29 Aralık 2009 Salı

ANALAR O ZAMAN AĞLAYACAK

"Türkiye’de neler oluyor" sorusuna, (belki daha önce de çok soruldu) Odatv de Barış Zeren aracılığıyla yanıt verdi: İç Savaş. Yargı ile hükümetin arası gergin, asker ile hükümetin arası gergin, belediyeler ile hükümetin arası gergin. Asker ile hükümet arasında, henüz resmi ağızlarca söylenmese de, -ki söylenmesi o derece mühim de değil- çok ciddi bir gerginlik yaşanıyor. Devlet sırlarının bulunduğu oda defalarca kez aranıyor, Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı’nı yanına alarak Başbakanlık’a gidiyor, suikast iddiaları ortalarda dolaşıyor vs. vs. Tabii bu patırtı gürültü arasında hükümetin aylardır; yaptık, yapıyoruz, yapmak üzereyiz, dediği “açılım” mevzusu da, Osman Baydemir’in yaptığı konuşmalara gerekçe olan olaylar da gümbürtüye gidiyor.

Kısaca açılımdaki son durumdan bahsetmekte yarar var: Tüm doğu illerinde, özellikle KCK operasyonu adı altında tutuklanan ve darbe dönemlerini anımsatan manzaraların ardından, olaylar çıktı; ancak sadece olaylar Doğu ile sınırlı kalmadı, Kürt vatandaşların çoğunlukta olduğu Batı illerinin ilçelerinde de polisle çatışmalar yaşandı. Açılıma net bir karşı duruşu olmayan hükümet dışındaki meclisteki tek parti, DTP kapatıldı. Zaten bozulmuş olan siyasi üslup çok ciddi ölçüde harap edildi. Sanırım bu kadarı hükümetin “demokratik açılım”ının içerideki etkileri hakkında yeterli bir kanı uyandırır. Bu cümleden sonraki esas sorunun açılımın içeriden başka bir derdi mi var, sorusu olacağı ortada.

Açılımın içeride olmayan, yani dışarıyla ilgili bir derdi mi var, sorusu defalarca kez yanıtlanmış bir soru; ancak yazının geri kalanı için bu bilgiler kullanılacağı için burada onlardan kısaca bahsetmeyi elzem buluyorum. Öncelikle resmi makamlarla, Davutoğlu- Barzani görüşmesiyle başlayayım. Açılımın ve açılım sürecinin konuşulduğu bir görüşmede, Barzani açılımı övdükten sonra, Davutoğlu’nun dış politika açılımları hakkında, sizin bir senede yaptıklarınızı yüz senede kimse yapamadı, diyor, ki bu sözle Kürt açılımını kastetmediğini düşünemeyiz. İkinci olarak ise, Hasan Celal Güzel’in 18 Ağustos tarihli yazısından bir kısım koyulabilir. Kısaca, o yazıda Hasan Celal Güzel, açılımın diğer aktörlerini incelerken, kelimesi kelimesine olmasa da şöyle bir açıklamada bulunuyor: ABD Irak’tan çekilecek, Kürt-Arap Savaşı başlayacak, artık ABD’nin PKK kozu yoktur, bu savaşı önleyecek Türkiye’dir, Türkiye Kuzey Irak Kürt Yönetimi’ni korusun, PKK itiraz ederse, ABD ve Türkiye, birlikte onu imha eder.

Bunları bir araya getirince, Türkiye’nin kendi içindeki PKK ile değil, dışarıdaki Barzani’yle ilgili açılım yaptığını anlıyoruz. Çünkü Tokat’taki saldırıda kesin olan bir şey varsa o da açılımın PKK’yı durdurmadığı, son operasyonlar ve DTP’nin kapatılması süreci de hesaba katılırsa, açılımın Türkiye Kürtleri tarafından hoş karşılanmadığıdır. Demek ki elimizde, açılım Irak Kürtlerine, daha açık ifadeyle, Barzani’ye yapılmıştır sonucu kalıyor. Celal Güzel’in varsayımlarını doğru alırsak, ABD’nin Irak’tan asker çekmesi, Arap-Kürt çekişmesine ve belki de savaşına yol açarsa, Türkiye’nin, bu açılım doğrultusunda, böyle bir senaryoda Kuzey Irak’a Barzani’yi korumak için girmesi gerekmektedir. Peki, bu nereye oturuyor? Bu, tam olarak, Mehmetçik’in hem Türkiye’de hem de gerekirse Irak’ta ölmesi anlamına geliyor. O halde, bu açılıma karşı çıkmak mı anaları daha çok ağlatacak, yoksa açılımı yapmak mı, sorusu cevabını çok net bir biçimde burada buluyor.

Bunlara rağmen, Ahmet Altan’ın “AKP, bir “barış ve demokrasi” açılımı başlatmıştı” sözünü nereye koyacağız, işte bu soru cevapsız kalıyor. Altan, Tokat saldırısının ertesinde bir yazı yazmış ve açılım için aynen bu sözleri kullanmıştı. 11 Aralık’taki bu yazısında Ahmet Altan, bu saldırının çoğu Kürt’ü hayretler içinde bıraktığını ve barış için açılım yolunda inat edilmesi gerektiğini söylemişti. İkinci argümanının doğru olmadığını yukarıda yeterince açıkladığıma inanıyorum, ilk argümanı hakkında ise Altan’ın tanıdığı Kürtler’in demek ki hep Barzani yandaşı Kürtler olduğu sonucuna varıyorum. Çünkü Türkiye’deki Kürtler’in açılımdan memnun olmadıkları, güle oynaya açılımı karşılamadıkları son olaylar aracılığıyla yeterince belli oldu. Dolayısıyla ne Kürt demos’u ne de barıştan yana tavır takınmak, bu açılımı desteklemiyor veya açılıımn desteklenmesini önlüyor. Doğudaki savaşın dinmesi herkesin isteği; ancak böyle bir açılımla değil Doğu’daki savaşın bitmesi, Güney’deki, Irak’taki muhtemel savaşa dahil olmamız da pek mümkün. Bu durum ise anaları ağlamasını durdurmayacak. Aksine anneler belki de “Burası Huştur yolu yokuştur” sözlerini açılım sonrasında söylemek zorunda kalacak. Kısacası anneler açılımdan sonra ağlayacak.

Doruk Cengiz
Odatv.com

‘An’ların Zamanda Yolculuğu…

Bir yılın bitimi, yeni bir yılın başlangıcı, “zaman” kavramını en yalın şekliyle sokar insanın yaşamına. Her şey bir yana yeni bir yılla birlikte yeni bir yaş da kazanmış oluruz.

Nedir zaman?Ben anlamını çok iyi bildiğimi düşündüğüm bir sözcük üzerinde yoğunlaştığım zaman mutlaka sözlüğe tekrar bakarım. O zaman çoğunlukla bildiğimden farklı anlamlarının olduğunu görürüm. Zaman sözcüğü için de yine Dil Derneği’nin sözlüğüne baktım. 11 temel anlam sıralanmış.

2009, 21. yüzyılın tek haneli son yılı olarak tarihteki yerini alırken, bir yılı değil, bir günü anlatmaya çalışalım. “Anı yakalamak” anlamında kullanılan “Carpe Diem” başlıklı anlatımı paylaşalım:

“Düşünün ki her sabah hesabınıza 86.400 birim kredi veren bir bankanız var. Ama bir günden ötekine hiç bakiye devretmiyor. Tutarı ne olursa olsun, kullanmadığınız bakiye miktarı her akşam iptal ediliyor. Böyle bir durumda ne yapardınız? Tabii ki son kuruşuna kadar çekerdiniz!

Aslında hepimizin böyle bir bankası var. Adı, zaman.

Her sabah iyi şeylere yatırım yapmadığınız kısmını silip, hesabınıza zarar kaydediyor. Hiç devretmiyor. Kredi miktarından bir kuruş fazla kullandırmıyor. Her banka size yeni bir hesap açıyor. Her akşam günün bakiyesini yakıyor. Eğer günlük depozitonuzu kullanmadıysanız, bu zarar sizindir. Geriye dönüş yok. Yarından avans çekmek yok. Bugünü, bugünkü depozitonuzu yaşamalısınız. Ona yatırım yapın ki, size sağlık, mutluluk ve başarı olarak geri dönsün…

Bir senenin değerini anlayabilmek için, sınıfta kalan öğrenciye sorun.

Bir ayın değerini anlayabilmek için, prematüre bir bebeği dünyaya getiren anneye sorun.

Bir haftanın değerini anlayabilmek için, haftalık derginin editörüne sorun.

Bir dakikanın değerini anlayabilmek için, treni henüz kaçırmış bir kişiye sorun.

Bir saniyenin değerini anlayabilmek için, bir kazayı kıl payı atlatmış bir kişiye sorun.

Sahip olduğunuz her anı değerlendirin. Daha fazla değer verin, çünkü onu çok özel biriyle, zamanını harcamaya değecek kadar özel biriyle paylaştınız. Şunu unutmayın ki, zaman hiç kimseyi beklemez. Dün artık mazi oldu. Yarın ise belirsiz. Bugün ise avuçlarımızın içinde bize sunulmuş bir armağandır.”

***

Bir gün… 86.400 saniye… Avuçlarımızda… Ne kadar değerlendirebilirsek, o kadar var…

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder” diyen şairin, 46 yaşında yaşama veda ettiğini düşününce, gelecek kavramının ne kadar göreceli olduğunu duyumsuyor insan.

O yüzden de hiçbir şeyin hiçbir yaş için geç ya da erken olduğunu da düşünmemeli.

Mozart, ilk konçertosunu 7’sinde yazdı.

Bill Gates, bilgisayar programları üzerinde çalışmaya başladığında 12’sindeydi.

İbni Sina, 18’inde saray hekimi oldu.

Evliya Çelebi, dünyayı dolaşmaya 19’unda başladı.

Dostoyevski ilk romanı İnsancıklar’ı 25’inde bastırdı.

Oktay Sinanoğlu, profesör unvanı aldığında 26’sındaydı.

Piri Reis, dünya haritasını 63’ünde tamamladı.

Timur, Beyazıt’ı yendiğinde 66’sındaydı.

Cinnah, Pakistan’ın kurucu devlet başkanı olduğunda 75’indeydi.

Mimar Sinan, “ustalık eserim” dediği Selimiye Camisi’ni 80’inde tamamladı.

Freud, “Musa ve Monoteizm” kitabını yazdığında 83’ündeydi.

İsmet İnönü, “Yaşamımın kalan bölümünde tek kimlik istiyorum” deyip Senato üyeliğinde karar kıldığında 89’undaydı.

Vehbi Koç, yaşamına yeni alanlar ekleyip BM Dünya Nüfus Planlaması Ödülü aldığında 93’ündeydi.

***

Aydın Boysan, 2001’de 80. yaşını kutlarken, bir ömür yaptıklarını özetleyip sormuştu:

- Acaba kaç yaşındayım?

Hemen ardından yanıtını vermişti:

- 30 yaşını geçmiş olamam!

70’li yaşlardaki Fikret Otyam’a da takılmıştı:

“Fikret, gençliğinin kıymetini bil!”

2009’un usul usul gitmekte olduğunu düşünürken bunlar geçti aklımdan.

Zamanı dört duvar arasına sıkıştırınca, “an kavramı, geçmiş derinliğiyle gelecek sonsuzluğu arasında tam terazinin denge dilinde duruyor.”

O zaman “an”lar insanın içinde uzun bir yolculuğa dönüşüyor.

Soruyorsunuz güzel bir an, ne kadar zaman?

Bir gün, bir ay, bir yıl?