı Galatasaray'ım. Tam üstüne iyi geldi valla. Futbolun yüz karası bir karar. Yok ofsaytan gol verilmesini, uyduruk penaltıyı, verilemeyen kırmızıyı, hak edilmeyen kırmızıkartı, maçı erteletememeyi falan kastetmiyorum. Hafta sonu İngilterede oynanan Millwall-Leeds United maçından bahsediyorum.Evsahibi takımın 2-1 kazandığı maçta stada GALATASARAY FORMASI VE BAYRAKLARININ alınması yasaklandı. Aslan olarak anılan Willwall takımınına gönül verenler bu maçta Galatasarayımızın formasını giyemediler. Şidetle kınıyoruz Madem maçtan bahsettik.unuttuk zannetmeyin Liverpoll Mancestırı parçaladı. 2-0, ya.....
Haberin detayları ise şöyle; İngiltere Birinci Ligi takımlarından Millwall'da yönetim, Galatasaray forması giyen taraftarını stada almama kararı aldı.
Güney Londra takımlarından Millwall, Cumartesi günü Leeds United ile yapılan maçta, 2000 yılında 2 Leeds United taraftarının Galatasaray maçından sonra Türkiye'de bıçaklanarak öldürülmesine atfen, bıçaklama hareketleri yapan ve Galatasaray forması giyen bir taraftarının, bundan sonraki maçlarda stada alınmayacağını bildirdi.
The Sun gazetesinde ''Hasta holigan, Aslanlar tarafından yasaklanacak'' başlığıyla yer alan haberde, ''Aslanlar'' takma adıyla tanınan Millwall'da yönetici Andy Ambler, bu taraftarın güvenlik kameraları ve fotoğraflar yoluyla kimliğinin tespiti halinde, stada girmesine izin verilmeyeceğini belirtti. Ambler, Türk bayrağı sallayan bir başka taraftarın da stadın dışına çıkarılıp, gözaltına alındığını ifade etti.
Bu arada söz konusu maç nedeniyle İngiliz polisi, Bermondsey bölgesindeki birahanelerin önünde yoğun güvenlik önlemleri aldı. Maçtan sonra da 2 kişi gözaltına alındı.