28 Ekim 2009 Çarşamba

BOŞUNA SEVMİYORUZ SENİ HARRY


Ulan son zamanlarda bir garip oldum gitti. Şu fotoğraf benim için çok şey ifade ediyor.(Affınıza sığınarak bu cümleyi edeceğim.) Hey fenerli futbolcu, eskiden formasını giydiğin takım adamın ağzına işte böyle eder.I LOVE  HARRY!

YEMİŞİM KIZILCIKLIYI ,ULTRA ASLANI BANA SENİ GEREK SENİ MÜNEVVER TEYZE!


Halis Taraftar Portreleri I - Mürüvvet Teyze ve Galatasaray from Ofansif on Vimeo.
İşte gerçek taraftar, sizin taraftarlığınızı yiyeyim emi .Münevver  Teyze 1925 doğumlu.Taraftarın anası, dinleyinde Galatasaray taraftarı nasıl olur öğrenin emi!Teyzemin elinden saygıyla öpüyorum..

Cristian Baroni'nin Vukuatları


Evet dün ortamı geren ilk kıvılcım Baroni'den gelmişti ama bu kıvılcımı da Arda'nın aleve vermesi şart değildi. Tekrar ediyorum o pozisyonda suçlu varsa Baroni'dir ama yanlız değildir. Özellikle Kadıköy'de oynanan son Gençlerbirliği maçında agresifliğini göstermeye başlayan Cristian, Brezilya'daki Cristian olma yolunda da ilerliyor. Yani uyum sürecini atlatıyor.

Corinthians'a Flamengo'nun 2. takımından gelince, Corinthians taraftarları bu transfere lanet etmişti. Ancak oynadığı futbolla orta sahanın bankoları arasına giren Baroni, taraftarların da sevgilisi haline gelmişti. Corinthians formasını giydiği son 1 senede Sao Paulo, Avai ve Internacional gibi tansiyonu çok yüksek 3 karşılaşmada kırmızı kart görmüş veya ortamı ateşlemişti. Baroni'yi Brezilya'da hafızalara kazıyan maç ise Brezilya Eyalet Şampiyonası'nda Sao Paulo ile oynanan yarı final ilk karşılaşmasıydı. Maçın henüz 23. saniyesinde topu ağlara gönderen Baroni, gol sevincini abartı şekilde Sao Paulo taraftarlarına doğru koşarak yaşayınca kırmızı kart görmüştü.


İkinci maçta sahada Baroni yoktu ama fenomen Ronaldo vardı. Corinthians adına golü bulan Ronaldo, gol sevincinde Baroni'ye gönderme yapmıştı ama onun kadar abartmamıştı.


Cristian Baroni'nin bir diğer vukuatı ise 1 Temmuz 2009'da Internacional ile oynanan Brezilya Kupası finalinde yaşandı. Oyunun bitmesine az bir süre kala zaman geçirmek için kendi yarı sahasında yere yatan Baroni'yi D'Alessandro tartaklayınca olaylar büyümüş ve Brezilya'lı oyuncu yine kırmızı kart görmüştü. Bu linkten maçta yaşanan olaylara ulaşabilirsiniz :

http://www.youtube.com/watch?v=uMaSGabrhhk


Cristian'ın kırmızı kart görmediği ama olayların fitilini ateşlediği bir diğer karşılaşma ise 22 Kasım 2008'de Corinthians'ın Brezilya Serie B'de Avai ile oynayıp 3-2 kazandığı son lig maçı. O maçta da Corinthians'ın son golünü Andre Santos'un attığını belirtelim bilgi olarak. Cristian rakibine sert girince itişmeler başlamış ve iş saha içinde kovalamacaya kadar dönmüştü. Corinthians'tan Elias ve Morais, Avai'den de Batista ve Marquinhos çıkan olaylardan dolayı kırmızı kart görmüş; Baroni'yi ise olayların içinden çekip çıkartan Mano Menezes ve yardımcıları olmuştu.

Agresifliği en olumsuz özelliği belki ve buna bağlı olarak sanıyorum ki bundan sonra Brezilya'daki kadar olmasa da bu tip olaylarını görebiliriz Baroni'nin. Ama bu Cristian Baroni'nin sezon başından beri yükselen form grafiğini baltalamaz; Emre ile olan uyumunu da bozmaz. Çünkü Fenerbahçe'nin orta sahasındaki bu iki isme tencere-kapak ilişkisini uyarlayabiliriz. Bundan şikayetçi olan Fenerbahçe'li var mıdır ? Benim cevabım genel olarak hayır olur çünkü başkan sezon başında ''Öpen Takım'' istediğini söylemişti ... Cristian'dan en büyük rahatsızlığı televizyondan Fenerbahçe maçı izleyen Erman Toroğlu duyar.

VAY BE! DAHA KÖTÜLERİDE DE VARMIŞ! ŞÜKREDELİM HALİMİZE!

REZALETKİ NE REZALET!

Düşenin halinden anca düşen anlar.Kötünün de kötüsü var deyip halimize şükrediyoruz.Buca mı ? Onlar da sarı lacivertmiş. yenilirsekte enazından yükselme grubunun baba takımına yenilmiş oluruz.Allah göstermesin 3. lig takımı bide 4-0 felaket..geçelim rezaletin hikayesine...Sevilla'da Cristiano Ronaldo yoktu, rakip ligin iyi takımlarından ve formdaydı. Mağlubiyetin bahanesi çoktu. Bu sezon dökülen Milan'a sahalarında kaybettiler, Casillas kötüydü. Gijon deplasmanında iki santrforları yoktu. Golsüz berabere kaldılar. Buraya kadar tamam. Bu gece ikinci Lig B takımı (3.lig düz hesap) Alcorcon'a Kral Kupası'nda 4-o mağlup oldular. Maçı izleyen seyirci sayısı 7 bin. Alcorcon son golünü de52'de atıp, insafa gelmiş. 5 sezonda Villarreal'de bir gökdelen inşa eden Pellegrini, Madrid'de göçük altında kaldı. Santiago Bernabeu'daki kulübede ömrü tahmin ettiğimden çok daha kısa olacak... Bu rezalete ancak teknik adamını yollamak isteyen bir imza atabilir.

Alcorcón: Juanma; Rubén Sanz, Iñigo López, Borja Gómez, Nagore; Rubén Sanz; Ernesto Gómez (Jeremy, min.65), Sergio Mora, Fernando Bejar (Carmelo, min. 75); Diego Cascó y Borja Pérez (Bravo, min.82).
Real Madrid: Dudek; Arbeloa, Albiol, Metzelder, Drenthe; Mahamadou Diarra, Guti (Gago, min,46), Van der Vaart; Granero (Marcelo, min.63); Raúl (Van Nistelrooy, min. 72) y Benzema.
Goles: 1-0, min 16: Borja; 2-0, min: 22: Arbeloa en propia meta. 3-0, min, 40: Ernesto. 4-0, min 52: Borja.

DOĞAN GRUBU’NU YOK ETMEYİ AMAÇLAYAN VERGİ CEZASININ NEDENİ ORTAYA ÇIKTI

Ortalık toz duman…
PKK’lıların gelişleri derken birden belge tartışması başlayıverdi.
Bu arada Doğan Grubu’na verilen tarihin en büyük vergi cezası çoktan unutuldu.
Artık konuşulmuyor, yazılmıyor, tartışılmıyor bu ceza.
Halbuki sadece bugün Hürriyet’te yer alan iki makale bile Doğan Grubu’na neden bu cezanın kesildiğini gösteriyor.
Doğan Grubu’nu yok etmek isteyenler aslında bu makaleleri yok etmek istiyorlar.
İstiyorlar ki medya tamamen kendilerine yandaş olsun.
Haklılar!
Baksanıza siz şu yazılara…
Önce Yılmaz Özdil’in yazısı…
Yaş mı?
Kuru mu?
Gayet net aslında...
PKK’lılar memlekete “faydalı”ysa, Türk Silahlı Kuvvetleri memlekete “zararlı”dır.
PKK’lılar törenle getiriliyorsa, havayi fişek atılıyorsa... Genelkurmay’ın komple Kandil’e gönderilmesi, ailelerinin de Mahmur’a yerleştirilmesi lazım.

*

“Pişman değilim” diyenlere “Pişmansın, pişmansın, farkında değilsin” diyorsak... “Hukuka, demokrasiye saygılıyım” diyene “Yalan söylüyorsun” demekten
doğal ne olabilir?

*

Silah kullanarak rejimi değiştirmek isteyene “Değişti artık, bıraktı silahını” diyorsan... Adını Silahsız Kuvvetler olarak değiştirmeyenin, rejimi değiştirmek istediğini öne süreceksin tabii.

*

Ankara’nın göbeğinde PKK bayrağı açmak serbest, şehitlikte basın açıklaması yapmak yasaksa... Ermenistan’la kanka olup, Azerbaycan’la küsüyorsan... Öcalan’ı affedelim derken, hayatında eline silah almamış profesörleri terörist ilan ediyorsan... Daha dün “Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini NTV’den telefonla arayarak düşürdüler” diyen gazetenin ıslak imza haberini, en başta NTV, askeri savcılık soruşturmasını beklemeden, “Doğru haber” diye veriyorsa... “Belge varsa, verin gereğini yapayım” diyen Genelkurmay Başkanı’na “Olsa, dükkân senin” denip, söz konusu belge basına servis ediliyor ve sonra da “Genelkurmay Başkanı cevap ver, hani belge yoktu?” deniyorsa... Bir taraftan “Bakan’ın sözleri kişiseldir, hükümeti bağlamaz” denilirken, diğer taraftan “Albay’ın yaptığı bütün TSK’yı bağlar” deniliyorsa... Bazılarına taaa sınır kapısında seyyar mahkeme kurulup, bazılarına mahkemeye bile çıkarmadan yargısız infaz yapılıyorsa... Daha neyini merak ediyorsun, yaşın kurunun?

*

Milli Güvenlik Kurulu’nda 40 yıldır iki tehdit var; biri irtica, biri bölücülük diyorsan... Anayasa Mahkemesi, birini “laiklik karşıtı fiillerin odağı” ilan edip, öbürünü “bölücülük”ten yargılıyorsa... İkisi can ciğerse... Öbür ikisinin antidemokrat-ırkçı olduğunu iddia ediyorsan...

*

Gayet nettir durum.

PKK’lılar memlekete “faydalı”ysa, Türk Silahlı Kuvvetleri memlekete “zararlı”dır.



AHMET HAKAN’IN MAKALESİ

Gelelim bir diğer Hürriyet yazarının makalesine…
İşte Ahmet Hakan’ın yazısı…


NE yani?

Biz burada Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a, ağzımızı doldurarak “General... General... İstifa etmen bile seni kurtarmaz” falan diye üst perdeden racon keseceğiz...

Refiklerimiz “Paşa paşa istifa et” diye başlıklar atacak...

Ama buna mukabil...

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, işadamı Remzi Gür ile yaptığı ve kayıtları bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklanan telefon görüşmesinin virgülünden bile söz etmeyeceğiz...

Öyle mi?

Dünyanın her medeni ülkesinde “haber değeri” tartışılmaz bir olayın, Hürriyet dahil, Türkiye matbuatında tek harf bile yer bulamaması karşısında...

Susup oturacak mıyız?

Tabii ki hayır!

* * *

Olay şudur:

Doğu Perinçek’in İşçi Partisi, geçtiğimiz günlerde bir basın toplantısı düzenleyerek, Başbakan Tayyip Erdoğan ile işadamı Remzi Gür arasında geçen bir telefon görüşmesinin kayıtlarını açıkladı...

Birileri şimdi “Ama İşçi Partisi karanlık bir odaktır” falan diyebilir.

Ama bu birileri unutmamalıdır ki...

Ağızlar sulanarak ve bin bir vaveyla ile internette yayınlanan “ortam dinlemeleri” ya da “telefon kayıtları” da, masum mu masum “beyaz odaklar”ın işi değildi.

Yani mesele “karanlık odak” meselesi ise, o zaman da “karanlık odak” söz konusuydu...

Neyse...

Biz olaya geçelim...

Açıklanan telefon görüşmesinde Başbakan Erdoğan, işadamı Remzi Gür’den bir ricada bulunuyor.

Amerika’da yaşayan kızının maddi sıkıntısını dile getiriyor ve “20-25 binlik” bir yardım talep ediyor.

İşadamı Remzi Gür de “Tamam, olur efendim... Siz merak etmeyin” diyor...

Soruyorum:

Bu bir “haber” değil midir?

Deniz Baykal’ın ta 12 Eylül döneminde Bülent Ersoy’dan talep ettiği iddia edilen “avukatlık ücreti”ni bile haftalarca kalemine dolamış bizler, memleketin Başbakanı ile memleketin bir işadamı arasında geçen telefon görüşmesine hiç değinemeyecek miyiz?

Başbakan’a telefon görüşmesinin gerçekliğini, eğer gerçekse “20-25”in anlamını, bu görüşmenin siyasi etik açısından durumunu soramayacak mıyız?

Hadi Başbakan’a soramıyoruz...

İşadamı Remzi Gür’ü de mi sıkıştıramayacağız?

* * *

Türkiye nasıl güzelleşir biliyor musunuz?

Kimseden korkmadan, çekinmeden, ürkmeden, tırsmadan...

Soruların sorulduğu, yazıların yazıldığı, eleştirinin yapıldığı, seslerin çıkarıldığı, haberlerin patlatıldığı bir ülke olduğu zaman...

Nasıl ki...

İlker Başbuğ’a dokunulamayıp sadece Tayyip Erdoğan’a dokunulabilen bir memleketi boğucu ve kasvetli buluyor idiysek...

Tayyip Erdoğan’a dokunulamayıp sadece İlker Başbuğ’a dokunulabilen bir memleketi de o oranda boğucu ve kasvetli bulmamız gerekir...

Deniz Baykal’ın 40 yıllık mazisini didik didik etmenin ve deşmenin alabildiğine serbest, Tayyip Erdoğan’ın mazisinden istikbaline bir çift laf etmenin alabildiğine riskli sayıldığı bir memlekette yaşamak istemem doğrusu...

Unutmayın ki...

Başbakan’ına laf söylenmeyen bir ülke...

Bütün kararların oybirliğiyle alındığı “renkli” ama maalesef “tek sesli” parlamentoya sahip olan Pakistan’a döner...

“Hafazanallah” diyorum, başka bir şey demiyorum...


Her iki yazı da böyle…

Şimdi Doğan Grubu’na bu ağır vergi cezaları kesilmesin de ne yapılsın?

Ne diyordu Fehmi Koru gibiler, “Aydın Bey sizin yazarlarınızdan kurtulmanız gerekiyor!”

Mesele Aydın Doğan değil…

Mesele Aydın Doğan’ın yazarlarına özgürce yazacak ortamı sağlamasıdır.

Nazım Hikmet’in dediğini değiştirerek şöyle noktayı koyabiliriz:

Korkuyorlar… Onlar bu yazılardan korkuyorlar…

AMACINIZ NE?

Akşam yazarı Serdar Akinan, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ belgesinin ıslak imzalı halinin ortaya çıktığı ve Genelkurmay’da görevli bir subayın ‘ihbar’ mektubu iddialarıyla ilgili bir yazı kaleme aldı.
Akinan yazısında, son yıllarda Cumhuriyet’e ve TSK’ya yapılan saldırıları da esas aldı ve ‘Bu plan tutmaz’ dedi.
İşte Serdar Akinan’ın “Amacınız Ne?” başlıklı yazısı:
“Kirinden kararmış bir tuhaf resim ortada...
Türkiye'de derin ve kalıcı ayrışmalara yol açan; bizi inşa eden tüm kavramları eğip büken, temel kurumları açıkça yıpratan bir kollektif var.
Bu kolektifin kendi içinde ve dışında ittifakları var: Son derece kirli ve karanlık olduklarını düşünüyorum.
Cumhuriyet'i iptal ediyorlar.
Amerikan planları hiç bu kadar konuşulur hale gelmemişti.
Halkımız öfke ve şaşkınlık içinde.
Belli çevreler bin yıllık ayarlarımızla şuursuzca oynuyorlar.
Aynı yerde hizalanma kaygısıyla 'Allah'a küfür edildiğinde' susan 'omurgalı' muhafazakar aydınlarımız bir köşede...
Komplekslerini aşmak için bu topraklarda bizi bir arada tutan tüm değer ve kurumlara küfür etmeyi 'kimlik inşası' sayan 'liberal faşistler'i bir diğer köşede.
Bu ittifakın başından beri bir numaralı hedefi neresi oldu?
Türk Silahlı Kuvvetleri...
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bakalım.
Tarihte hangi ordu tek bir kurşun atılmadan bu kadar yıpranmıştır?
Yakın tarihimizdeki sicillerine bakalım.
28 Şubat... E-Muhtıra... Şimdi 'kağıt parçası'...
Ne amaçlandığına değil sonuçlarına bakalım.
Her biri milattır ve dövünülen ne varsa temel gerekçesidir.
Gerçeği, sadece gerçeği konuşmalıyız.
Halkımız insanlığına ve hukuka; 'devlet' fikrine ne pahasına olursa olsun sahip çıkacaktır. Biliyoruz...
Yeri gelmişken, safımı ilan edeyim.
Ergenekon'dan sonra böylesi bir eylem planını ancak geri zekalılar hazırlar.
İhbarcı subayın (ki bir başka gerilim anında-aaa kuşa bakın-demek için onun da kimliğiyle ortaya çıkacağına eminim) hazırladığı ve postaya verdiği öne sürülen metnin; sunum, muhteva ve zamanlama açısından mükemmel bir mühendislik çalışması olduğuna inanıyorum.
Yalnız bu mükemmel kurguyu yapan ve ellerini çırparak ortada dolaşanlara bir çift lafım var.
Devrim mi istiyorsunuz? Olduğunu ve veya olacağını... Öncelikle 'beceriksiz ve faşist' ordunun ortadan kalkacağını,'Batı' normlarında bir demokrasinin kurulacağını bunun da hazirun tarafından yapılacağını mı düşünüyorsunuz?
Bu cumhuriyeti mi yıkacaksınız?
'2.Cumhuriyet kuruldu' naraları mı atıyorsunuz?
Sersemler!...
Devrim ya vardır ya yoktur.
'Devrimsi' devrimlerle ne olur?
Uzağa gitmeyin. Rusya’da Yeltsin dönemini hatırlayın.
Doğu Bloku ülkelerine bakın...
Ne oldu?
O 'devrimsi'lerden ne çıktı?
Çok daha milliyetçi, çok daha otoriter yapılar.
28 Şubat'tan sonra olan biteni sessiz ve yavaş bir devrim olarak okuyanlar...
Türkiye'nin giderek demokratikleştiğini savunuyorsunuz.
Hayır, bu ülke fazlasıyla otoriter bir yapıya evrildi.
Bu plan tutmaz. Tutmayacağına eminim.”

Diyanetten Tık Yok!



Burada birkaç gün önce masum bir öneri getirdim: “Ulusal bayramlarımızda ve önümüzdeki Cumhuriyet Bayramı’nda camilere bayrağımız asılsın. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı öncülük yapsın…” Ve diyanetten bir yanıt beklediğimi birkaç kez vurguladım. Fakat arkadaşlar ses vermedi!
İnanılmaz bir şey. Türkiye’nin bir kurumu devletin ve milletin malı olan harcamaları devlet bütçesinden karşılanan camilerimize Türk Bayrağı asılmasına – sessizliğe bürünerek – karşı çıkıyor.
Yarın Cumhuriyet Bayramı. Milletimiz bazı yerlerde kendiliğinden camilere bayrak asıyor. İşte, Bursa Ulu Cami bayraklarla donatıldı bile. İstanbul Bayrampaşa’da Hoca Hayri Efendi Camii de 150 metre karelik bayrağını iki minare arasına astı.
Sevgili okuyucularım ne acıdır ki, Türkiye’de büyük bir kesim bayrağımıza karşı. Kim onlar?
Şeriatçılar ve Kürtçüler. Bu şeriatçı dediğimiz kesim gerçek Müslümanlardan, müminlerden değil, din tüccarlarından ve din baronlarından oluşuyor. Bunlar için bayrağımız tu kaka! Vay efendim, camiler milletin değil, ümmetin mülküdür! Ümmet deyince içine Suudili, İranlı, Afganlı, Cezayirli, Mısırlı, Suriyeli hepsi giriyor.
Eee?.. Bu yüzden camilere bayrak asılmaz!
Demek ki Diyanet de aynı görüşte. Bayrak asalım deyince yanıt veremiyor, tıklaması mümkün olmuyor.
Ama aynı Diyanet ve ona bağlı diyanet vakfı yıllık dolar karşılığı kira ile camilerimize baz istasyonları kurulması için sözleşmeler imzalar!..
Bayrak yasak, baz istasyonu serbest. İşe bakın siz…
                                                          ***  
Ulusal bayramlarımızda camilere bayrak konusunu gündeme getirdiğimde, şeriatçı gazete ve internet sitelerinde hemen ver yansın kampanyası başlatıldı. İşte birkaç örnek:
“Sinsi plânın sözcüsü Emin Çölaşan. Hürriyetten kovulan Çölaşan, şimdi de Rotaryenlerin ve Masonların beş aşamalı sinsi plânının sözcülüğüne sözcü gazetesinde soyundu. İşte sinsi plân: Camilerin mahyalarında din dışı ve milli içerikli öğelere yer verdirmek. 29 Ekim’de camilere bayrak astırarak camilere cemaat sevki sağlayıp buna karşı çıkanları bayrak düşmanı olarak mimletmek. 10 Kasım’da başka bir atraksiyon gerçekleşecek. Camilere bayrakla birlikte Atatürk posterleri astırılacak. Tamamen masonik tezgâh! Biz bayrak sevgisini Çölaşan gibi kökü dışarıda masonlardan, rotaryenlerden öğrenecek değiliz. Bunlar demokratik açılım sürecini (AP’nin Kürtçülük açılımını) baltalamak amaçlı”
(Hayatım boyunca bir gün olsun köküm dışarıda, ya da Mason veya Rotaryen olsaydım bu saldırılara eyvallah derdim.) Bunlar Türklük-Millet kavramlarını yok edip, yerine ümmet kavramını getirmeye yeltenen, bayrağımızı hiçe sayan ve işlerine geldiğince her türlü yalan ve iftira ile saldırıya geçen sahtekârlardır.
Müslümanlık kisvesi altında bu işin siyasal ve parasal rantını yiyen aç gözlü uyanıklardır.
Şimdi bir ülke düşünün ki, onun din kurumu, ülke bayrağının camilere asılmasına dolaylı yoldan karşı çıkıyor. Dürüstçe, mertçe “biz bu işe karşıyız” diyemiyor da başkaların diyanet adına ahkâm kesmesine göz yumuyor.
Evet, bu ülkede Türk Bayrağı asmak yasak, dolarlı kirayla baz istasyonu kurmak serbest! Bakarsınız bir gün daha iyi örgütleniriz, ulusal günlerimizde Türk Bayrağı’nı camilerimize dolarlı, liralı veya eorolu kiralarla astırmayı başarırız!.. 
Siz evlerinize ve işyerlerinize bugünden başlayarak bayraklarınızı asmayı unutmayın.
Bu yobazlara yanıtımızı hiç değilse o yolla verelim.
Bakarsınız Bursa Ulucami’de, İstanbul Bayrampaşa’da olduğu gibi yurtsever yurttaşlar, din görevlileri veya yöneticiler çıkar; onlar da camileri al bayrakla süsler. Ne yapalım, gün yobazların, Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının günü. Biz de o kadarla yetiniriz.
Haşim Bey, Merhaba, Nerdesiniz?
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Bey, mahkemenizin bakacağı davaların gündemini siz belirliyorsunuz. Anımsayın, bugünkü DTP’nin büyük babası olan HADEP vardı. Kürtçülük yapar, PKK ile işbirliği içinde teröre çanak tutardı. Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş tarafından açılan dava sonucunda mahkemeniz tarafından kapatıldı. Siz o zaman başkan değildiniz.
Sonra onun yerine DEHAP kuruldu. Bu kez Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından iki ayrı dava açıldı. Hem seçimlerde sahtecilik, hem de PKK yandaşlığı ve terörle işbirliği. Mahkemeniz bu iki davayı birleştirdi.
Kanadoğlu bu davayı Mart 2003’te, söylemesi ayıptır bundan tam 6.5 yıl önce açmıştı. Zatıâliniz bir türlü gündeme koyamadığınız için bu dava henüz mahkemeniz tarafından karara bağlanamadı.
Şimdi belki diyeceksiniz ki “DEHAP kendini feshetti, onun yerine DTP kuruldu.” İyi de seçimlerde sahtecilik yaptığı, teröre bulaştığı belgelenen bir parti, kendini feshetmiş bile olsa yargıdan dersini (olumlu veya olumsuz) almayacak mı?
Gelelim son olaya. Bu kez Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, DTP’nin de teröre bulaştığı ve bölücülük yaptığı gerekçesiyle bir kapatma davası açtı mahkemenizde. Tarih: Kasım 2007. Beyefendi Türkiye’de bu parti nedeniyle kıyametler kopuyor, terör can alıyor, bölücülük çabaları almış başını gidiyor. Nasıl oluyor da DEHAP davasını 6.5 yıldan, DTP davasını iki yoldan bu yana gündeme almadan bekletiyorsunuz? Niçin bu davaları başkanı olduğunuz Anayasa Mahkemesi’nin gündemine bir türlü koymuyorsunuz? Eliniz mi varmıyor, yoksa “Tayyip istemez, kapatma kararı çıkarsa hükümetimiz sıkıntıya girer” diye mi düşünüyorsunuz?
Acaba siz uzayda mı yaşıyorsunuz? Atı alan Üsküdar’ı geçiyor Haşim Bey. Lütfen şu davaları mahkemenizin gündemine koyuverin, heyetin önüne bir getiriverin beyefendi!
Zahmet olacak; belki işinize gelmeyecek ama!..

Çapraz Konular


Kimi konuların üzerinde görüş, düşünce birliği sağlanamıyor.
Örneğin domuz gribi aşısı.
Sağlık Bakanı aşı konusunda duraksamalar geçiren halka sürekli güvence veriyor.
Aşının gribe karşı önleyici bir önlem olduğunu hemen her gün TVlerden duyuruyor.
TV haberlerinde profesör, doktorlar da konuşuyor. Kimine göre aşı yararlı. Kimine göre değil. Hatta yan etkileri de var, zararlı.
Bir başka manzara: Sağlık Bakanı aşının koruyucu olduğunda direnirken... bir önceki hükümetin sağlık bakanı tam tersi görüşler savunuyor.
Dediğine göre aşı hem yararsız hem de yan etkileri var.
Bir başka iddiası daha var ki; son günlerde çok fazla kullanılan sözcükle, vahim!
Aşı, kimilerine rant sağladı; ithalini sağlayan büyük paralar kazandı. Bugünkü sağlık bakanı devleti trilyonlarca zarara soktu.
Bu görüşleri dinleyen bireyler kime ve hangi görüşe inansın?
Tenis karşılaşmasında topun bir o tarafa, bir bu tarafa gidip gelmesi gibi, bireylerin akılları o görüşle bu görüş arasında gidip geliyor ve doğal olarak kararsız kalıyorlar.
***
Bir başka tartışmalı olay: Dinci basına göre vatansever bir subay; dört aydır tartışma konusu, ne ki gerçek olup olmadığı sürekli tartışılan İrtica ile Mücadele Eylem Planının aslını gizlice dosyalandığı klasörden aldığını ifade eden bir ihbar mektubunu savcılığa gönderdi.
Subay; yazdığına göre Genelkurmay Başkanlığı söz konusu belgenin medyaya yansıdığını sabah saat 04.30da Genelkurmay İletişim Daire Başkanlığı vasıtasıyla haberdar oldu.
Belgenin Tarafta yayımlanacağını Genelkurmay sabah saat 04.30da öğrendiğine göre, muhbir subay o saatte belgenin aslını ne zaman, nasıl ve dosyalandığı klasörden aldığını ihbar mektubunda açıklamıyor.
O saatte bir gazetede böyle bir yayın yapılacağını nereden biliyordu?
Kargalar kahvaltı etmeden Genelkurmaya gelip belgenin aslını nasıl aldı? Yanıt bekleyen sorulardan kimileri.
Muhbir subay belgenin aslını açıklamak için neden bugüne kadar dört ay beklediğini açıklamıyor?
Muhbir sadece belgenin aslını göndermekle kalmıyor. Erden astsubaya, albaya ve orgenerallere, hatta belgenin imha edilmesini emrettiği imasında bulunarak Genelkurmay Başkanını suçlamaya varan kimi iddialar ortaya atıyor.
***
Bu türden belgelerin yandaş basına sızdırılması olağan olaylardan sayılıyor olmalı ki; medyamız artık yasalara, soruşturmanın gizliliğine aykırı davranışla son ihbar mektubunun tam metninin nasıl, kimler tarafından sızdırıldığını tartışmıyor bile.
Genelkurmay yazılı açıklamasında, -belgeyi sızdıranların kimler olduğu ve amacı (veya amaçları) bulunmalıdır diyor.
Elbette haklı ama Genelkurmay, öncelikle belgeyi dosyasından çaldığını iddia eden ve askeri Adan Zye suçlayan ihbar mektubunu yazan vatansever subayın kim olduğunu hâlâ Genelkurmayda görevli olup olmadığını saptamak ve gereğini yapmak zorunda değil midir?
Bir belgeyi, üstelik Türkiyeyi karıştıran bir belgeyi dört ay cebinde gezdiren bu subay kimdir? Soru yanıtlanamıyor ve doğal olarak dincilerin veya Fetocuların tutsağı mıdır gibi diğer bir sorunun gündeme gelmesine önayak oluyor.
Muhbir subay, savcıya emrederse gelip ifade vereceğini bildiriyor. Bu, kimliğini saklamayacağına bir işaret.
Mademki vatansever bir subaydır veya subaydı; adıyla sanıyla ortaya çıkıp, bildiklerini kamuoyu önünde neden açıklamıyor?
***
Muhbir; sadece askerde olduğu öne sürülen bir cuntayı açıklamaktan da öte, toplumun askere olan güvenini sarsmayı hedef almış görünüyor.
Suçlamalar genişletiliyor. Yayımlanan yeni belge; 2007 Temmuz genel seçimlerinden sonra düzenlenen yeni belgenin zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıtın emriyle hazırlandığını öne süren ifadeler taşıyor.
Org. Başbuğun belge ortaya atıldığı zaman bu bir kâğıt parçasıdır dediği ne kadar doğruysa savcıların belgenin aslını buldukları zaman gereğini yerine getireceğini söylediği de bir o kadar doğrudur.
Ama gün o gündür ki, bu hay huy arasında suçlamalar yapılıyor.
Olayların bir parçası olan gerçekler ise çöp sepetine atılıyor.