27 Aralık 2010 Pazartesi

SİZ HALA BİR ŞEYLERDEN BAHSEDEBİLİYOR MUSUNUZ?

Hala doğruluk, dürüslükten haktan hukuktan, bahsedebiliyor musunuz? Bahsederken kızarıp utanabiliyo rmusunuz? Siz hala en çok satan, okunan gazetenin, en çok okunan yazarının kim olduğunu da bilmiyor sunuzdur .İşte bu haberleri okuyup gelişmemiş, gelişimini tamamlayamış hayvanların öküzlerin,neler yapabileceklerini hayal dahi edemiyorsunuz, sesinizi çıkaramıyorsunuz, okuyup ah ah, vah vah, deyip iki dakika sonra unutuyorsunuz. Habere bakın ya! Satan 17 satılan 11!! ve satılanla olan altı yaratık, hayvan, hangi sıfatı koyarsanız eksik kalacak, ve korkarım ki yakında serbes kalacak altı gereksiz ve terbiyesiz insan. Mideniz kaldırmıyor değil mi? Gazetelerde sitelerde haber var.Yazık o kızlara biri 17 diğeri 11..Nasıl bir toplum olduk biz yarabim, ne suç işledikde biz bu hayvanlarla aynı havayı soluyoruz... Ve de Siz hala bir şeylerden bahsedebiliyor musunuz?

İSLAM’I İŞTE BÖYLE KİRLETTİNİZ!

Genç bir adam, imamı azamlardan birini ziyaret ederek, İslam’ın tüm inceliklerini öğrenme isteğini dile getirir...
İmam sorar: “Arapça biliyor musunuz?”
“Evet,” der istekli öğrenci...
Peki İngilizce, Fransızca?
“Evet.”
“Peki İslam felsefesini biliyor musunuz?”
“Hayır, ama endişelenmeyin... Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okudum. Harvard üniversitesinde Aristo ve Sokrates mantığı üzerine doktora yaptım. Şimdi de İslam felsefesi üzerine çalışarak eğitimimi tamamlamak istiyorum.”
İmam, delikanlının İslam felsefesini öğrenmeye henüz hazır olmadığını söyler.
“Ancak,” diye ekler... “Mantık konusunda sizi sınayabilirim. Eğer sınavı geçerseniz, size İslam felsefesini öğretirim.”
İki parmağını kaldırır: “İki hırsız bacadan süzülerek bir eve girer. İçeri girdiklerinde birinin yüzü temiz, diğerinin kirlidir... Sence hangisi yüzünü siler?”
“Kirli olan,” der delikanlı heyecanla...
“Yanlış. Basit bir mantık. Yüzü kirli olan, temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu düşünür. Yüzü temiz olan ise, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu düşünür. Yani yüzünü silen yüzü temiz olandır...”
Delikanlı çok etkilenir...
“Çok akıllıca, ama beni bir daha sınayın,” der.
İmam soruyu tekrarlar.
Delikanlı, “Yüzü temiz olanın yüzünü sildiğini zaten söylediniz,” der.
“Yine yanlış,” der imam...
“Mantık çok basit... Yüzü kirli olan temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Kirli yüzlü adam, temiz olanın yüzünü sildiğini görünce, o da yüzünü siler...”
Delikanlı, “Bu da akıllıca,” der... “Hiç düşünmemiştim... Ama beni bir kez daha sınamanızı istiyorum.”
İmam, aynı soruyu tekrar sorar.
Delikanlı bu kez uyanık davranır: “İkisi de yüzünü siler...”
“Yine yanlış,” der imam...
“İkisi de yüzünü silmez. Mantık basit: Yüzü kirli olan, temiz olana bakar ve kendi yüzünün temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan ise arkadaşının kirli yüzünü görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Ancak, yüzü temiz olan, yüzü kirli olanının yüzünü silmediğini görünce o da yüzünü silmez. Dolayısıyla ikisi de yüzünü silmez...”
Delikanlı umutsuz bir halde, “Ben İslam felsefesini ve mantığını öğrenecek niteliklere sahibim,” der... “Beni son kez sınayın...”
İmam aynı soruyu sorar...
Delikanlı, “İkisi de yüzünü silmez,” der.
“Yanlış,” der imam. “İslam felsefesini anlayamadığınızın artık farkında mısınız? Bu işin bu kadar kolay olmadığının? Aynı bacadan giren iki adamın birinin yüzü temiz, diğerinin yüzü kirli olabilir mi?
İslamı işte böyle kirlettiniz ve farkında değilsiniz...”

24 Aralık 2010 Cuma

“Biz daha ölmedik ve Cumhuriyeti size yem etmeyeceğiz”

Araştırmacı yazar Nedim Çakmak’ın, “Hüsnüyadis hortladı” adlı belgesel kitabını okudunuz mu? Tarih: 23 Aralık 1930. Yer İzmir’in Menemen ilçesi. Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay’ın başı, Girit’teki kamplarda İngiliz ve Yunan subayları tarafından eğitilen sonra da yurdumuz topraklarına gizlice sokulan, Berdani tarikatının başı olan Haçlı köpeği bir mürteci Derviş Mehmet tarafından kör bir bıçakla kesiliyor
15 Mayıs 1919’da Manisa’yı işgali sırasında işgalci Yunan birliklerini Yunan bayraklarıyla ve çiçeklerle karşılayan Manisa Valisi Hüsnü Efendi ile Derviş Mehmet kardeş çocukları. O Derviş Mehmet, aynı zamanda Bülent Arınç’ın annesinin bababsı, yani, öz dedesidir. Manisa Valisi Hüsnü Efendi, Türkiye işgal kuvvetlerinden temizlenirken 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’den bir Yunan teknesiyle Yunanistan’a kaçmış, orada Hüsnüyadis adını almış ve o isimle de ölmüştür. Mezarı da Girit’tedir. Bülent Arınç’ın, dedesinin kuzeni olan Hüsnüyadis’in mezarını ziyaret edip etmediği bilinmiyor.
Bülent Arınç, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) karşı yürütülen operasyonları, ordumuzun şerefli ve kahraman komutanlarının tutuklanmalarını değerlendirirken “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” demişti.
Gıda olarak alınan besin maddelerinin içinde bulunan ve bir vücut için gerekli olan vitamin, mineral vs. maddeler vücut tarafından alınır, geriye kalan posası, kolonda –kalın bağırsak- ilerleyerek anüsten dışkı olarak dışarı atılır. Bülent Arınç, kahraman ordumuzun şerefli komutanlarını işte bu dışkıya benzetmiştir.
Bağırsakların temizlenmesi gibi tıkanması da söz konusudur. Bazı vücutlarda da hazım maddeleri kolonda –kalın bağırsak- katılaşır, dışarıya atılması zorlaşır. Biz buna da “kabızlık” diyoruz. Kabızlık, uzun sürerse bağırsak tıkanmalarına ve bağırsak kanserine yol açar ve ölümcül sonuçlar doğurur. AKP’li, Derviş Mehmet’in torunu Bülent Arınç gibiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağırsaklarında katılaşmış, ilk yıllarda kabızlığa neden olmuştu. Giderek bağırsakları tıkadı ve bir kansere dönüştü. Tümör denilen bu urun esaslı bir operasyonla bağırsaklardan çıkarılıp atılmasından başka çare yoktur. Bu dertten Türkiye’nin öyle ilaç tedavisi ile kurtulamayacağı net olarak görülmüştür. Katılaşmış ve bağırsakları tıkamış olan bu posa dışkı olarak en kısa sürede vücuttan atılmalıdır. Aksi halde Türkiye için ölüm kaçınılmazdır.
2003 yılı Temmuz ayında Manisa’da jandarmaya, adresi verilen bir evde Nurcuların Okuyucular Grubu’nun yasadışı faaliyet gösterdiği ihbarı yapılır, jandarma da ihbar edilen evde arama yapmak için mahkemeden bir karar alır. İhbar edilen adrese varıldığında karşılarına çıkan 5 katlı apartmanın TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın annesine ait olduğu anlaşılır. Oysa mahkemenin verdiği karar bir evin aranmasına ilişkindir. Mahkeme kararının tüm apartmanın aranmasına dönüştürülmesi için yeniden mahkemeye gidilir, bir yandan da durum jandarma üst komutanlığına bildirilir ve Albay Erdal Sarızeybek’in komutasındaki jandarma, Kubilay’ın başını kesen Derviş Mehmet’in Gelini, Bülent Arınç’ın annesi Sevdiye Arınç’a ait apartmanın çevresinde tertibat alır. Mahkeme kararı beklenirken durum, silsile yoluyla Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’a kadar ulaştırılır. Eruygur da, gene silsile yoluyla Manisa Jandarması’nın apartmanın dışında tertibatını mahkeme kararı çıkıncaya kadar sürdürmesini emreder. İşte o arada ne olmuşsa olmuştur, kimler kimlerle görüşmüşse görüşmüştür, bırakın mahkemenin apartmanın tümünün aranması kararını vermesini, önceki verdiği bir eve ait arama kararı da kaldırır, apartmanda arama yapılamaz, jandarma da tertibatı kaldırmak ve evin çevresinden ayrılmak zorunda kalır. Jandarma Albay Erdal Sarızeybek, emekli olduktan sonra yazdığı “Gazi Paşa duyarsa” adlı kitabında bu konuyu “Bülent Arınç’ın annesinin evini arayamadık” cümlesiyle belirtir.
Eğer o evde yasalara aykırı bir durum yok idiyse niçin aranmasına izin verilmedi? O evde silah mı depolanmış, uyuşturucu mu stoklanmış, fuhuş evi olarak mı kullanılıyormuş? Şahsen benim evimi güvenlik güçleri her an arayabilir ve böyle bir işleme asla karşı da çıkmam. Şimdi siz, Kubilay’ın başını kesmiş olan Derviş Mehmet’in torunu Bülent Arınz’tan kuşkulanmaz mısınız?
2007 yılında bu konu Derviş Mehmet’in Torunu Bülent Arınç’a sorulduğunda, “Evet bu konu doğrudur. Bu olayı önü-arkası ile inşallah 16 Mayıs’tan sonra değerlendiririz. Bu konu üzerinde Sayın Eruygur’a da albaya da, olayla ilgili olan pek çok kişiye de söyleyecek çok lafım var” demiştir.
Şimdi burada 16 Mayıs’ın önemine bakalım: Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs 2007 günü dolmaktaydı. Onun yerine AKP oylarıyla nasıl olsa bir AKP’li seçilecekti. Yani Çankaya da düşürüldükten sonra AKP’nin önünde bir engel kalmayacaktı. Bütün beklentileri gerçekleşti. Biz Atatürkçüleri görmezden gelip önlerinde hiçbir engel kalmadığını sananlar, biz daha ölmedik ve Cumhuriyeti size yem etmeyeceğiz.
SEFER ÇETİNKAYA

Multi Ethnical State!


   İşte başımıza yakın gelecekte bela olacak terim. ”Multi Ethnical State”   Pazar gününden beri ha sinirim geçsin ha biraz yatışayım dedim ama olmuyor yatışmıyor geçmiyor kızgınlığım.Ama en azından ettiğim  ve etmekte olduğum  sıfat tamlamalarını sizlerle paylaşmayacağım.Nasıl olsa sıfat tamlamalarını hak edenlerin kulakları bayağı bir çınlamıştır.Çoluk çocukta okuyor bizim yazıları dikkat etmek lazım.                          Geçtiğimiz Pazar günü Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un eş başkanlığını  yaptığı Demokratik Toplum Kongresinde  (DTK) gündeme  neyi getirdiler Demokratik özerklik! Yesinler sizin  demokratik özerkliğinizi! Nasıl bu duruma geldik nasıl bu kadar pervasızca ülkemizi bölünmeye götürüyorlar hala anlaya bilmiş değilim.Hukuki planda Türkiye’ye “BM İkiz Sözleşmelerini kabul etirenler şimdi de askeri planda pkk yı güçlendirmeyi ve TSK’ya karşı geliştirmeyi sağladı;siyasal planda akepe üzerinden kürt açılımını uygulayarak Diyarbakır merkezli bölgesel özerkliğin örgütsel inşasına harç sağladı. Geçmişte ne  denmişti: “Şu anda Amerika’nın da ‘ Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez olabilir.Bunu başarmamız gerek” Bunu  kim mi demişti? Sevgili başbakanımız,R.T.Erdoğan  ne zaman nerede mi?Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004  te.Girin internete seyredin. Şimdi nasıl Diyarbakır merkez oluyor görün.Başbakan R.T.Erdoğan’ın “başarmamız gerek “ dediği Diyarbakır’ı merkez yapma hedefi, BDP’nin dile getirdiği “Demokratik Özerk Kürdistan”ın merkezidir,başkentidir.PKK ve BDP, DTK’ nın bir model ve hedef olarak önüne koyduğu “Demokratik Özerklik” ile çok açık olarak,Ankara dışında ayrı bir otoriteyi, iktidarı hedeflemektedir.Yazının başlığına dönelim ne demiştik başımıza bela olacak terim.Multi Ethnical State yani Çok Etnikli Devlet. Bu terimi,yavaş yavaş geçiriyorlar yaşamımızın içine sokuyorlar.Sizin için hala önünüzde giden kadının biçimli kalçaları daha fazla dikkate değer değil mi ya da ne bileyim Pascalın bu haftaki dans perfonması daha önemli, Kaptan Alinin puştluklarına kızıyorsunuz da, bunlara ne diye ses çıkaramıyorsunuz? Sen en iyisi giy  pijamanı eşofmanı, ser, otur. En  sertini yazının sonuna  sakladım ki kızıp okumaktan vazgeçmeyesin diye..Sinsi planın (gerçi artık alenen seslendiriyorlar da) geri kalanında ise getirildiğimiz nokta;  İki bayraklı  iki dilli yaşam .Sonunda PKK’nın ağzıyla demorkatik özerklik haritasıda çıkarıldı. Haritanın AB’nin yerel yönetimler yasasında belirtilen noktalarla benzeşmesi tesadüfi değil, 25 idari bölge tanımı yerel yönetimler yasasında da yer alıyor, apo’nun da federasyon istiyoruz şeklindeki talebi son durumla örtüşüyor.
Türkiye öncelikle üniter devlet yapısını yitirerek “Multhi Ethnical State” yani “Çok Etnikli Devlet” ilan edilecek. Nereden çıktı bu tabir demeyin, Makedonya 2001 yılından itibaren bu sistemle yönetiliyor. Ülke belki uzaktan bakılınca resmil dili Makedonca, bayrağı sarı kırmızı güneş figürü olan bir ülke olarak algılanıyor ancak ülke de yaşam çok farklı. 2001 yılında yapılan Ohri Antlaşması uyarınca ülke “Çok Etnikli Devlet” olarak tanımlandı. Ne menem bir şeydir bu; çok etnikli devlet…1- Ülkede tek millet vurgusu yapılamaz. Bir ülke içinde yaşayan bütün etnik gruplar sayımlarda insanların beyanına göre belirlenir ve bu beyanlara dayanılarak resmi kimliklerine işlenir.2- Bir bölgede nüfusun yüzde 20′si eğer bir etnik gruptan oluşursa mesela bir yerin yüzde 20′si Türk veya Arnavutsa o bölgede temsi hakkı duyar. Ayrıca resmi kurumlarda temsil hakkı vardır.3-”Çok Etnikli Devletler”de nüfusu yüzde 20′nin üstünde olan etnik grupların dili resmi dilin yanında kullanılabilir, o etnik grubun bayrağı resmi kurumlarda dalgalanabilir.İşte bu durum bugün Türkiye’ye aynen dayatılmaktadır. Selahattin Demirtaş bugün Makedonya’da uygulanan sistemin aynısını talep ediyor. Siz de hala, hafta sonu maçlarda yok, artık mecburen  ağzınız açık Burcu ile Azra yı seyredeceksiniz,  ya da katıldığınız sohbet ortamlarında yüce insanı arayıp huzuru içinizde bulacaksınız.Dikkat edin aradığınız şey çok yakınınızda olup girmesin bir yerinize.Siz serip oturun, kaşının, gerinin bugünlerin kıymetini bilin, yakınında kıçınıza giydiğiniz donunuzuda alacaklar.Sonra mı? Orası size kalmış..(Merak etmeyin daha devamı var sürecek..)

9 Aralık 2010 Perşembe

YANDAŞ MEDYANIN VE BURHAN KUZU’NUN İÇİ RAHAT OLSUN.SUÇ ALETLERİ YAKALANDI

BU KARİKATÜR 90 SENE SONRAYI GÖRDÜ


Osmanlı’da, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte, II. Abdülhamit’in basın üzerindeki sansürü kalkmış ve birçok gazete ve dergi çıkmaya başlamıştır. Bu dergiler içinde kadın dergileri ve mizah dergileri bile vardır.
İşte o mizah dergilerinden birinde, bundan tam 97 yıl önce çizilmiş öyle bir karikatür var ki; insanı hem çok şaşırtıyor, hem de çok düşündürüyor.
Söz konusu karikatür, KALEM adlı Osmanlı mizah dergisinin 17 Kanun-i Evvel 1329 (1913) tarihli sayısında Mahmud Sadık imzasıyla yayınlanmış.Karikatürün hemen altında, Osmanlıca, “ELLİ SENE SONRA TÜRKİYE” diye bir not var.
Karikatür, 1913 yılında yayınlandığına göre, karikatürü çizen kişi “elli sene sonra”, yani, 1963 yılında Türkiye’nin “karikatürdeki gibi” olacağı öngörüsünde bulunmuş.
Oldukça ayrıntılı olarak çizilen karikatürde İstanbul Beyoğlu tasvir edilmiş:
***
Karikatürde:
Bugünkü İstiklal Caddesi’nin her iki yanında uzanan kat kat dükkanlar var.
Dükkanların çok değişik ürünlerle süslü zengin vitrinleri göze çarpmakta.
dükkanların tamamı nerdeyse Fransızca tabelalara sahip.
Bu tabelalarda: “BON MARCE, ZOOLOGİE, VOR NOTRE RAYÖNÜ, DENTELLES AU (…) ETAKE, ASCENSEUR, BAKER (o dönemin meşhur kumaşçısı), GRAND THEATR, KALEM” yazmakta.Caddede araç trafiği çok yoğun. Caddenin görünen küçük bir bölümünde üç otomobil rahatlıkla seçilebilmekte. Otomobillerden birinin yoğun dumanı havaya saçılmış.
Bu araç trafiğinin içinde ön planda bir tramvay görülmekte. (Bugünkü nostaljik tramvayın neredeyse aynısı).
Caddede, karşıdan karşıya koşarak geçen bir erkek ve iki kadın var. Kadınlardan biri çarşaflı, diğeri ise uzun elbiseli ve elinde bir şemsiye var. Erkeğin başında ise fes…
Caddede ön planda sağda GRAND THEATR’ın hemen üzerinde bir durak var. Durağın üzerinde ışıklı bir lamba ve “uçan araç” bekleyen fesli bir beyefendi görülmekte. Evet, evet yanlış okumadınız, “uçan araç” bekleyen fesli bir bey!…Caddede hava trafiği de çok yoğun. Havada yakın planda, kara çarşaflı bir bayanın sürdüğü dört tarafı camlı, şeffaf bir hava aracı var. Aracın direksiyonu ve güç kaynağı açıkça görülmekte.
O beyefendinin hemen önünde, üzerinde POLİC yazan bir balonla havada uçarak hava trafiğini kontrol eden bir polis var. Evet, uçan bir polis!..
Bu şeffaf hava aracının ardında, biraz daha yüksekte, üzerinde LE TANINE BEİCOS yazan bir zeplin ve bir uçak var.
Arka plandaki çok katlı (bazıları 20 kattan yüksek) binaların üzerinde bahçeler, ağaçlar göze çarpmakta.
***
Geleceğin Türkiyesi hakkında “iddialı” bir öngörüde bulunan karikatürün, aslında kararsız ve ikili “Osmanlı modernleşmesini” eleştirdiği anlaşılmaktadır. Karikatürde, Osmanlı modernistlerinin, Tanzimat’tan beri cevap aradıkları “Nasıl modernleşmeli? Nasıl Batılılaşmalı?” sorusuna verdikleri, “Batı’nın bilimini, tekniğini alalım; ama geleneksel, dinsel, kültürel özelliklerimizi koruyalım” cevabına göre “modernleşildiği” halde, 50 yıl sonraki Türkiye’nin “çelişkileri”,“komik halleri” karikatürize edilmek istenmiş.
***
Karikatürü ve karikatüristin “düşündüren” ve “güldüren” öngörüsünü analiz ettiğimizde:
1. Karikatürist, Türk modernleşmesinin, sadece “teknolojik” ve “bilimsel” düzeyde gerçekleşeceğini, geleneksel ve kültürel bakımdan eski Osmanlı düzeninin aynen devam edeceğini düşünmektedir. Böyle bir durumda, 1963 Türkiyesi’nde “kara çarşaflı kadın sürücülerin (pilotların) uçan cam araçlar kullanacaklarını” ve “fesli uçan trafik polislerinin, hava trafiğini kontrol edeceklerini” öngörmektedir. Türkiye’de modernleşmenin sadece “teknik” alanda sınırlı kalacağını düşünen karikatürist, Türkiye’de insanların giyinişinde, görünüşünde, geleneksel yapıda bir değişim, bir devrim yapılamayacağını öngörmekte, en azından 1963’e kadar Atatürk gibi birinin çıkıp Türkiye’de sosyal hayatta (kadının giyinişiyle görünüşüyle modernleşmesi, şapka devrimi vs.) bir devrim yapabileceğine imkan ihtimal vermemektedir.
2. Karikatürist, geleceğin İstanbulu’nun bütün vitrinleri Fransızca tabelaların süsleyeceğini belirterek, Fransızcanın egemen olacağı bir Türkiye öngörmektedir.
3. Karikatürist, geleceğin İstanbul’unun bir trafik sorunu yaşayacağını, bunun bir karmaşaya yol açacağını öngörmektedir.
4. Karikatürist, geleceğin İstanbul’unun yüksek binalarla dolacağını, dahası bu binaların terasında bahçelerin ve ağaçların olacağını öngörmektedir.
***
1913’ün Türkiyesi’nde baktığımızda, bir tarafta 1913 Babı-Ali Baskını’yla muhalefeti susturup tek başına iktidara gelen bir İttihat ve Terakki Partisi ve onun modernleşmeci bazı adımları, diğer taraftan emperyalist Batı’nın ve Osmanlı’ya kafa tutan Balkan devletlerinin saldırgan politikaları, Osmanlı Devleti’ni iki arada bir derede bırakmıştır. İttihatçılar, bir taraftan gücü ele geçirip otoriter yöntemlerle bir modernleşme programı uygulamak isterken, diğer taraftan emperyalist kuşatmadan kurtulmanın çarelerini aramaktadırlar. Osmanlıcılık politikasından bekledikleri sonucu alamayınca Türkçülüğe yönelmişlerdir. Fakat İttihatçılar, bütün iyi niyetli çabalarına rağmen çok geçmeden tecrübesizliklerinin kurbanı olmuşlardır.
1911’de İtalyan emperyalizminin ani saldırısı üzerine Trablusgarp’ı İtalyanlara kaptıran Osmanlı Devleti, daha Trablusgarp’ın şokunu atlatmadan Rusya ve İngiltere destekli Balkan devletlerinin saldırısına maruz kalmış, 1913’teki I. Balkan Savaşı’nda Balkanların neredeyse tamamını kaybetmiştir. Osmanlı’nın 1913’te yaşadığı şok sadece bunlarla da sınırlı değildir; aynı yıl içinde Balkanlarda kalan Türkler, kendilerine yapılan büyük soykırımdan kaçarak yollara düşüp Anadolu’ya gelmiştir.
Özetle, 1913 yılı, Türkiye için bir “felaket” yılıdır. O felaket yılında, elli yıl sonraki Türkiye’yi doğru görebilmek, neredeyse imkansızdır. Yukarıdaki karikatüristin öngörüleri değerlendirilirken bu durum gözden kaçırılmamalıdır.
***
1913’ün Türkiyesi’nden, 50 yıl sonranın, 1963’ün Türkiyesi’ne bakmaya çalışan karikatüristin öngörülerinden bazıları 1963’ün Türkiyesi’nde gerçekleşmiş, bazıları hiç gerçekleşmemiş, bazıları ise 2000’lerin Türkiyesi’nde gerçekleşmektedir.
1963’te gerçekleşenler:
-Beyoğlu’ndaki hareketlilik ve kara trafiği.
- Çok katlı yüksek binalar.
 Hiç gerçekleşmeyenler:
- Beyoğlu’ndaki uçan araçlar ve hava trafiği
- Fesli erkekler.
- Sadece teknolojik alanda modernleşme ( Atatürk devrimi, Türkiye’de sosyo-kültürel alanda da büyük bir değişim yaratmıştır).
Bugün (2000’lerde) gerçekleşmekte olanlar:
- Çarşaflı kadınlar.
- Havada, camdan şeffaf uçan araçlarının direksiyonunda değil; ama yerde adeta uçarcasına giden son model ciplerinin içinde çarşaflı kadınlar.
- Fesli değil, ama cemaatçi polisler.
- "Beyoğlu’ndaki mağazaların süslü vitrinleri ve nerdeyse tamamı Fransızca değil ama İngilizce tabelalar.
- Çok katlı evlerin (rezidans) üstünde bahçeler, ağaçlar. ( Ağaoğlu: ‘Yaptı, oldu!).
Ve bir de:
- Beyoğlu’nda gelip giden o tramvay…
Bu durumda, 1913’te çizdiği karikatürün altına “Elli sene sonra Türkiye” diye yazarak, “1963 Türkiyesi’nde bunlar olacak” demek isteyen karikatüristin biraz acele ettiği anlaşılmaktadır:
“Elli sene sonra değil de doksan sene sonra Türkiye” deseymiş tam tutturacakmış…
(NOT: Bu karikatür 1913'ten sonra ilk kez 1998'de Hakan Alipin tarafından Atılgan dergisinde yayımlanmıştır.)


Sinan Meydan
Odatv.com

O ARTIK SADECE BİR SES!!!!!

28 Ekim 2010 Perşembe

SABOTE Mİ DEDİNİZ HADİ ORDAN!


Galatasaray'da sabote olayı olup olmadığını epeydir düşünüp duruyordum. Pazar gününden beri de yazıp yazmama konusunda kararsızdım.Rijkaard'ın yarın İstanbul'dan ayrılacağını düşününce de yazmaya karar verdim.Pazar akşamı oynanan oyunu görünce ister istemez şunları düşündüm.  Ne Rijkaard'a,ne de  önceden de bir başkasına sabote olmamıştır  büyük ihtimalle. Jardel de, Kalli de, Lincoln de garip karakterli insanlar olduklarından ya da futbolu bilmediklerinden tutunamamışlardır buralarda.  Evet evet; Hagi geldi ve oyunculara birkaç günde kondisyon yükledi (flaş bellekle), pas futbolunu anlattı (notları dağıttı, oyuncular oradan öğrendi), topun arkasına geçmeyi öğretti , takımın boyunu kısalttı  ve takımı toparladı. Bir maçta oldu bunlar. Ne o şaşırdınız mı? Şaşırırsınız tabii... Yaa, demek ki sabote falan yokmuş, olay futbolu bilmeyen Rijkaard'ın basiretsizliğindeymiş olluuum. Bak Hagi geldi anında toparladı.Artık kesin Şampiyonuz.Sabote mi dediniz Servet, H.Balta günahını aldık adamlarım nereden bilelim USB girişlerinin olduğunu.

21 Ekim 2010 Perşembe

Kardeşim Deniz…

Hayat, insana seçenekler sunar…
Her insan, kendisine sunulan bu seçeneklerden birini özgürce seçer ve o yolda yürür…
- Kimi, seyirci olmayı seçer… Kendi hayatı dışında yaşananları, üstelik kendi hayatını tehdit etse dahi bir yabancı gibi izlemekle yetinir. Şikâyetleri bile mahalle kahvesi ya da ev ahalisiyle sınırlıdır… Gelecekle ilgili hayallerini kendinden bile saklar… Bir gölge gibi yaşar ve ölür…
- Kimi, parya gibi yaşar.. Onu her yerde görebilir, kolaylıkla seçebilirsiniz.. Rantın olduğu her yerde o vardır. Meşrebine göre, tuttuğu işe göre payını almak için hazırdır… En alttan en üste dek her alanda yer almayı bilir… En etkili koltuklara kadar yükselebilir, topluma yön verecek köşelere yerleşebilir ama hepsi icazetlidir… Mutlaka hesap vereceği, yaranmak durumunda olduğu bir üst konum vardır… Karakteri ve yaşam tarzı gereği omurgasızdır… Hiç inanmadığı, hakkında ufacık fikri olmadığı bir konuyu talimat gereği cansiperane savunmakta bir an bile tereddüt göstermez. Her kılığa girebilir, her düşünceye yanaşabilir… Önemli olan yanaştığı kapıdan sağlayacağı faydadır. Bu nedenle hep güçlü olana yakındır ama güçlü olduğu sürece… Müthiş bir dönme yeteneğine sahiptir… Her dönemin adamı olarak yaşar, yalnız, sevgisiz ve silik bir şekilde ölür.
- Kimi ise şövalye olarak yaşar ve ölür… O diğerlerine göre, insanlık tarihinin her döneminde azınlıkta kalmıştır… Ama tarihi biçimlendiren, insanlığın önünü açan, ilerlemeyi sağlayan da yine odur… İşkenceler, idamlar, sürgünler hep onun için var edilmiş, onu yok etmek için kullanılmıştır… Ama en büyük tiranlar, en zalim krallar, en acımasız padişahlar, en vahşi din baronları binlerce yıl uğraşmalarına, ittifak yapmalarına karşın onu yok etmeyi başaramamışlardır. Çünkü o, bedeni yok edilse de en zalim işkencelerde hayatı elinden alınsa da halk hikâyelerinde, yazılarda, destanlarda, şarkılarda yaşamayı sürdürmeyi başarmıştır… Onun, her türlü baskıya, her türden işkence ve yok etme girişimine karşı haykırışı, zalime direnişi bin yıllara yayılarak insanın insan olma serüvenini yaratmıştır… Yazılan destanlar, şiirler, romanlar, dikilen heykeller, bestelenen şarkılar hep onun adınadır, insanlığın bir minnet borcu olarak. Tarih onu layık olduğu yere mutlaka oturtur.
- Işıltılı yaşar, pırıl pırıl bir miras bırakarak çeker gider…
***
Deniz bir şövalyeydi…
Dimdik, boyun eğmeden, adam gibi adam olarak yaşamanın nasıl olabileceğini göstererek çekti gitti… Ben, çeyrek asırlık bir dostumu, kardeşimi, ağabeyimi kaybettim. Deniz bana hayata dair çok şey öğretti… Bir devrimcinin boşuna yaşamaya hakkı olmadığını ondan öğrendim..
Hiç kuşkum yok; bayrak bir başka devrimcinin elinde, güneşli günlere doğru koşusunu sürdürecek.. Ve o gün geldiğinde bu yolda yitirdiğimiz tüm devrimcilerle, yurtseverlerle birlikte en ışıltılı gülümsememizi takınacağız…
- Hoşça kal kardeşim Deniz…
Bir Yurtsevere Mektup (84)
Sevgili kardeşim Balbay, dayanılması zor bir haftayı daha geride bıraktık. Sevgili Deniz’i de sonsuzluğa uğurladık.. Birer birer eksiliyoruz be kardeşim.. Yeri doldurulması olanaksız dostlarımızı yitiriyoruz, yüreğimizin kan ağlaması bir türlü dinmiyor. Bu hafta beni bir tek sen gülümsetmeyi başardın!.. Yeni kitabın “Zulümhane”nin kapağını görünce çok mutlu oldum. Aslında hakkını yememek lazım; Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Bey de acı acı gülümsetti beni!.. HSYK seçimlerinin ardından ettiği “statükonun kibirlileri” lafını duyunca “iyice rahatlamış olduğu belli” diye düşünüp gülümsedim vallahi!.. Bir de, “bu aralar ‘Sefiller’ kitabını bir kez daha okumam lazım” diye düşündüğümü anımsıyorum..
Seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına sevgi ve özlemle kucaklıyorum…                                    Ümit ZİLELİ

20 Ekim 2010 Çarşamba

SON ANTREMAN GÜLE GÜLE RİJKAARD













WE ARE SORRY


Çok bile kaldınız zamanınıza yazık oldu.
Yeniliğe açık, sabırlı bir millet değiliz biz.
Günün birinde değeriniz de anlaşılmayacak çünkü anlamaya niyetli bir millet de değiliz biz.
Futbolcuyla iyi geçinmeyeceksiniz asacaksınız keseceksiniz yoksa disiplin zaafiyeti var diye kafanıza kafanıza vururuz biz.
Vazgeçemediğimiz impatorluklar var bizim. Kendi kendimizi yer bitiririz biz.
Altınızı oyanlar hala burada gidiyorsunuz siz.

23 Eylül 2010 Perşembe

ALLAH’A ŞÜKÜR DEMOKRATİKLEŞMEYE BAŞLADIK!



Allah’a şükür! Demokratikleşmeye Başladık!
Hükümet bebek katili APO’yla, eli kanlı terör örgütü PKK’yla ve siyasal uzantısı BDP’yle ayan beyan görüşmelere başladı!
PKK, referandum boykotundan sonra okul boykotu yaptı!
Sümela Manastırı’ndan sonra Akdamar Adası’ndaki Manastır’da da ayin yapılmaya başlandı; Megola İdea (Büyük Yunanistan) peşindeki fanatik Rumlar, “Ayasofya da ayine açılsın” diye “demokratik” haklarını kullandı!
95 yaşındaki Kenan Evren’den hesap sormak için “tatlısu solcuları” ve “dinci demokratlar” mahkeme kapılarında sıraya girdi!
Taksim’de “içki içiliyor” diye bir sanat merkezine saldırı düzenlendi bir grup yobaz tarafından! İnsanlar dövüldü, yaralandı!
Muhalif yazar Bekir Coşkun, Başbakan tarafından “bertaraf edilen” ilk gazeteci olma şerefine ulaşıp, “gücü özgürlüğünde” Habertürk’ten kovuldu!

Referandum’da “demokratikleşeceğiz” diye EVET denilmesinin üzerinden -12 Eylül-22 Eylül- 10 günlük bir süre geçti ve bakın Türkiye nasıl da demokratikleşmeye başladı!
Bu daha başlangıç!
Bekleyin ve görün; önümüzdeki günlerde daha ne kadar demokratikleşeceğimizi…

Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN

14 Eylül 2010 Salı

GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!

TARİH: 13 KASIM 1918
YER: HAYDARPAŞA TREN GARI
Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal’in 10 Kasım 1918′de Adana’dan bindiği tren 13 Kasım 1918 Çarşamba günü saat 12.45′te İstanbul Haydarpaşa Garı’na indi.
Mustafa Kemal, yanında yaveri Cevat Abbas’la birlikte üzerinde asker üniformalarıyla o trenden inerken, aralarında Yunan kruvazörü Averof’un da bulunduğu 55 parçalık Müttefik donanması ağır ağır Haydarpaşa önlerinden İstanbul Boğazı’na doğru ilerliyordu. Bütün karşı sahiller, Ruymların, Levantenlerin sarhoş çığlıkları ve palikarya naraları ile çınlıyordu. Düşman donanmasının Boğaza giriş töreni nedeniyle deniz trafiği durdurulmuştu. Tören sırasında bir Türk heyeti amiral gemisine giderek işgalcilere “Osmanlı Hükümeti adına hoşgeldiniz” dedi. Daha sonra işgal gemilerinden karaya çıkan 3500 kişilik bir kuvvet İstanbul’un stratejik noktalarına yerleşmeye başladı.
Mustafa Kemal, kendisini karşılamaya gelen Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer)le birlikte Haydarpaşa Garı’nın köşesindeki çayhanede, kafasında bin bir türlü düşüncelerle ve büyük bir üzüntüyle, 3-4 saat boyunca düşman donanmasının boğaza yerleşmesini seyretmek zorunda kaldı derin mavi gözlerini ufka doğu dikerek… Bu donanmayı, çok değil üç yıl önce Çanakkale’de kanla, ateşle durduran komutan , şimdi dirençsiz, çatışmasız bu işgali yüreği yanarak izliyordu. İçinden kendi keninde , “Çanakkale’de boşuna savaşmış olamayız!” diye geçirdi. Bir ara ağzından, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim. Bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” sözleri döküldü.
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
Mustafa Kemal, öğleden sonra saat 3′e doğru küçük Kartal İstinbotuy’la dev boyutlu düşman zırhlılarının arasından Sirkeci’ye geçerken güvertede bir sigara yakmış, sigarasında birkaç nefes almış ve bakışlarını boğazı kaplayan çelik yığınlarının üzerinden ufka doğru çevirerek, hemen yanındaki Cevat Abbas Bey’in duyacağı şekilde, kendinden emin, “Endişelenme! Geldikleri gibi giderler!” demiştir…
EMPERYALİZMİN MERHAMETİNE KALMAK
I. Dünya Savaşı kaybedilmiş, 600 bine yakın vatan evladı Çanakkale sırtlarında Yemen çöllerinde can vermişti. Ülkeyi yöneten İttihat Ve Terakki Parti dağılmış, Enver, Talat ve Cemal üçlüsü gizlice ülkeden kaçmıştı. 1911-1918 arasında cepheden cepheye koşan Türk insanı varını yoğunu, herşeyini kaybetmiş bir şekilde, Anadolu’ya sıkışmış ve 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması’yla kayıtsız şartsız emperyalizmin merhametine bırakılmştı…
Ve emperyalizm merhametsizdi…
Bir kaç gün içinde işgaller başladı: İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Ermeniler ve Yunanlılar Türkün elinde kalan son toprak parçası Anadolu’yu batısından doğusuna kadar işgal etttiler: Yaktılar, yıktılar, katlettiler, satın aldılar, tehdit ettiler…
Orduları dağıttılar, silahlara el koydular,
Haberleşmeyi ve ulaşımı kontrol ettiler,
Madenleri ele geçirdiler,
Padişlahı ve hükümeti kontrol edip Mustafa Kemal ve arkadaşlarını “vatan haini” ilan ettirip idama mahkum ettirdiler.
Aydınları ve gazetecileri satın aldılar, satın alamadıklarını susturdular,
İşbirlikçilerden yararlandılar,
Dini kullandılar, Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını şeyhülisalm fetvasıyla “dinsiz”, “zındık” ilan ettirdiler.
İsyanlar çıkarıp, iç savaş başlattılar; Alevi Sünni, Kürt Türk ayrımıyla kardeşi kardeşe düşman ettiler.
Vatanseverleri sudan bahanelerle zindanlara tıktılar.
İşgal zenginleri yarattılar…

İNANCIN ZAFERİ

İşte o yokluk ve yoksulluk içinde, “Geldikleri gibi giderler!” diyen adam; Mustafa Kemal, yılmadan, yorulmadan, korkmadan kendine ve milletine inanarak mücadele etti:
O adam, o gözleri derin deniz mavisi, sarı saçlı adam:
Önce İstanbul’da Kurtuluş Savaşı’nın alt yapısını gizli kurtuluş planlarını hazırladı; Padişah dahil herkesle görüştü, bütün vatanseverlerle anlaştı.
Sonra, 19 Mayıs 1919′da Samsun’a çıktı,
Havza’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta halkı örgütledi, direniş planlarına son şeklini verdi. Bir kurtuluş ekibi kurdu.
İstanbull’daki Osmanlı meclisinin silah zoruyla dağıtılması üzerine, emperyalizme meydan okurcasına Ankara’da TBMM’yi açtı.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 1921 Anayasası’nı ilan etti.
Kuvayı Milliye’yi düzenli orduya çevirip, Anadolu bozkırına dağılan Yunan kuvvetlerinin ve onu desetkleyen emperyalizmin karşısına dikildi.
İnönü, Kütahya Eskişehir, Sakarya ve Büyük Taarrüz savaşları sonrasında düşmanı Anadolu yaylasına ve Ege’nin soğuk sularına gömdü.
Ve o adam, o gözleri deniz mavisi sarı saçlı adam;
Hani, 13 Kasım 1918′de, saat 3 civarında, düşman donanmalarıyla kaplı Boğaz’ın ortasında, kendinden emin, “Geldikleri gibi giderler” diyen o adam, haklı çıktı…
Düşmanlar, 1922 Ekimi’nin sonlarında gerçekten de “Geldikleri gibi gittiler”".
Gelişleri patırtılı gürültülü olmuştu ama gidişleri sessiz sedasız oldu…
ŞAŞIRTAN BENZERLİK
Mustafa Kemal’in İstanbul’u işgal eden düşman donanmasına doğru bakarak “Geldikleri gibi giderler!” dediği o gün 13 Kasım’dı!
Tarihin garip tecellesine bakın ki,12 Eylül referandumu sonucunda Türkiye’nin bölünmenin eşiğine geldiğini bu gün de 13 Eylül…

13′ÜN ŞİFRESİ

13 Kasım 1918′de İstanbul’un 55 parçalık emperyalist donanma tarafından işgal edildiği o gün, gelecekte o donanmayı İstanbul’dan çıkaracak adam, Mustafa Kemal de İstanbul’a gelmişti. Yani Türkiye,1918′de işgalcisinİ ve kurtarıcısını aynı anda, 13′ünde karşılamıştı…Nitekim bu garip tesadüfü 14 Kasım tarihli Yeni Gün Gazetesi’nde Yunus Nadi manşetten duyurmuştu…
Kim bilir! Belki Türkiye 2010′da yine işgalcisini ve kurtarıcısını bugün, 13′ün de karşılamıştır…
1918 Kasımı’nın 13′ünde istanbul’a giren ve Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen emperyalizme Mustafa Kemal, “Geldikleri gibi giderler” demişti ve gerçekten de 4 yıl sonra geldikleri gibi gittiler….
2010 Eylülü’nün 13′ünde Türkiye’nin demokratikleşmesi adı altında Türkiye’nin bölünmesine yol açacak refandumla daha da güçlenen iktidardakiler de, hiç şüpheniz olmasın, bir gün “Geldikleri gibi gideceklerdir.”
1918 13 Kasım’da silahla gelenler(işgalci emperyalistler) silahla gittiler.
2010 13 Eylül’de seçimle gelenler (Türkiye’nin başına çöreklenenler) de seçimle gideceklerdir.

Sinan Meydan
İLK KURŞUN

GALİPSİNİZ AMA KALEMİMİ BIRAKMIYORUM

Hiç can yakmadım, kimseyi incitmedim, sıraların ön saflarında dolaşıp, kendimi göstermeye de çalışmadım.
Yalana yüz verip, itibar kazanmayı düşünmedim. Devlet daierelerinde, meşin kolluklu memurların aşağılamalarıyla karşılaştığımda sesimi çıkarmadım. Dolmuş kuyruğunda sırayı bozmadım, oğluma hep sevecen davrandım, komşular gürültü yaptığında duvarları yumruklamadım, vahşet haberlerinde kanal değiştirdim, sıkıldıkça şiir okudum, sergi dolaştım, güzel olanı insanda aradım, insana yakışmayan şeyleri elimden geldiğince reddettim. Hiç bir canlıyı öldürmedim. Öldürmeyi aklımdan bile geçirmedim. Ölümü de hiç düşünmedim.
Beni öldüreceklerini de aklımdan geçirmedim.
Ama öldürüldüler!
Yakarak öldürdüler…
Şimdi işte orada, yanan binanın bir köşesinde saçımdan bir tel, gömleğimden bir ip öylece duruyor ve belki de beni arıyor. Onlar şu anda benden daha canlı. Onlar en azından acı çekmediler, suyu ve üşümeyi özlemediler. Duygusal, öyle değil mi? Kömürleşmiş bir ceset kadar duygusal...
Ölmeden biraz önce, son bir gayretle dışarı bakıyorum. Kapının önünde bağırıp çağıran, tekbir getiren insanlara... Her biri sanki gladyatörlerine öldürme emri veren Neron...
Hepsinin baş parmağı toprağı gösteriyor. Hepsi bir ötekine “öldür” emri veriyor. Öldürüyorlar bizi ve dışarıda portakal sarısı temmuz güneşi bizimle birlikte batıyor. Nasıl kıskanıyorum onu, suya batıyor diye.
Aklıma deniz kıyısı akşamlarının yakamozları takılıyor. Alacakları bir, beş, otuzbeş, otuzyedi can... Hepsi bu...
Duman boğazımı yakıyor. İçerisi ağustos ortasındaki “ölüdeniz” kıyılarından daha sıck ve daha ölü... Bütün yaşantım yeniden gözümün önünden geçiyor. Borç alıp ödeyemediğim Hüseyin’i düşünüyorum. Kim ödeyecek? Muz istedi birden canım. Birazdan öleceğim ama canım muz yemek istiyor. İdam mahkûmlarına bile ölmeden önce son isteğini sorarlar, dışarıdaki cellatlar acaba sorarlar mı son isteğimi?
Tanrım çok sıcak!..
Oğlumun sesi kulaklarımda, karım da ona kızıyor, “babanı rahatsız etme” diye. Son bir kez sarılmayı ne çok isterdim... İzin verirler mi acaba?
Saçmalıyorum...
Gittiğim yerden dönüp, onları görebilecek miyim? Onlar beni görmese de, ne yaptıklarını, benim için ne kadar gözyaşı döktüklerini izleyebilecek miyim?
Aman sende!.. Onların ne kadar acı çektiklerini görmek mi? Kalsın...
Her bekletinin korkutucu sürprizleri giderek ısınan bedenimi bile üşütüyor.
Giordano Bruno da benim kadar, buradaki arkadaşlarım kadar acı çekmiş midir?
Onun da canı muz çekmiş midir?..
Bakkaldan aldığım son sigaranın parasını vermiş miydim? Eğer vermediysem çok ayıp olacak...
“Bana birşey olmaz,” diyordun. Bak oldu işte. Sonsuza dek yaşayacağını sanıyordun, oysa en sona sakladığın şiiri yazamadan, fotoğrafı çekemeden, türküyü söyleyemeden gidiyorsun işte... Ölüm bu kadar basit miymiş?
Tuhaf, artık duman da rahatsız etmez oldu. Dehşetli uykum var. Sol bacağımdakı yanıkları da hissetmiyorum. İyi ama, nereye gidiyorum ben, biz? Daha yapacak o kadar çok işim var ki...
Neden bizi yaktılar? Behçet kurtuldu mu acaba? Ya Asaf? Asım Ağabey, Aziz Bey?
Oğlum, sana bir kez sarılabilseydim keşke... Nasıl kokuyorsun burnumda. Minicikken ayaklarını ağzıma sokardın, kafama patilerinde vururdun... Gözlerini çok özledim, şimdi yaşla dolacaklar... Ağlayacaksın değil mi, baban için gözyaşı dökeceksin değil mi? Ama lütfen kinlenme yavrum, kin insana yakışmayan tek şeydir. Unutma ki, bizleri bir yada birkaç insan öldürmedi, bizi öldüren orta çağ karanlığının refah kaygısı. Bunu da Allah’a sığınarak yaptılar Ttetikte ol, ama sakın kinlenme. Ne dersin, dışarıdakilere yalvarsam, seni bir kez gördükten sonra üzerime benzin döküp kendimi yakacağımı söylesem, seni bana gösterirler mi? Seni çok özledim, çok şeyi özledim ama bir tek seni çok özledim.
Yaşamı özledim ve beni öldürüyorlar. Yaşamı en çok özlediğim şu dakikada yakıyorlar beni ve ellerim sana ulaşamayacak kadar karardı artık.
Küle dönüyor oğlum...
Tanrım, çok sıcak. Bir tek sıcak rahatsız ediyor artık. Suyu, yağmuru özlüyorum... Tepeleme kar yağsın istiyorum başımın üzerine... Acı hissetmiyorum artık...
Ama çok sıcak...
Annenle tanıştığımızda da hava çok sıcaktı, biliyor musun?
O zaman da suyu çok özlemiştim. Yaşam, uç noktaların umarsız seçiciliğiyle dolu, istemin ve tercihin dışında da ölebiliyorsun işte... Hem de yanarak...
Yeter artık, ölüyorum. Acı da duymuyorum. Ama dışarıdakilere, beni yakanlara acıyorum, çocuklarına anlatacak birşeyleri olmadığı için, geçmişleri ve gelecekleri asla olmayacağı için, aynada kendilerini gördüklerinde kendi gözlerine bile bakamayacakları için acıyorum. Zavallı kullanılmışlar, cahiller, inançsızlar ve…
Bu da gülünç bir teselli belki, ama şu anda yapabileceğim hiçbir şey yok.
Hoşçakalın...
Sen de hoşçakal oğlum…
Galipsiniz, ama kalemimi bırakmıyorum.
Mümtaz İdil
Odatv.com

13 Eylül 2010 Pazartesi

OKUNMA REKORUNA KOŞAN YAZI: “EVET” DİYEN KARDEŞİM: BUGÜNDEN SONRA TÜRKİYE’DE OLACAKLARDAN SEN SORUMLUSUN!

EVET! BİZ YANILDIK!… BİZ YENİLDİK!
DEMEK Kİ BİZ GERÇEĞİ GÖREMİYORUZ!
TÜRKİYE’NİN YÜZDE 60′I AKP ANAYASASI’NA EVET DEDİĞİNE GÖRE DEMEK Kİ ÇOĞUNLUK AKP VE POLİTİKALARINDAN MEMNUN…
BUNDAN SONRA GELEN ŞEHİTLERİN DE, YOLSUZLUKLARIN DA, İŞSİZLİĞİN DE, ÜLKENİN SATILMASININ DA, DİKTATÖRLÜĞÜN DE, HİRİSTİYANLAŞMANIN DA, BÖLÜNMENİN DE, TEK SORUMLUSU AKP OLMAYACAKTIR. BUGÜNDEN SONRA AKP ANAYASASI’NA EVET DİYEN HERKES BÜTÜN BUNLARDAN SORUMLUDUR…
ŞERİATA,
DİN SÖMÜRÜSÜNE,
KÜRT DEVLETİNE,
MİSYONERLİĞE,
İŞSİZLİĞE,
CUMHURİYET DÜŞMANLIĞINA,
ATATÜRK DÜŞMANLIĞINA,
ÇAĞDAŞ UYGARLIK YERİNE HURAFELERE,
ÇİFTÇİYE, “ANANI DA AL GİT”, ŞEHİTLERE “KELLE”, BÖLCÜBAŞINA “SAYIN”, MUHALİFE “BERTARAF EDERİM” DİYEN ZİHNİYETE
EVET….
İŞTE MİLLET İŞTE İRADESİ….
SAYGILIYIZ!
BİZ, BIKIP USANMADAN MÜCADELEMİZE DEVAM EDECEĞİZ…
ARTIK BIÇAK KEMİĞE DAYANMIŞTIR… EĞER, ÇOCUKLARIMIZA BÖLÜNMÜŞ, BAĞIMLI, KUKLA BİR DİKTATÖRÜN YÖNETİMİNDE, TÜRK SÖZÜNÜ BİLE KULLANMANIN YASAK OLDUĞU, KADININ EVE KAPATILDIĞI, CEMAATLERİN GÜDÜMÜNE GİRMENİN ZORUNLU OLDUĞU, HURAFELERİN BATAKLIĞINDA BİR TÜRKİYE BIRAKMAK İSTEMİYORSAK Kİ, İSTEMİYORUZ; MÜCADELE ETMEYE MECBURUZ…
Sinan MEYDAN
İLK KURŞUN

KAN ÇİÇEKLERİ GİBİ KIRMIZI VE KAN ÇİÇEKLERİ GİBİ YALNIZ OLMAKTIR ARTVİNLİ VE TUNCELİLİ OLMAK!

Artvinli ve Tuncelili olmak; Yokluğa, yoksulluğa inat okumaktır; hurafelere karşı ille de “akıl” ve “bilim” diye haykırmaktır Artvinli ve Tuncelili olmak,
Çocuğuna hep aynı ayakkabıyı, hep aynı elbiseyi giydirmektir; hep aynı çorbayı içirmektir yokluktan, Artvinli ve Tüncelili olmak,
Teslim olmamaktır, prangalanmamaktır, esir olmamaktır; doğaya, sermayeye, iktidara baş kaldırmaktır Artvinli ve Tuncelili olmak,
Satılmamaktır; açlıktan öleceğini bilse de kömüre, pirince, makarnaya ve paraya oyunu satmamaktır Artvinli ve Tunceli olmak,
Din bezirganlarına kanmamak, cemaat ve tarikat kıskacına girmemektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
Tarih bilmektir, tarihten ders almaktır; eski yaraları kaşıyarak kanırtmak isteyenlere pirim vermemektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
“Soy-sop” diye tutturanlara, önce insanlık, önce barış, önce kardeşlik diye haykırabilmektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
Yeri geldiğinde de, “ille de vatan” diyebilmektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
Unutulmaktır, hatırlanmamaktır, kaderine terk edilmektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
Tırnaklarıyla kazarak, söke söke biryerlere gelmektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
Bazen kendi kendine ağlamaktır sessizce göz yaşlarını kimseye göstermeden Artvinli ve Tuncelili olmak,
Bazen de mis kokulu çam ağaçlarıyla kaplı bir yeşil tepeye çıkarak yalnız başına Tanrı’ya yalvarmaktır Artvinli ve Tuncelili olmak,
Mutlu bir gelecek kurmak için hiç durmadan çalışmaktır; üretmektir, yaratmaktır Artvinli ve Tuncelili olmak,
Ruhunu kaybetmemektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
Zirveleri karlı dağların, yemyeşil ormanların ve billur gibi akan soğuk suların arasında kendini dağ gibi hissetmektir Artvinli ve Tuncelili olmak,
ve bir gün;
Ülkenin kaderinin oylandığı bir refarandumda, bütün Anadolu’nun iktidarın kontrolüne geçtiğini gösteren o yeşil haritanın içinden kan çiçekleri gibi baş kaldırmaktır, satılmışa, işbirlikçiye inat, Artvinli ve Tuncelili olmak….
Kan çiçekleri gibi kırmızı, kan çiçekleri gibi yalnız….
Sinan Meydan
İLK KURŞUN

12 EYLÜL REFARANDUM SONUÇLARI





İller  ↓ Evet  ↓ Hayır  ↓
ADANA%44%56
ADIYAMAN%80%20
AFYON%66%34
AĞRI%96%4
AKSARAY%77%23
AMASYA%59%41
ANKARA%54%46
ANTALYA%43%57
ARDAHAN%55%45
ARTVİN%49.99%50.01
AYDIN%36%64
BALIKESİR%48%52
BARTIN%55%45
BATMAN%95%5
BAYBURT%85%15
BİLECİK%49.50%50.50
BİNGÖL%95%5
BİTLİS%93%7
BOLU%65%35
BURDUR%53%47
BURSA%56%44
ÇANAKKALE%40%60
ÇANKIRI%77%23
ÇORUM%68%32
DENİZLİ%46%54
DİYARBAKIR%94%6
DÜZCE%73%27
EDİRNE%26%74
ELAZIĞ%82%18
ERZİNCAN%64%36
ERZURUM%87%13
ESKİŞEHİR%46%54
GAZİANTEP%70%30
GİRESUN%63%37
GÜMÜŞHANE%78%22
HAKKARİ%94%6
HATAY%48%52
IĞDIR%54%46
ISPARTA%57%43
İSTANBUL%55%45
İZMİR%37%63
K. MARAŞ%79%21
KARABÜK%64%36
KARAMAN%66%34
KARS%66%34
KASTAMONU%63%37
KAYSERİ%73%27
KIRIKKALE%69%31
KIRKLARELİ%26%74
KIRŞEHİR%59%41
KİLİS%67%33
KOCAELİ%61%39
KONYA%78%22
KÜTAHYA%75%25
MALATYA%75%25
MANİSA%49.82%50.18
MARDİN%93%7
MERSİN%37%63
MUĞLA%31%69
MUŞ%92%8
NEVŞEHİR%68%32
NİĞDE%61%39
ORDU%63%37
OSMANİYE%53%47
RİZE%76%24
SAKARYA%67%33
SAMSUN%67%33
SİİRT%95%5
SİNOP%60%40
SİVAS%77%23
ŞANLIURFA%94%6
ŞIRNAK%89%11
TEKİRDAĞ%35%65
TOKAT%64%36
TRABZON%69%31
TUNCELİ%19%81
UŞAK%49.82%50.18
VAN%94%6
YALOVA%51%49
YOZGAT%77%23
ZONGULDAK%50.18%49.82


















































































































































































































































12 Eylül 2010 Pazar

POLİSLER OKUL OKUL GEZİP MÜKERRER OY ATTI

Türkiye Komünist Partisi (TKP) referandumla ilgili çok çarpıcı bir açıklama yaptı.
İşte “Cemaatin imamı emir verdi polis memurları mükerrer oy kullandı!” başlıklı o açıklama:
“İSTANBUL’da SKANDAL: Polisin “referandumu”
12 Eylül 2010 günü yapılan halk oylamasında ne yazık ki bir dizi usulsüzlük meydana gelmiş ve birçok yerde mükerrer oy kullanımı gerçekleşmiştir. Türkiye Komünist Partisi görevlileri tarafından tespit edilen usulsüzlükle ilgili ve mükerrer oy kullanımına dair Partimiz yasal başvurularda bulunmuş, 13 Eylül Pazartesi itibariyle bu usulsüzlüklerin sorumlularından hesap sorulması için suç duyurusunda bulunacaktır.
Tespit ettiğimiz usulsüzlüklerin başında organize bir şekilde, görevli polislerin birden çok seçim sandığında oy kullanması olmuştur. Neredeyse İstanbul’un bütün ilçelerinde karşılaştığımız bu tablo seçime büyük bir gölge düşürmüştür. Tarafsız kalması gereken ve görevi güvenliği sağlamak olan polis teşkilatının organize bir şekilde birden fazla sandıkta “görevli kağıtlarını” göstererek oy kullanmaları büyük bir skandaldır.
Türkiye Komünist Partisi’nin görevlendirdiği Sandık Müşahitleri tarafından tespit edilen durum bu usulsüzlükler ilgili sandık kurullarına ve ilçe seçim kurullarına bildirilmiştir. Aynı zamanda partimiz bu duruma dair yarın savcılıklara suç duyurusunda bulunacaktır.
İstanbul’un bütün ilçelerinde polis teşkilatı tarafından organize bir biçimde “görevli numarasıyla” gerçekleştirilen skandala dair olarak Parti gözlemcilerimiz tarafından ispat  edilebilen iki somut olayın ayrıntıları aşağıdadır.
Üsküdar İlçesi
Üsküdar ilçesinde bir minibüs dolusu polis memurunun ellerindeki görev kâğıtlarını kullanarak oy kullanmak istedikleri görülmüştür. Bu polisler aynı araçla başka okullarda da oy kullanmaya çalıştıkları tespit edildi. Bunun üzerine araştırma yapan partimiz bu polis memurlarının gerçekte oy kullanmaları gereken sandıklarda da oy kullandıklarını tespit etti.
Polis memuru Erdem Aldemir, görev belgesi ile Üsküdar Nusret Fuat İlköğretim Okulu 2125 no'lu sandıkta oy kullanmış iken; TC kimlik numarası ile kayıtlı olduğu Kadıköy İhsan Sungu İlköğretim Okulunda 1315 no’lu sandıkta 202 sıra numarası ile oy kullanmıştır.
Polis memuru Zeki Buldur, görev belgesi ile Üsküdar Nusret Fuat İlköğretim Okulu 2125 no’lu sandıkta oy kullanmış iken; TC kimlik numarası ile kayıtlı olduğu Pendik Lisesi 2156 no’lu sandıkta oy kullanmıştır.
Ayrıca; 34 A 63612 plakalı polis minibüsü Üsküdar Ahmet Keleşoğlu İ.Ö.O’na gelerek grup halinde oy kullandı. Daha sonra Üsküdar Lions İ.Ö.O’nda tekrar oy kullanmak isteyen ekip hakkında tutanak tutuldu. Polis ekibinin buradan Kısıklı Karakoluna geri döndüğü görülmüştür.
Beyoğlu İlçesi
Beyoğlu ilçesinde 42 polis memuru sahte belgelerle oy kullandı: 1188 no’lu sandıkta polis memurları 31 oy kullanırken 1189 no’lu sandıkta ise 9 sahte oy kullanıldı. Konuyla ilgili TKP’li avukatlar itiraz dilekçesi verdi, buna göre sandık kurulu durumu tutanakla tespit etti.
TKP GENEL MERKEZ”

31 Ağustos 2010 Salı

Emmy Ödülleri sahiplerini buldu

Televizyon dünyasının oscarları olarak bilinen Emmy Ödülleri bu yıl, 62. Kez sahiplerini buldu. Törene bu yıl 3. Kez "en iyi" seçilen "Mad Men" damgasını vurdu.2 yıldır drama dalında en iyi dizi ödülünün sahibi olan "Mad Men" bu yıl da şaşırtmadı, yine bu dalda ödülün sahibi oldu.

Emmy Ödülleri'nde en iyi erkek oyuncu ödülü ise Breaking Bad'teki rolü ile Bryan Cranston'a gitti.

"The Closer"daki rolü ile Kyra Sedgwick de en iyi kadın oyuncu seçildi.

Los Angeles'taki Nokia Theatre'da düzenlenen 62. Emmy Ödül Töreni'ni ünlü talk-show'cu Jimmy Falllon sundu.

Törende oyuncular arasında şıklık yarışı da vardı.

Komedi dizilerine gelince, komedi dizisi dalında en iyi aktör ödülünü The Big Bang Theory dizisinden Jim Parson aldı.

Bu dalda son iki yıldır Emmy Ödülü'nü 30 rock adlı diziyle alan Alec Baldwin ise eli boş döndü.

Yine aynı dalda "en iyi dizi film ödülü" de Modern Family'e verildi.

En iyi kadın oyuncu ödülü de 'Nurse Jackie' ile Edie Falco'nun oldu.

Gecenin en anlamlı ödüllerinden biri olan Bob Hope Humanitarian ödülü, usta oyuncu George Clooney'e verildi.

Clooney'e ödülünü yakın arkadaşı Julianna Margulies'e hediye etti.

Kurtuluş Savaşı'nda İzmir'in Türkler tarafından yakıldığı ve 400 binin üzerinde Rum'un öldürüldüğünü iddia eden ve uzun süre tartışılan dizi "The Pasific" ise hayal kırıklığına uğradı.

24 Farklı dal ile, en fazla adaylık alan dizi sadece bir dalda ödül alabildi, en iyi mini dizi seçildi.İşte gecenin kazananları:
DRAMA
En İyi Dizi: Mad Men
En İyi Erkek Oyuncu: Bryan Cranston, Breaking Bad
En İyi Kadın Oyuncu: Kyra Sedgwick, The Closer
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Aaron Paul, Breaking Bad
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Archie Panjabi, The Good Wife
En İyi Senaryo: Mad Men
En İyi Yönetmen: Steve Shill, Dexter (The Getaway)
KOMEDİ
En İyi Dizi: Modern Family
En İyi Erkek Oyuncu: Jim Parsons, The Big Bang Theory
En İyi Kadın Oyuncu: Edie Falco, Nurse Jackie
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Jane Lynch, Glee
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Eric Stonestreet, Modern Family
En İyi Yönetmen: Ryan Murphy, Glee (Pilot)
TV FİLMİ VE MİNİ DİZİ
En İyi Mini Dizi: The Pacific
En İyi TV Filmi: Temple Grandin
En İyi Erkek Oyuncu: Al Pacino, You Don't Know Jack
En İyi Kadın Oyuuncu: Claire Danes, Temple Grandin
En İyi Yönetmen: Mick Jackson, Temple Grandin
Diğerleri
En İyi Variety Show: The Daily Show, Jon Stewart
En İyi Reality Show: Top Chef
En İyi Animasyon: Disney Prep & Landing