6 Aralık 2009 Pazar

ARANAN MESİH GELDİ!


Ertuğrul Özkök, tuhaf yazılarına bir yenisini daha ekledi. Twighlight’ın vampir çocuğunu kurtarıcı ilan etti: Allahım böylesine hoyrat, böylesine elinin tersiyle iten bir duruşa ne kadar ihtiyacımız varmış. Kim derdi ki, bir vampir çocuk Mesih gibi gelecek ve bizleri elimizden tutup gökyüzüne uçuracak...

İşte o yazı...

Edward Cullen, Mesih vampirim

BOB Dylan’ın “Like a rolling stone”unu uzun zamandır ilk defa dinliyorum.
1960’lı yıllarda İzmir’de Çiğli Amerikan radyosunda bu şarkıyı ilk defa dinlediğimde, bende bıraktığı o ilk duyguyu bugünmüş gibi hatırlıyorum.
Camus’nün “Yabancı”sını yeni okumuştum.
Sartre’ın “İş İşten Geçti”si kafamı allak bullak etmişti.
Sıkışmıştım.
Dışarda nasıl bir dünya var biliyordum.
Kaçmak, zincirlerimi kırmak istiyordum.
Tıpkı yuvarlanan bir taş gibi, varoluşçu bir dünyaya uçmak, akraba insanlar arasında yaşamak istiyordum.
¡ ¡ ¡
Basra üzerinde uçarken, altımdaki dünyada olup bitenleri düşünüyorum.
1977 yılında hurma bahçelerinin altındaki o şehirde dolaşırken neler hissettiğimi hatırlamaya çalışıyorum.
Her şey benden o kadar uzak, ben her şeyden o kadar uzağım ki...
Basra harap olmuş, ben enkaza dönmüş, bitmişim.
Elimde Vanity Fair Dergisi’nin son sayısı var.
Kapağında Robert Pattinson’un olağanüstü bir fotoğrafı.
“Twighlight’ın vampir çocuğu, X ışınları gibi donuk bir nazarla beni delip geçiyor.
Faulkner’ın romanlarından fırlamış bir coğrafyada, bir kulübenin önünde oturmuş.
Üstünde pijama, içinde pejmürde bir beden.
Üzerine bir battaniye atmış.
Elinde sigara.
Artık terk ettiğimiz bir yüz.
Daha doğrusu tarihe karıştığını sandığımız bir suret bize bakıyor.
Takmaz, umursamaz, her şeye s... et der bir havada meydan okuyor.
James Dean’den beri gördüğüm en çarpıcı yüz, en kahredici bakışlar.
Tam bir vampir çocuk.
Kadınlı erkekli hepimizi bir tarafımızdan emiyor.
Kanımızı, ruhumuzu, çaresizliğimizi, bıkmışlığımızı emiyor.
¡ ¡ ¡
Tam sülük efekti.
O emdikçe, kirlenmiş, toksik kanımız temizleniyor.
Rahatlıyoruz.
Anlıyoruz ki, yeni bir efsane doğuyor.
Allah Baba, ruhumuzun günlük, mevsimlik rızkını veriyor.
Yıllardır sıktığımız yumruklar, kenetlediğimiz dişler, çatlattığımız hançereler boşalıyor.
Bu sallamaz, iplemez, takmaz bakış.
Ondan beter oturuş.
Ondan da beter, ondan da kahredici teslim olmuşluk.
Allahım böylesine hoyrat, böylesine elinin tersiyle iten bir duruşa ne kadar ihtiyacımız varmış.
Kim derdi ki, bir vampir çocuk gelecek; bir Mesih gibi gelecek ve bizleri elimizden tutup gökyüzüne uçuracak.
Kim derdi, kim?
Aptal saptal tartışmaların ruhumuzu üçüncü sınıf korku filmlerindeki taş adamlar mağarasına hapsettiği bu cadılar âleminden çekip çıkaracak; azat edecek.
Kapandığı otel odasında durmadan bira içen, içine kapanık, bir ayağı kısa bir barfly delikanlı.
Bir yanıyla, sokaktaki alelade yüz binlerden biri.
Öte yanıyla, tek, biricik, yegâne...
Hünsa bir vampir.
¡ ¡ ¡
Kan içmez, kan içirmez...
Aslına ihanet etmeyi başarmış, becermiş bir kahraman.
Edward Cullen...
Vampir çocuk.
Hepimizin James Dean’den beri hasretle beklediği Mesih.
Paradigmaları kıran vampir.
Kötü’nün de iyi olabileceğini, kapkaranın da pekâlâ beyaz olabileceğini, her karanlığın arkasından rengârenk bir alaimisemanın doğabileceğini, alacakaranlığın sadece kötülerin değil, iyilerin de saklandığı ebedi bir rahim olduğunu anlatan efsanemiz doğdu.
Bu fotoğrafa iyi bakın.
Bu fotoğrafta umut var.
O gözlerden, dinlenmiş telefonlarla susturulmuş sesimizi, çevreyle, ahlakla bastırılmış heyecanlarımızı,
evcilleştirilmiş, sakinleştirilmiş, lobotomize edilmiş aykırılıklarımızı azat edecek bir kurtarıcı bakıyor.
Şahdamarımıza sokacağı dişleriyle, asırların kirlettiği, toksikleştirdiği kanımızı temizleyecek bir vampir bu.
Kötülük denen kapkara kömürden, sevgi, iyilik, özgürlük denen elması yapabilecek bir çocuk bu.
Alacakaranlığı sehere dönüştüren bir simyacı...
Dolunay geçti. Şimdi yeniay doğuyor.
Şimdi hilal; rahatlama, özgürleşme, sıkıntıdan kurtulma, terk etme, bırakıp gitme zamanı...