1 Kasım 2009 Pazar

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar! Grip Mrip hak getire!

Hükümet, genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesine yeşil ışık yakmış. Önce Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (kısaca GDO diyoruz) tanımlayalım.  Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” diyoruz. Genleri; canlıların kuşaktan kuşağa geçen özelliklerini (hastalıklara dayanıklılık veya yüksek verim gibi) şifreleyen birimler olarak düşünelim. Örnek olarak pamuğa başka türlerden (örneğin çilekten), hatta bakterilerden (yani düpedüz mikroplardan) veya hayvanlardan özellikler aktararak (genlerle bu aktarma oluyor) güya daha verimli ve gene güya hastalıklara dayanıklı, böylece daha az mücadele ilacı kullanılacak bitkiler elde edileceği ileri sürülüyor. Benzer şekilde hayvanlarda da GDO uygulamaları yapılabiliyor.

Bakanlar Kurulunda ele alınan tasarıyı açıklayan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek şunları söylemiş:
“Kanunun yürürlüğe girmesiyle genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesinin önü açılacak. Kanunla konulan değişik seviyelerdeki bilimsel eleklerden geçen ve sosyo-ekonomik değerlendirmede yeterli bulunan genetiği değiştirilmiş bitkiler ancak üretim hakkını elde edebilecektir. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin izinsiz kullanımı, biyolojik çeşitlilik merkezleri ve organik tarım yapılan alanlara yakın üretimlerle bebek mamaları ve küçük çocuk besinlerinde özel amaçla geliştirilenler hariç kullanımı yasaklanmıştır.”

Açıklamadan anlaşılıyor ki GDO’lu bitkiler bebeklere, küçük çocuklara zararlıdır. Ayrıca organik tarım alanlarına ve biyolojik çeşitlilik merkezlerine (örneğin buğdayın yabani atalarının zengin olarak bulunduğu yerlere) de zarar vereceği kabul edilmektedir. Bebeklere ve küçük çocuklara zarar veren GDO’lar nasıl oluyor da yetişkinlere zarar vermiyor? Yetişkinleri gözden mi çıkardık? GDO’lu mısır ürünleri yiyen bir anne bebeğine süt verirse bu bebeğe zarar vermeyecek midir?  Unutmayalım ki nişasta bazlı (mısırdan yapılan) şeker yüzlerce üründe kullanılmaktadır. Ülkemiz ayrıca dünyada tarımın ilk başladığı “verimli hilal”denilen bölge içindedir. Buğday, arpa, bezelye, mercimek, nohut gibi bitkiler bu bölgede kültüre alınmıştır. Ülkemiz biyolojik çeşitlilik merkezlerince çok zengindir. Ayrıca organik tarımı yaygınlaştırma istekleri mayınlı arazilerde de görüldüğü gibi bizzat yönetimce paylaşılmaktadır. Peki, nasıl olacak? Bir yandan organik tarım bir yandan onu ve geleneksel hatta endüstriyel tarımı tehdit eden GDO’lu ekimler?
 
GDO’lu tohumların üstün özellikleri olduğu, tarım ilaçlarının kullanımını azalttığı yönünde propagandalar yapılıyor. Bunlar ne kadar gerçek, yakından bakalım. Elimde bir kitap var. GDO’ları savunmak için basılmış. Adı “GDO Gerçeği”. Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu tarafından 2004’de yayınlanmış ve bu konudaki bir konferansın metinlerini içeriyor. Adından eleştirel yaklaşan bir kitap olduğunu sanıyorsunuz, ancak değil. GDO’ları destekliyor. İşte bu kitapta yabancı bir kaynağa dayanılarak verilen bir istatistikten anlıyoruz ki 2001 yılında dünyada transgenik (yani GDO’lu) bitkilerin alan olarak %77’si herbisite (ot öldürücü ilaçlar) dayanıklılık, %15’i böceklere dayanıklılık, %8’i her ikisine dayanıklılık, %1’den azı ise virüslere dayanıklılık içeriyor. Toplarsak % 85’i herbisite dayanıklılık göstermektedir. Bilmeyenler için biraz açalım. Herbisitler otları öldürürken, ana bitkiye de (örneğin pamuk veya mısır) az çok zarar vermektedir. GDO’lu tohumu üreten firma aynı zamanda herbisiti de üretmektedir. Tohumunu sattığı çeşit herbisitten az zarar görmektedir. Çiftçi de rahatlıkla korkmadan herbisiti kullanabileceğini düşünüyor. GDO’lu tohumların ekildiği ABD ve diğer ülkelerde herbisit kullanımının roket gibi yükseldiği biliniyor. ABD Tarım Bakanlığı bu artışı açıklamaktadır. GDO efsanesinin ne kadar yanlış olduğu ve ilaç kullanımının azalmak şöyle dursun arttığı açıktır. 

Belki bazılarınız böceklere dayanıklılık özelliği taşıyan GDO’lu tohumlarla üretilen bitkilerde böcek öldürücü kullanımının azaldığını zannedebilir. Bulgular bu konuda da efsane ile gerçeğin uyuşmadığını ortaya koyuyor. Örneğin GDO’lu pamuğu ele alalım. Toprakta bulunan bir bakteri (yani mikrop) olan ve kısaca Bt denilen Bacillus Thuringiensis’e ait bazı genler pamuğa aktarılmaktadır. Bu pamuk tohumuna Bt pamuk denmektedir. Böylelikle pamuk tırtılları öldürme özelliği kazanmaktadır. İddia böylelikle böcek öldürücü kullanmadan bitki yetiştirilebileceğidir. İlk yapılan denemeler bu yönde bir durumu ortaya koymuşsa da, çiftçilerin deneyimleri gerçeğin ters yönde olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin Hindistan’da iki araştırmacı normal pamuk ekenlerin, Bt pamuk ekenlere göre % 60 daha fazla gelir elde ettiklerini ortaya koymuşlardır. (Seedling, January 2007, “Bt Cotton- The Facts Behind the Hype” http://www.grain.org/seedling/?id=457) Bt pamuk ekenlerin ilaç kullanımını azaltamadıkları ve verimi arttıramadıkları araştırmacılarca saptanmıştır. Grain adlı saygın biyoçeşitlilik kuruluşunun yayınladığı Seedling adlı dergide başka pek çok ülkede yapılan araştırma ve gözlemlerin benzer yolda bulgular içerdiği ortaya konmuştur. Bt pamuk solgunluğa daha fazla eğilim göstermektedir. Bu gelişmeler sonucu Hindistan’da tohum satan dükkânlar yakılmıştır. 2003’ten bu yana bu nedenle intihar eden çiftçi sayısının 16 bini aştığı bildiriliyor.

Gene bir grup bilim insanı tarafından Nisan 2009’da yapılan bir araştırmada GDO’lu çeşitlerin bir verim üstünlüğü olmadığı, çevreye ve sağlığa zararlarının göze alınamayacağı belirtilmektedir. (http://www.ucsusa.org, Failure to Yield- Evaluating the Performance of Genetically Engineered Crops, Union of Concerned Scientists) Araştırmacılar organik tarım ve düşük girdili tarım gibi seçeneklerin tamamen bilgiye dayanarak çok daha yüksek verim artışları ortaya koyabildiğini vurgulamaktadırlar.

Verimi arttıracak ve tarımsal mücadele ilaçlarının kullanımını azaltacak, hatta sıfırlayacak başka teknolojiler bulunmaktadır. Bunlardan biri de “Entegre Zararlı Yönetimidir”. Buna ingilizce kısaca IPM deniyor. Pamuk dünyada da en fazla tarım ilacı kullanılan bir üründür. Bu yöntemde birçok yollar denenmektedir. Böceğin böceğe yedirilmesi bunlardan biridir. Mali’de 1140 çiftçinin katıldığı bir çalışmada bu yöntemleri kullanan çiftçilerin hiç ilaç kullanmadan, ilaç kullanarak pamuk yetiştiren çiftçilerden %21 daha fazla verim aldıkları saptanılmıştır. (Seeding, aynı makale) IPM denilen bu yaklaşımlar dev tarım şirketleri tarafından pek sevilmez. Çünkü bu yaklaşımlarla çiftçiye tohum, ilaç gibi satılacak bir şey yoktur. Çiftçiler bu yaklaşımla güç kazanırlar, kendilerine güvenleri artar.

Ülkemizde de bu yaklaşımın hala emeklemekte olduğunu kaydedelim. Ne yazık ki bazı büyük çiftçi kuruluşları bu tür çevreci ve çiftçiden yana yaklaşımlara rağbet göstermemekte, GDO’ya heves etmektedirler.

Dev tohum şirketlerinde sadece bir avuç hisse sahibinin çok kâr elde etmesi için, yeni bitkiler yarattığını düşünen teknokrat doğaya ve bütün bir insanlığa zulüm yapmaktadır. Bu yapılan işi bilim diye kutsamaya çalışmak, atom bombasının bol bol üretilip kullanılmasını savunmaktan pek farklı değildir. Yansız bilim insanları da var. İskoçya Rowett Enstitüsünde Dr. Arpad Pusztai'nin genetiği değiştirilmiş patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışık sistemlerinde çökme görüldü. Pusztai sonucun açık olarak yıkıcı olduğunu gördüğünde gerçeği söylemekten kaçınmamıştı. Güçlüler Pusztai’yi işinden attırdılar. 

Rusya Bilimler Akademisi'nden Dr. İrina Ermakova'nın fareler üzerinde yaptığı denemede, genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen farelerin yavrularının yüzde 55,6'sı, doğumdan 3 hafta sonra öldü.

Modern teknolojiden şüphesiz yanayız. Biyoteknoloji yararlı şekillerde kullanılacaktır. Buna şüphe yok. Ancak GDO’lu tohumlar şirketlerin elinde kâr makinesine dönüşmüştür. İlaç kullanımını azalttığı, verimi arttırdığı masaldır.       

GDO’lu tohumlardan yarar sağlayacak olanlar büyük tohum ve ilaç şirketleridir. Çİftçiler bu tohumları bir daha kullanamayacaklarından ve bir süre sonra yayıldığı bölgede başka bir çeşidi yetiştirmeleri bulaşmalarla zorlaştığı için şirketin köleleri haline geleceklerdir.

BETERİN BETERİ VAR

Gündemin domuz gribi ve açılım ile bu kadar yüklü olduğu bu günlerde 26 Ekim pazartesi günü Resmi Gazetede Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bir yönetmeliğin zamanlaması doğrusu GDO severler için çok uygun idi. Yönetmelik Türkiye’yi GDO’ların ithaline ve kullanımına açtı. Artık GDO’lu ürünlerle zehirlenme özgürlüğü başlamıştır. GDO’lu ürünleri topluma yedirmek için önce haberi farkına varmadan yedirmek gerekir diye bazıları düşünmüş olabilir mi? Pazartesi medya bu olayla hiç ilgilenmedi. Salı günü ise birçok gazete ve web sayfasında haber ters verilmişti. Kimisi mamalarda artık GDO kullanılamayacağını, kimisi de Türkiye’ye GDO’ların giremeyeceğini yazıyordu. Yüzeysel izleyiciler için nerede ise çok güzel bir haber vardı.
GDO’lu ürünlerin sağlığa etkileri hayvanlar üzerinde yapılan epeyce araştırmaya konu oldu. Sadece bir tanesini verelim. İskoçya Rowett Enstitüsü’nden Dr. Arpad Pusztai’nin GD patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma ve mide çeperlerinde kalınlaşma görüldü.           
Okuduğunu anlayacak herkesi yönetmeliği kendi gözleri ile okumaya çağırıyorum. Merak etmeyin beş sayfadan fazla değil. Bundan sonra sizin ve çocuklarınızın ne yiyeceği sizin elinizde. İnternette adres yerine  rega.basbakanlik.gov.tr yazıp tıklayın ve 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazeteyi açıp kendiniz okuyun.
            Madde 5/2’de yazanlar şöyle:
“İthal edilen, üretilen veya dağıtımı yapılan GDO’lu gıda veya yemin çevre, insan veya hayvan sağlığı açısından olumsuzluğu tespit edildiğinde, gıda veya yem işletmecisi sağlığı ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri almak, Bakanlığı, diğer ilgili mercileri ve tüketicileri acilen bilgilendirmek ve söz konusu gıda veya yemi, piyasadan geri çekmek zorundadır.”
          Emriniz olur. Az sayıda istisnası ile dünyanın neresinde görülmüş, bir şirketin “yoğurdum ekşidir” dediği. Hindistan’da GDO’lu pamuğun verimsiz ve zararlı olduğunu 19 araştırma söylediği halde, bu araştırmaları hangi şirket dikkate almıştır. 
Madde 5/3’de şunlar yazıyor:
“GDO lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır.”
Yani “aslında GDO’lar zararlıdır, bu yüzden bebekleri şimdilik affediyoruz. Büyüyünce onlar da başlarlar yemeğe” demekteler. Daha başka söze gerek var mı?
Madde 5/7’de şunları okuyoruz:
  “Gıda veya yemin % 0,5 ten fazla izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmez.”
İnsan veya çevre sağlığına zararlı bir ürünün azıcık karışmasının bir sakıncası olmadığı söylenmek isteniyor. Birazcık mikrop zarar vermez gibi bir ifade. Zararlı bir organizmanın şakaya gelmeyeceğini bilmiyorlar mı?
            Madde 5/8’de şunları okuyoruz:
“GDO’suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO’suz olduğuna dair ifadeler bulunamaz.”
Eee, pes yani. GDO’lu gıdaları üretenler o kadar ürünlerine güvenmiyorlar ki her hangi bir gıda üreten bir şirket paketin üzerine ürününde GDO kullanılmadığını yazamıyor. Tarım Bakanlığına öneriyoruz: “trans yağ kullanılmamıştır”, “katkı maddesi kullanılmamıştır”, “domuz eti kullanılmamıştır” yazılmasını da yasaklasınlar. Ne farkı var? Çok mu masum bu madde. Bu isteğin ABD’de GDO’lu ürün üreten şirketlerin talebi olduğunu biliyorlardı şüphesiz. 
GDO’ya Hayır Platformunun da açıkladığı gibi “GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların ve ürünlerinin de GDO’lu sayılması ve dolayısıyla etiketlenmesine ilişkin hiçbir maddenin yönetmelikte yer almaması da insan sağlığının hiçe sayıldığının en büyük göstergelerinden biridir.” İçtiğiniz süt artık çok daha tehlikeli olacak.
Yönetmeliği çiğneyenlere verilecek para cezaları büyük şirketleri ürkütecek düzeyde değildir.
Bütün bunlar insanlarımıza, çevreye yapılan bir zulüm değilse nedir? Artık GDO ile zehirlenme özgürlüğünüz var.
Ya şimdi ayağa kalk ve itiraz et,
Ya da sistemin mezbahasında uslu koyun olduğunu itiraf et.
Prof.Dr. Tayfun Özkaya
Odatv.com

Frankeştayn!


Kürt açılımı yapılmasını anlarım... Çünkü, karşı çıkanlar olduğu gibi, destekleyenler de var. Ermeni açılımı da böyle...

Sen itiraz edersin belki ama, şahane diyen de var.


*

Peki, “Milletim öyle istiyor, açılım yapıyorum” diyen arkadaşlardan biri, bana izah edebilir mi lütfen, “genetiği değiştirilmiş organizma açılımı”nı niye yapıyoruz?

*

Ortalık toz dumanken... Ahali, PKK’lıların memlekete gelişiyle meşgulken, dikkatler darbe marbe iddialarına yoğunlaşmışken, ana-babalar domuz gribi endişesine kafa yorarken... Kaşla göz arasında, TBMM’yi bypass ederek, şak diye yönetmelik çıkardılar... Ve, “genetiği değiştirilmiş organizma”ların ithalatını
serbest bıraktılar.

*

Hangi millet istiyor bunu?

*

Her numaraya “Milletim öyle istiyor” diyorsunuz da... Mesela, genetiği değiştirilmiş domates istiyorum diyen Kürt var mı Türkiye’de? Genetiği değiştirilmiş çikolata istiyorum diyen Laz? Çocuğuma genetiği değiştirilmiş patates cipsi yedirmek istiyorum diyen Türk var mı aramızda? Kim istiyor bu işi kardeşim? Kim?

*

Genetiği değiştirilmiş organizma, eğer angutsan, entel bi sıfat gibi geliyor kulağa, bilimsel gibi duruyor... Aslında “frankeştayn gıda” onların adı!

*

Çünkü, normal yollardan insan evladı doğurmak varken; birinin kulağını birinin kafasına, birinin burnunu öbürünün suratına
takmak gibi bi şey...

*

Kabaca anlatırsak, dayanıklı olsun diye balık genini domatese, bakteriyi patatese monte ediyorlar... Sonradan tonla para verip ilaçlama yapılacağına, haşere ilacını daha tohumundan mısır genine kakalıyorlar. Sinek yuttuğu için böcek ilacı içen süper zekâ vatandaşımız gibi yani... Sevgili halkımız, adında domuz var diye, domuz gribi aşısı caiz mi diye soruyor ama, belki domuz genini soya fasulyesinde yiyor, haberi yok...

*

Peki, niye yapıyorlar bunu? “Açlığı önlemek için” diyorlar... İnsanoğluna gıda yetişmiyormuş, böylece verimi arttırıyorlarmış...
Raf ömrünü uzatıyorlarmış.

*

İyi de birader...

Buğday mı yetişmiyor bu ülkede? Pancar mı eksik? Pirinç mi yok? Yanlışlıkla elinden düşürsen, fışkırmıyor mu topraktan? Şapşal politikalar yüzünden, fazla geldiği için, para etmediği için, mahsulümüzü yakarken, derelere dökerken, hangi açlık?

*

Allah’ın bu millete lüftu Anadolu’da, şu ürün yetişmiyor, o yüzden genetiği değiştirilmiş organizmaya ihtiyaç var, denebilir mi, utanmadan?

*

Üstelik, sadece sebze-meyve değil hadise... O sebze-meyvelerle yapılan, bin küsur üründe var bu genetiği değiştirilmiş organizma... Çikolatadan cipse, meşrubattan ketçapa... Şeker ayaklarıyla, baklavada bile kullanıyorlar... Bebek mamasında var!

*

Yersen ne oluyor? Avrupa’da resmen kanıtladılar; bağışıklık sistemini çökertiyor, kansere yol açıyor, kan yapısını bozuyor, sindirim sistemini harap ediyor, karaciğeri haşat ediyor, erken doğuma-kısırlığa sebep oluyor... Antibiyotik şırınga ettikleri için, farkında olmadan bağışıklık kazanıyorsun, hastalandığında antibiyotik alıyorsun, havagazı.

*

İsviçre sokmuyor, Yunanistan sokmuyor, o beğenmediğin Sarkozy “Bunları Fransa’ya sokanı oyarım” diye yasa çıkardı...
Burası dingonun ahırı mı?

*

Aman yemeyelim dersen, nasıl yemeyeceksin? Nasıl ayırt edeceksin? Koklasan aynı, ellesen aynı, tatsan aynı, laboratuvara götürüp analiz ettirecek değilsin... Nereden anlayabilirsin? Etiketinden... Etiketin üzerinde “Bu üründe genetiği değiştirilmiş organizma var” yazmalı ki, bakıp anlayabilesin, di mi? Şimdi sıkı durun...

*

Bunların memlekete girişine izin veren yönetmelik diyor ki, “Etiketlere genetiği değiştirilmiş organizma içermez yazılamaz!”

*

Efendim?

Yazılamaz!

*

“İsteyen yemesin, baksın etikete görsün” diyeceklerine... “Etikete baksın, görmesin” diyorlar! İlla yedirecek.

*

Tekrar soruyorum:

Her numaraya “Milletim öyle istiyor” diyorsunuz da, bu açılımı hangi millet istiyor? Türk mü, Kürt mü, Rum mu, Ermeni mi, Laz mı? Bunu bu millete niye yapıyorsunuz

ÇANLAR TÜRKİYE İÇİN ÇALIYOR!

SONAR Araştırma Şirketi geçtiğimiz günlerde son seçim anketi araştırmasını açıkladı. Bu ankete göre, Kürt açılımı ve Ermeni açılımı gibi açılımlar AKP’nin son derece aleyhine sonuçlar veriyor. Hata payının %2’den düşük olduğu açıklanan araştırma, 5-25 Ekim tarihlerinde rastgele seçilmiş farklı illerde oturan seçmenlerle yapılmış. Araştırma sonuçlarına göre; %13’ü kararsız olan seçmenin, sadece %27’si AKP’ye oy verirken CHP ve MHP sırasıyla %24,5 ve %17 oy almışlar. Kararsızlar dağıtıldığında ise bundan çok da farklı bir sonuç ortaya çıkmıyor. Az bir farkla AKP 1. Parti olurken CHP ve MHP 2. ve 3. oluyorlar; ancak bu veriler ışığında AKP’nin, bugün seçim olursa, tekrardan tek başına iktidara gelmesi pek mümkün gözükmüyor; ya AKP’nin içinde bulunduğu bir koalisyon ya da AKP’nin içinde bulunmadığı bir koalisyon Türkiye’de iktidara gelecek gibi gözüküyor. AKP’nin, an itibarıyla 7 yıldır sürdürmekte olduğu saltanatı, bu araştırmanın gösterdiklerine göre, bitecek gibi duruyor.
AKP’nin içeride güç kaybettiği bir gerçek; ancak dışarıda da durum pek iç açıcı gözükmüyor. AB hedefinden tamamen uzaklaşıldığı ve ilerlememe raporlarının açıklanması bir yana, Kafkasya’da da Orta Doğu’da da AKP dış politikası tutmuyor.
Partinin yıllarca Orta Doğu’daki en büyük müttefiki gibi gözüken İsrail ile arasının 2007’den beri bozuk olduğu ve bırakın düzelmeyi, herhangi bir düzelmeye yönelik bir işaretlerin bile olmadığı ortada. Ancak son zamanlarda İsrail’in ve  Yahudi lobisinin AKP karşıtlığı bir doz yükselmiş gibi gözüküyor; tersinden okursak İsrailli veya Yahudi yazarların ve düşünürlerin AKP’yi eleştiren, hatta onu yerden yere vuran yazıları artmış durumda.
Bu yazarlardan biri Barry Rubin isimli İsrailli bir akademisyen. Barry Rubin, düşünce kuruluşu diye de çevrilebilien bir kısım İsrailli think tank’te görev alıyor, oralarda yazıyor, hatta bazı yazıları devlet siyasetinde etkili de oluyor. Uluslar arası İlişkiler Küresel Araştırma Merkezi(GLORIA) direktörlüğünün yanında İsrail’in Terörle Mücadele Enstitüsü(ICT)’nde de görev alan Rubin; aynı zamanda bazı dergilerde de yazıyor ve zaman zaman da ABD’de televizyonlara çıkıyor.
Rubin’in buraya konu edilmesi ise son yazdığı yazılar. Rubin’in kişisel internet sayfasında (http://rubinreports.blogspot.com/) Türkiye üzerine toplam 7 yazı var. İran üzerine 88, Filistin üzerine 68, Orta Doğu üzerine 68 yazı yazdığını düşünürsek, Rubin’in, Türkiye hakkında 7 yazı yazmış olmasını az karşılayabiliriz. Bununla birlikte Türkiye üzerine yazdığı yazılara baktığımızda son 4 yazının 4’ünün de Ekim 2009 tarihli olduğunu görüyoruz. Demek ki Barry Rubin ilgisini Türkiye’ye çevirmiştir. Bu düşünceyi destekleyecek bir diğer kanıt ise Rubin’in 2010 Şubat’ında çıkması beklenen kitabı, ki kitabın başlığından konusu da anlaşılabiliyor: AKP İktidarı Altında Türkiye’nin İslamlaştırılması (Islamization of Turkey under AKP Rule). Bu kitap Amerika’da yaşayan, orada Portland Devlet Üniversitesi’nde akademisyenlik yapan ve Özal zamanında yazdığı “Islam Dollar and Politics: The Political Economy of Saudi Capital in Turkey” makalesi ile bilinen ve burada Özal’I eleştiren Birol Yeşilada ile birlikte yazılıyor.
Rubin’in son yazısı “Turkey’s Islamist Regime”den bahsetmekte yarar var. Yazıda çok ciddi bir AKP muhalifliği görülüyor. Medyanın susturulmasından Ergenekon Davası’na ve bu davayı fantezi diye niteleyen Gareth Jenkins’e kadar bir çok konu, olay ve kişi yazıda mevcut. Ancak dikkatlice okununca yazının Türkiye’deki olayları anlattığı; fakat Türkiye’ye yazılmadığı görülüyor. Daha doğrusu yazıda son derece sert bir biçimde eleştirilen AKP suçlu bulunmuyor ve yazar bir noktadan sonra ABD’ye çatmaya başlıyor. Türkiye’nin İran-Suriye hattına kaymaya başladığını ve bu durumda Türkiye’nin demokrasi marjının iyice daraldığını yani hoşgörü sınırlarına pek yer bırakılmadığını söyledikten sonra ABD’nin Türkiye ile yapmak üzere olduğu askeri anlaşmalardan bahsediyor ve ABD’nin son derece saf bir politika izlediğini belirtiyor. Daha da ileri gidiyor ve, Bush bir kovboydu belki; ama Obama da sinik biri, yazıyor. AB’nin de ABD’den aşağı kalır yanı olmadığını ve onların da AKP’ye karşı yaptırımlarının son derece yetersiz olduğunu belirtiyor ve yazıyı,  Türkiye’de çanlar çalıyor, diyerek bitiriyor.
Kasım ayında Barry Rubin’den Türkiye hakkında yazı gelir mi bilinmez; ama AKP’nin en önemli müttefiklerinden biri kabul edilen İsrail ile ilişkilerini düzeltemeyecek kadar bozduğu aşikâr. Rubin’in sorusunu ve sorununu yeniden formüle edersek, şimdiki soru, Batı’nın bu İslamlaşmaya ne kadar tahammül edeceğidir.

ISLAK İMZADA SON DURUM NE?

Hürriyet yazarı Yalçın Doğan bazı Adli Tıp yetkililerine ve uzmanlara belgedeki imzayla ilgili sorular sordu. Aldığı yanıtlar ıslak imza tartışmalarına yeni boyutlar getirecek nitelikteydi. Uzmanlar imzanın çok kolay taklit edilebilir olduğunu ve başka kriterlere de bakmak gerektiğini söylüyorlar. Söz konusu imza “yüzde yüz eli ürünüdür” sınıfına değil, “kabulü gerekir” sınıfına giriyor. Yani Adli Tıp kararı mahkemeye bırakmış!
İşte Yalçın Doğan’ın “İmza kabul edildi ama acele etmeyin” başlıklı yazısı:

ADLİ Tıp karar veriyor:

“Bu belgedeki imza kabul edilebilir.”

Adli Tıp, Genelkurmay’da darbe planları ile ilgili belgedeki imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu kabul edilebilir kararına varıyor.
Durun, sakın acele etmeyin. Biraz nefes alın ve teknik açıklamalara hazır olun.

Adli Tıp Kurumu yetkililerine, siyasetle yakından uzaktan ilgisi bulunmayan uzmanlarına işin tekniğini soruyorum. Konu teknik, konuşmayı soru-yanıt biçiminde aktarmak en doğrusu.

İMZA YAŞI ZOR
- İmzanın yaşını, yani ne zaman atıldığını nasıl anlıyorsunuz?

- İmzada kullanılan mürekkebin üretiliş yılından.


- Üretim yılını nasıl anlıyorsunuz?


- Işık dalga boyutlarından yararlanarak. İmzada kullanılan mürekkep hangi ışıkları içeriyorsa, ondan hareketle, mürekkebin üretim yılını tespit ediyoruz.


- Her mürekkebin üretim tarihi mi var?


- Yılı kayıtlı ise, var. Kayıtlı ise, tarihi tespit edilir.


- Değilse?


- Edilemez. O zaman tarihini tespit mümkün değil.


Görüştüğüm uzman, devam eden yanıtında,  teknik açıdan ilk önemli bilgiyi veriyor.


Bizde genellikle üretim tarihi kayıtlı değil, onun için, imzanın yaşını tespit mümkün değil.


Bu durumda, imza yaş mı, kuru mu, tartışmalarına ister istemez fren geliyor. O uzmanla soru-yanıta devam ediyorum.

İMZA TÜRLERİ
- Belirlediğiniz ne var bu durumda?

- Bu imza çok kolay taklit edilebilir bir imza. İlk okullarda bile dersi var, artık bu gibi imzalar kullanılmıyor, isim yazılıyor. Belgedeki imza basit, taklidi kolay.


- Bundan bir sonuç çıkartıyor musunuz?


- Hayır, bu sadece bir tespit. İmza türleri var.


- Ne gibi?


- İmza tespitinde üç tür imza vardır. Benzer üründür, deriz, kabulü gerekir, deriz ve eli ürünüdür, deriz. Bizi yüzde yüz emin kılan, eli ürünü tespitidir. En hafifi benzer ürün, tespitidir.


- Bu belgedeki imza için ne dediniz?


- Kabulü gerekir, dedik. Benzerlikler fazla.


- İmza Albay Dursun Çiçek’e ait, diyorsunuz.


- Hayır, imzanın kime ait olduğunu tespit etmek, Adli Tıpta bizim en zayıf olduğumuz alan.

Bu da, görüştüğüm uzmanın aktardığı ikinci önemli bilgi. Merakım daha da artıyor ve konuşma devam ediyor.

- Kabul edilebilir, ne demek?


- Kararı mahkemeye bırakıyoruz. Çok emin değiliz, kararı siz verin, diyoruz mahkemeye.


Dongggg!.. Günlerdir imzanın kime ait olduğu tartışmaları sürerken, Adli Tıptan iki önemli bulgu çıkıyor.


1- İmzanın yaşı belli değil. 2- Çiçek’e ait olup olmadığı yüzde yüz kesin değil.


Üç kesinlik derecesi içinde, tespit ikinci derecede.


Bunlardan hareketle, belge vardır, yoktur, imza sahtedir, gerçektir, gibi sonuç çıkarmaya çalışmıyorum. Bu yazı kimseyi aklamak ya da suçlamak gibi bir amaç taşımıyor. Tümüyle teknik bir yazı.

Odatv.com

TÜRK ORDUSU YENİÇERİ OCAĞI DEĞİLDİR

Mümtazer Türköne, pek “radikal” önerilerinden birini daha ortaya attı: Silahlı Kuvvetler’i reformlara direnen Yeniçeri ordusuna benzetti ve mevcut ordunun tümden tasfiye edilerek yerine bir Nizam-ı Cedit, yani Yeni Düzen ordusu kurulmasını buyurdu.

Türköne’nin geçmişi kamu kanaatimizce biliniyor; 1980 öncesinde, iç savaş yürüten ülkücü kadrolardandı; darbe sonrası akademik alan kendisine açıldı ve üniversitede yükseldi. Kürt hareketine ve sola karşı kontrgerilla faaliyetinin gene iç savaş düzeyinde yürütüldüğü Çiller iktidarına danışmanlık yaptı. Susurluk soruşturmasının karşısında yer aldı ve Çiller’in kontrgerilla sanıklarını savunmak üzere “vatan için kurşun atanı da yiyeni de şerefli” ilan eden açıklamasının mimarı kabul edildi.

Şimdilerde müfrit Kürtçülük ve liberallik krizinde, malum cemaate yakın bir gazetede, ülkücü militanlık dönemini de Çiller’in o açıklamasındaki rolünü de red ve inkar halindeymiş; hemen değişebilenler için red ve inkardan kolay ne var?

Ülkemizdeki iç çatışmaların bu vazgeçilmez kadrosu, son açıklamasıyla, gene tarihimizdeki en büyük iç savaşlardan birine gönderme yapmayı seçmiş görünüyor: III. Selim’le başlayıp II. Mahmut’un büyük katliamıyla sona eren, Yeniçeriler’in tasfiye süreci.

Önce kurduğu analojideki isabetsizliğe değinelim; 19. yüzyıl başında, Yeniçeri nedir?

Birincisi, loncayla, yani gündelik ekonomiyle bütünleşmiş silahlı bir güçtür. Osmanlı kayıtlarının, kadı sicillerinin on yedinci yüzyıldan itibaren gösterdiği gibi, bu ordu giderek asli görevine, savaşa gitmeye isteksizlik göstermiş; kendi dışındaki nüfus üzerinde keyfi ve düzensiz bir baskı gücü haline gelmişti. Osmanlı esnafının, esnaflaşan yeniçerilerin zulmüne karşı şikayetleri, kadı mahkemelerini giderek daha çok meşgul eder olmuştu. Bu bakımdan, Yeniçeri’yi mafyalaşmış bir silahlı güç sayabiliriz.

İkincisi, Yeniçeri, aynı zamanda dinsel bir silahlı örgüttür. Yeniçeri’nin o dönem Bektaşi tarikatı üyesi olduğu Türk tarihçiliğinin malumudur. Bu nedenle, II. Mahmut “Hayırlı Vaka” ile Yeniçeriler’i ortadan kaldırdığında, mensup oldukları tarikatı da yasaklamak durumunda kalmıştı.

Üçüncüsü, yeniçeri kumandanları, pek çok olayda kendi başına hareket etmiyor, siyaseten saraydaki ulema, din adamları, tarafından yönlendiriliyordu. Dış düşmanla savaşta hep kaçanlar, iç düşmanla savaşta son derece atılgandı; ulemanın bir çağrısıyla, kendi çıkarlarına dokunan en ufak bir padişah kararında ayaklanabiliyordu.  

Demek; tarihten silinmesinin arifesinde, Yeniçeri, bir ordu olmaktan çok, gündelik yaşamın her gözeneğine sızmış, dinsel ve siyasal olarak örgütlenmiş olan bir sokak gücüydü.

Dolayısıyla, Yeniçeri analojisinin Silahlı Kuvvetler’e uyması oldukça zordur . Ne de olsa, beğenilir ya da beğenilmez, ordunun pek etkin biçimde savaştığı, kamucu ilkelere göre düzenlenmiş olduğu, üst düzeyde eğitim gördüğü, kendine özgü belli bir hukuksal çatı ve emir-komuta zinciri altında görev yaptığı bir gerçektir. Zaten Türköne’nin, bir parçalı tasfiye değil, toptan tasfiye önermesinin bir nedeni de yapısının böyle “kurumlaşmış” olmasıdır.

Bununla birlikte, belki de Yeniçeri’yle benzeştirmeye daha uygun olabilecek bir teşkilat var. Mensupları arasında silahsız insan vuranların, suçlamalar karşısında mahkemelere gelmeyenlerin, toplumsal olaylarda amirlerinin denetiminden kolayca çıkanların, basından öğrendiğimize göre haraç ve mafya çetelerinde kurucu düzeyde yer alanların azımsanmayacak sayıda bulunduğu, eğitimsizliği raporlarla sabit bir başka teşkilat söz konusudur: Polis gücü. 

Polisin bu durumu öyle kanıksanmıştır ki, bardan bir kadını saçlarından sürükleyerek çıkaran bir takım zorbalar, daha rahat suç işleyebilmek için polis kılığına girebilmekte, polis görevlilerinin keyfi davranışlarını kanıksamış halkımız ise bu nedenle olaya müdahale etmemektedir.

Üstelik, yurttaşlarımızın günlük yaşamında etkin biçimde yer alan bu teşkilat içinde, belli bir dinsel ideolojinin, hatta Mümtazer Türköne’yi ulemasına kabul eden malum cemaatin ne denli etkili olduğu artık herkesçe tartışılmaktadır.

Dolayısıyla, yeniçeriler ile günümüz silahlı güçleri arasında, tarihe sadık bir analoji kurulacaksa, Türköne’nin bu beceriksiz benzetmesi nedeniyle, Emniyet teşkilatının gündeme gelmesi çok daha mümkün görünmektedir.

Türköne’nin benzetmesindeki isabetsizlik, kuşkusuz Tanzimat uzmanı geçinen Yeni Osmanlıcı yazarın Osmanlı hakkındaki cehaletini ortaya koyuyor. Önemi bu kadardır.

 Daha önemli yanı ise, söylemek istedikleridir. Açıkça, henüz gerçekliği soruşturma aşamasında olan en az kopyası kadar kuşkulu bir belgeye dayanarak Silahlı Kuvvetler’in kökten tasfiyesini istiyor.  Bu acelecilik, tüm kampanyaların hedefinde, bir kurum olarak Silahlı Kuvvetler’in bulunduğunu bir kez daha açıkça ortaya koyuyor.

Peki, Silahlı Kuvvetler’in tam olarak nesi bu ideologları rahatsız ediyor?

Ekonomiyle, örneğin büyük sermayeyle bütünleşmesi, ABD gibi ülkelerle neredeyse organik ilişki içinde olması mı? Türköne’nin hayalindeki Yeni Düzen ordusunun, tam da Yeni Dünya Düzeni uyarınca, üniformalarında holding reklamlarıyla ABD askerlerinin ardı sıra yürüdüğünü tahmin etmek güç değildir.

Peki, Türköne’yi Silahlı Kuvvetler içinde, gayri-nizami harp gereği örgütlenmiş kontrgerilla gerçeği mi rahatsız ediyor? İyi ama, böyle kanunsuz grupların en etkin biçimde işledikleri dönem, faili meçhullerin en yoğun olduğu, resmi listelere göre insanların öldürüldüğü dönem, Mümtazer Türköne’nin dahiyane danışmanlığındaki Çiller dönemi değil midir? Türköne’nin muhalefet ettiği Susurluk soruşturması kaldığı yerden işletildiğinde, bu ilişkiler daha ayrıntılı ortaya çıkacaktır.

Yanıt şurada gizlidir: Türköne, ideolojisine sinmiş cehaletiyle, ordunun görevini “güvenliği sağlamak” olarak belirliyor. Oysa mevcut ordunun görevleri arasında Cumhuriyet rejimini korumak da bulunuyor.

Türköne’nin toptan tasfiye istemesinin nedeni, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda örgütlenmiş olmasıdır. Mümtazer Türköne, bu yapısıyla Silahlı Kuvvetler’in sürekli olarak Cumhuriyet temelini koruma yolunda düşünen ve eyleme geçmeye hazır kadrolar üretmesinden korkmaktadır. 27 Mayıs’ın gösterdiği gibi, komutanlar, genelkurmay başkanları “bağlansa” bile, ordunun bu ilke düzeniyle için için kaynaması önlenemeyecektir. Dolayısıyla yazar, herhalde Yeni Düzeni’ni koruma görevini de, Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı gibi, emniyet teşkilatına layık görmektedir.  

Son bir soru da şudur: Hak ve hürriyet mücadelesinin en yakıcı dönemlerinde, her defasında mücadeleyi bastırma uğruna çalışmış olan bir muhafazakar, şimdi böyle “radikal” sözler sarf etme cüretini nereden alıyor? Silahlı Kuvvetler’in, zamanında solculara, aydınlara göstermediği sabrı, açık Cumhuriyet karşıtı komplolara göstermesi olabilir mi? Soru sorudur.

BİR ARAPLARIN KAFA KIRMADIĞI EKSİKTİ! O DA OLDU.


Çantada Arapça "Türkiye" yazıyor.

Türkiye ile dalga geçen geçene...
Dalga geçmeyen bir Birleşik Arap Emirlikleri kalmıştı.
İşte onlara göre, AB'nin gözünde Türkiye...