31 Ocak 2010 Pazar

SONUNDA BUDA OLDU: DİNİ VERGİ!


7.Alevi Çalıştayında dini vergi önerilmiş.Peh peh peh.Pek bi muntazam buluş.Nasıl olacak bu iş.Gayrimüslüm ve Alevilerden alınmayacakmış.Düşünün 5 vakit namaz kılandan ayrı,sadece bayram namazına gidenden ayrı,camiye gidenden ayrı,gitmeyenden ayrı,oruç tutandan ayrı, recep şaban hop bayram diyenden ayrı mı alınacak? Birde 3 ayları tam tutanlar var, onlar külli yandı.Zaten vergi kaçırmaya meyilli bir miletiz, vergi ödemeyeceğiz diye , mazallah dinden de ederler bu adamlar bizi. Arkadaşım size ne benim yaradanla aramdaki ilişkiden,size ne tuttuğum yada tutmadığım oruçtan, size ne kılmadığım yada kıldığım namazdan,Allah'la arama girmeyin, bu din sizin tekeliniz de değil.Bi orası kalmıştı elinizi atmadığınız aha o da oldu.Çekin elinizi dinimden. Gerçi bir yer daha var elinizi atıp vergi alacağınız. Milletin, vergi kaçıracağım diye ödü patlar.Üstelik gönüllü olacak bu vergi zorunlu da değil.Sevişme vergisi!Sevişme başına vergi.Millet skor yapacağım (vergide dereceye gireceğim ) diye, her iki türlüde helak olur valla.Birde vergi yüzsüzlerinin açıklandığını düşünsenize vergi kaçırdım da diyemezsiniz,insan içine çıkamazsınız valla.Nasıl fikir ama?Literatür yaratırsınız valla.Bana da bi kıyak yapıp vergiden muaf edersiniz.Yanlış anlaşılmasın Dini Vergiden!!

5 SEZONUN KISA BİR ÖZETİ

Kazanırsanız hep beraber kazanırız, kaybederseniz HEPİMİZ KAYBEDECEĞİZ...


Dinden imandan bahsedeceksin,karşılaşmalarında, ayrılışlarında Allah'ın adını eksik etmeyeceksin,bu soğukta bu kışta ekmek paraları için canlarını ortaya koymuş insanlara,direnişlerini kırmak için Allah'ın evinin tuvaletlerini kapatacaksın.Neymiş pisletip batırıyorlarmış.Ulan diyelim ki içine ediyorlar (ki sanmıyorum)alt tarafı orası tuvalet, memleketimin devletimin içine edenlere niye ses çıkarmıyorsunuz?Siz ki içki satılıyor diye Tekel bayilerinden sakız bile almazsınız,barların önünden geçerken erkek görmüş fereceli kadın gibi çekinirsiniz.Amma o barları işletenler Tekel işçilerine kapılarını tuvaletlerini, mutfaklarını açıyor.Sorsam size ,siz cennete o barsahibide cehenneme gider dimi?Geçiniz..Kapattınız o insanlara Allah'ın evini zannettiniz oradaki insanlar vazgeçecekler direnişlerinden ibadetlerinden. Yok ya.. Vazgeçmez bu toprağın insanı ne sevdasından nede davasından.İbadetinden vazgeçmeyen Tekel işçileride o barların tuvaletlerinde abdest alıp o barlarda namaz kılıyorlar.Anladınız mı oradaki insanın azmini,ekmeğine sahip çıkışını?Sanmıyorum..Bir işçi, bir insan,iki kız çocuğu sahibi bir baba olarak tüm Tekel işçilerini selamlıyorum.Kazanırsanız hep beraber kazanırız, kaybederseniz HEPİMİZ KAYBEDECEĞİZ...

30 Ocak 2010 Cumartesi

Ya yüce divan ya devlet; ortası yok..!!!

Adım adım geldiler; darbe yapa yapa..
ABD'yi arkasına alan ordu hükümete karşı darbe yaptı, amacı Amerikancı bir hükümeti iktidar koltuğuna oturtmak. Her darbe sonrası daha Amerikancı bir hükümeti iktidar koltuğuna taşıdılar..
İktidarda en amerikancı bir hükümet olmalı ki nihai hedefleri olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı darbe yaptırıyorlar.
Ordu hükümeti devirir, hükümet devleti..
Adım adım, darbe yapa yapa gelinen nokta işte bu; Ilımlı İslam Devleti..
Amerikancı hükümetler döneminden amerikancı devlet dönemine geçiş..
40 yıldır çalışmalarının sonucu bu..

Şimdi sözümüz erken seçim diyenlere:
Hükümetin darbe yaptığını söylemeyen bir muhalefet partisi yok gibi.
O zaman soruyoruz: Hükümet darbe yaparak başka bir hükümeti mi devirdi, yoksa Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni mi?..
Devireceği bir hükümet olmadığına göre demek ki devletimizi devirdi;
o halde karşınızdaki rakip bir parti değil devlet..
Zaten bu kadar ağır suçları hükümet olmaları kaldırmaz, devlet olmak zorundalar..

Darbe ya başarılı olur ya başarısız; ya dur ya geç, sarı ışığı yok bu işin..
Onun için boşuna söylemiyorlar: “durmak yok yola devam”
Yarı yolda durmanın ölüm olduğunu iyi bilir onlar..
Ölü ya da sağ olmanın nasıl ortası yoksa;
Ya devlet ya yüce divan; bu işin ortası yok..
Seçimle AKP'yi muhalefete düşüreceğiz diyenlere önemle duyurulur..
Bir de şu var: Ordu darbeden bir kaç yıl sonra iktidarı seçimle kurulacak
yeni bir hükümete devreder; ama darbeyi yapan hükümetse o artık
devlet olmuş demektir ki onu seçimle deviremezsiniz.
Atatürk gibi düşünmek zorundasınız; hepsi bu..

Hilmi Kayıhan

BİRAZ GEÇ OLDU AMA GÜLE GÜLE NONDA!



Shabani Nonda, Shabani Nonda... Güle Güle!


2007-08 Sezonu. Galatasaray’ın şampiyonluğa koştuğu o unutulmaz sezon.

Altı hafta kalmıştı bitime. Karl-Heinz Feldkamp, ‘’Ben gidiyorum!’’ dediğinde, fazla bir alternatif yoktu Galatasaray’ın elinde. Böylesi kısa bir süre için yeni TD ile anlaşmak mümkün olan şampiyonluk ihtimalini sıfıra indirebilirdi. Galatasaray Spor Kulübü’nün resmî internet sitesinden bir açıklama geldi. ‘’Aslanlarla Devam’’ yazıyordu haber başlığında. Kalan altı haftalık süreyi herhangi bir teknik direktör ataması yapmadan tamamlayacaktı, Galatasaray. Yepyeni bir macera başlıyordu. Mutlu bitmesi hâlinde, yıllarca anlatılacak harika bir öykü daha kazanacaktı Futbol Tarihi.

Galatasaray tribünleri de kayıtsız kalmadı duruma. Yine tüm zamanların belki de en anlamlı tezahüratı ile yer aldılar bu sekansta. ‘’Haydi bastır Galatasaray… En Büyüksün Galatasaray…’’ diye başlayıp, ‘’Yönetim – Futbolcu – Taraftar… Şampiyonsun Galatasaray…’’ diye devam ediyordu binlerce, milyonlarca Galatasaraylı. Hakikaten çok anlamlıydı. Tek vücut olmuştu Galatasaray Camiası. Futbolcusundan, yöneticisine; yöneticisinden taraftarına. Ve tabii, daha sonra resmin içerisine giren Cevat Güler, Burak Dilmen ve Nezihi Ali Boloğlu üçlüsünün önderliğindeki Galatasaray kulübesine.

Koşu başlamıştı. 28. haftada lider Fenerbahçe’nin iki puan gerisindeydi, Galatasaray. Sürecin zorlu olacağı Ankara’daki Gençlerbirliği maçında belli olmuştu esasında. Hava şartlarından dolayı oldukça zorlu bir zeminde gerçekleşen bu eşleşmede Galatasaray, 88. dakikaya kadar gol bulamasa da, müthiş bir reaksiyon göstermiş ve bitime iki dakika kala Cassio Lincoln’ün attığı golle üç puandan fazlasını kazanmıştı. Öyle ki; bu sezon başında göreve gelen teknik heyetten Carlos Cuadrat’ın Türkçe’de öğrendiği ilk sözlerin, ‘’Galatasaray Ruhu’’ olması tesadüf değildi. Ankara’da, bitime altı hafta kala, takımın sahip olduğu en büyük kozdu bu. Daha sonra devam etti.



Trabzonspor ve İstanbul BŞB maçları gol yemeden kazanıldı. Ve 32. haftaya gelindi.

Tarihin en özel şampiyonluklarından birine koşuyordu, Galatasaray. Tarihin en özel tezahüratlarından biri altında. Bu en güzel öykünün tam orta yerinde sahneye çıkan da bir isim vardı. Yönetim, futbolcu, taraftar sahadaydı 27 Nisan 2008 akşamı. Ekran başında milyonlarca, Ali Sami Yen Stadı’nda 25.000 kişi. Hep beraber savunacaktık o akşam Galatasaray kalesini. Ümit Karan’a o uzun pası atan Emre Güngör olacaktık. Direkten döndüğünde o top, beraber kahrolacaktık. Bekleyecektik. Öyle ki; Edu Dracena ve Volkan Demirel’i hataya zorlayacaktık. Biz girmek isteyecektik o araya. Ama tüm bu hislerin vücut bulduğu bir adam vardı zaten sahada: Shabani Nonda!

Araya girdi, Nonda. Attı golünü. Önce tribünlere koştu. Müthiş bir şampiyonluğun ortasına yerleşen figür oldu. Doksan dakika sona erdiğinde; Galatasaraylı futbolcular, Kapalı Tribün ile bütünleştiler. Çocuklar gibi kutladılar o üç puanı. Ancak belli ki, yine üç puandan fazlası kazanılmıştı. Bir hafta sonra Sivasspor ile oynanacak maç, şampiyonluk için geri sayım anlamına gelecekti yalnızca. Yine de öyküyü daha değerli kılmak amacıyla belki de, 5-3’lük unutulmaz bir karşılaşma daha yaşandı. 34. haftadaki OFTAŞ maçı, ‘’Ali Sami Yen Stadı, bir şampiyonluğa daha hazır.’’ yorumları ile beklenecekti. ‘’Kıpır kıpır’’ yüreklerle izlendi OFTAŞ karşılaşması, kazanıldı.

Shabani Nonda… Çok sevdik. O da bizi sevdi. Gio dos Santos’un kendisini Galatasaray’a bağlayan imzayı attığı şu dakikalarda, Nonda’nın hüznü kalbimizin bir köşesinde duruyor. Bizden biriydi. O meşhur tezahüratın anlamını öğrendiğinde gülümsedi, el salladı. Keyifli, güzel bir insandı. Şimdi gidiyor Nonda. ‘’Duyuru’’ başlığı altında. Ama arkasında dev bir fotoğraf bırakıyor. Resmederek gidiyor o anı, o sezonu. Bir gün, 2045 yılında dahi, anlatılacak efsane bir isim olarak gidiyor. ‘’Yıl 2008… Galatasaray, şampiyonluğa koşuyor. Bir Fenerbahçe maçı. O zaman Ali Sami Yen Stadı’nda oynuyor Galatasaray. Şimdiki gibi üstü kapalı stadlar yok o devirde. Nonda diye bir adam vardı bizde. İşte; O Nonda…’’ diye devam edecek harika anılar bırakıyor arkasında. En değerlisi de bu.

Çok sevdik Nonda’yı. Gerçekten çok sevdik. Yolu hep açık olsun, yüzü hep gülsün!

Hoşça kal Nonda. Shabani Nonda!

ŞANLI TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ





TEKEL işçilerinin direnişini hayranlıkla, umutla,bazen hüzünlenerek bazen de gurur duyarak izlemekteyim

Tüm toplumda silinmeyecek izler bırakacak bir “olay”la karşı karşıya olduğumuz kesin: TEKEL işçileri bu mücadeleyi kendiliğinden, özgün çıkarlarını savunmak için başlattılar. Şimdi, tüm sınıfın çıkarlarının, toplumun büyük çoğunluğunun, siyasi geleceğinin temsilcisi katına yükseliyorlar. Böylece “Proletarya”nın tarih sahnesine yeniden dönüşünün önü açılıyor.

Bazen ekonomik, siyasi, ideolojik birçok dinamiğin kesişmesiyle oluşan “durumlarda”, işçi sınıfının bir kesimin, yerel, kendine özgün mücadelesi, sınıfın diğer kesimlerinin ilgisini çekmeye, desteğini almaya, giderek onların çıkarlarının da ifadesi olmaya başlar. Bu özdeşleşme sürecine toplumun diğer kesimlerinden, emekçilerden, hatta orta sınıflardan, entelektüellerden gelen destekler ve katılımlarla, kendi somut (etnik, dini, cinsiyete ilişkin) aidiyetlerini ikinci plana atarak, egemen yapıya, evrensel bir temelde direnme eğilimi taşıyan bir kitle, Proletarya şekillenmeye başlar… Proletarya, katılanları, yaşamına dokunduklarını değiştirecek, mutlaka iz bırakacak, onlardan gündeme getirdiği evrenselliği savunmaya, genişletmeye yönelik bir sadakat talep edecektir… Böyle bir olanağın önünü açtıkları için TEKEL işçilerini selamlıyorum.

27 Ocak 2010 Çarşamba

PUTUNUZU YIKACAĞIM!


Vatan yazarı Necati Doğru “Balyoz Darbe Planı” iddiaları çerçevesinde adının “faydalanılacak gazeteciler” arasında geçmesine, deyim yerindeyse ateş püskürdü.

Necati Doğru’nun, 137 kişilik listeyi yayınlayan Taraf Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’a hitaben yazdığı yazı şöyle:

“Kaleminin namusunu koruyamayan gazeteci, hiçbir şeyi savunamaz. Ben kalemimin namusu peşindeyim. Ahmet Altan Bey, “Darbe yapmak isteyenlerin Balyoz Planları”nı yayınlarken “Benim hiçbir zaman darbeciden yana olmamış ve olmayacak olan temiz kalemime” çamur atmaya, leke vurmaya, pislik sürmeye kalktın. Bunu niçin yaptın? Çünkü benim kalemim, senin yandaşlığını yaptığın “iktidar partisine besleme durmuyor” diye kızmaktasın.

Gerçek bir aydınsan!

Ahlakın varsa!

Gazetende, “kullanıldım-tetikçi durumuna düşürüldüm” diye yazar benden özür dilersin.

Ahmet Altan Bey!

Büyükleniyorsunuz.

Maalesef çapınız yok.

Fakat “çağın büyük adamı olmaya” oynuyorsunuz. Kibir küpünde yüzüyorsunuz. Mevlânâ’nın bir sözü var; “Çakal boya küpüne düşmüş, kendisini tavus kuşu zannetmiş” diyor.
***


Size “darbecilerin kullanacağı, faydalanacağı, işbirliği yapacağı gazeteciler” diye bir liste vermişler. Aydın ahlakı olan, gazetecilik etiğine titizlenen gazeteci, yayınlama kararı almadan önce “Bu liste doğru olabilir mi?” diye sorar.

Şüphelenir.

Gazeteci okulunda “şüphelenmek sağlıktır” diye öğretilir. Hadi siz çok büyüksünüz, aşmışsınız, çağın büyük adamı olma peşindesiniz, vaktiniz yok. Yayın ekibinizde “aynı idealler-aynı ülküler-aynı amaçlar” uğruna bir olduğunuz ve kocası CIA görevlisi gazeteci hanıma, “araştır bakalım bu liste doğru olabilir mi” diye sorabilirdiniz.

Kızın kocası CIA görevlisi.

CIA, darbelerin ilahı.

Darbeleri CIA üretiyor.

Bizim ordu darbe yapıyor.

Planı CIA’dan geliyor.

Beraber ekip olduğunuz kadın yazar-gazeteci CIA görevlisi kocasına sorsaydı; “Balyoz Darbe Planı’nın yapıldığı 2003 yılında Necati Doğru, Sabah Gazetesi’ndeki köşesiyle oynandığı için Genel Yayın Müdürü’ne küfür etmiş, gazeteciliği bırakmıştı. İşsiz kalmış, 2 yıl hiçbir yerde yazı yazmamış, ancak 2004 yılının Eylül ayında Vatan Gazetesi’nden aldığı davet üzerine yazmaya yeniden başlamıştı. Darbe Planı’nı yapanlar ahmak mı? 2003 yılında köşesi olmayan, işsiz bir gazeteciyi ‘kullanılacak gazeteciler listesine’ niçin alsınlar?” derdi ve karısına “Darling (İngilizce sevgili karıcığım demek), bu listeleri verenler sizi tetikçi yapmaya çalışıyor olabilirler” diye uyarısını yapardı. Gazete çıkartmak için Amerika’dan özel olarak getirttiğiniz ve birlikte çalıştığınız yazar kız sorsaydı; CIA görevlisi kocası, bunları söylerdi.

CIA’nın bile ahlakı var.

Vicdanı kanar.

Mutlaka söylerdi.
***


Ahmet Altan Bey, çağa ışık tutsun(!) diye kaleme aldığınız dünkü mükemmel makalenizde; “Sarıkamış’ta binlerce askerin Enver Paşa’nın zekâsız çılgınlığı sonucu öldüğünü yıllarca bu halktan saklayan ‘gazetecilerin’ bugünkü uzantıları olan küçük çakallarını bizlere, ailelerimize saldırtmak, bizi bu soruları sormaktan vazgeçirmez...” diye yazmaktasınız.

Haklısınız.

Çakallar bizi korkutmamalı.

Gelmişte geçmişte bütün darbe şakşakçlığı ve “zinde güç goygoyculuğu” yapanların putlarını kırmalıyız. Halka anlatmalıyız. Babanız, seçimle gelmiş Başbakan Adnan Menderes’i 27 Mayıs darbesini yaparak asanları şakşaklayan yazılar yazdı.

Size tarihini vermiştim.

Darbe şakşakçılığının piri değerli babanızın “27 Mayıs 1960 Darbesi’nin yapıldığı günün ertesi günkü, 28 Mayıs 1960 tarihli yazısını yayınlayın, darbe goygoycusu gazeteci nasıl olur halk görsün” demiştim.

Nedense yayınlamadınız.

Babanızın 27 Mayıs darbesini şakşaklayan o yazısını beğenmediniz mi? 12 Mart darbesini destekleyen başka bir yazısını önereyim: 21 Mart 1971 günü yazdığı; “Ecevit Kardeşimiz yine hata ediyor” başlıklı yazısında darbeye karşı olan rahmetli Bülent Ecevit’i nasıl yerden yere vurarak geriletmeye, sindirmeye çalıştığını fakat darbecilerin adamı olan Balyozcu Nihat Erim’i nasıl yüceltip yağladığını göreceksin.

Ahmet Altan Bey!

Ahlakın varsa.

Öbür makaleyi yayınlamadın, bu 21 Mart 1971 tarihli yazıyı yayınla. Halk gerçek darbe destekçisi, “kullanılan, faydalanılan gazeteci nasıl olur, neler yazar” görsün. Gazetecilik okullarında “ibret belgesi” diye okutulsun.

Ahmet Altan Bey!

Ben darbeciliğe karşıyım.

Sizin gibi kibir düşkünü, kendisine âşık, böbürlenme balonu, şımartılmış, narsisizmin batağına düşmüşlerin kalemimin namusuna leke sürmesine izin vermem.

Putunuzu yıkacağım.”

25 Ocak 2010 Pazartesi

İSRAİL HEP YUKARIDA BİZİMKİLER HEP AŞAĞIDA BU NASIL İŞ?


Dün Egemen Bağış’ı ziyaret eden İsrailli Müsteşar Yossi Gal ile Bağış’ın çektirdiği fotoğraf içimi acıttı.Hadi İsrail'de İsrailliler densizlik yaptı.Eeee Egemen Bağış'ın yaptığı ne oluyor o zaman?Gönül alma mı?Alttan alma mı?Sayın yetkili büyüklerimizin vereceği bir cevap herhalde vardır.

24 Ocak 2010 Pazar

Uğur Mumcu’ya Mektup

Merhaba Uğur Ağabey,

Aramızdan alınışınızın 17. yılındayız. Anımsarsınız, yıldönümlerinde size seslenmeyi gelenek edindim. Ama bu yıl farklı bir yerden yazıyorum.

Sizin de sık sık vurguladığınız yaklaşımlardan biri şuydu:Nereden gelirse gelsin, amacı ne olursa olsun, terörün her türlüsüne hayır.

Bu ilkeyi doğal olarak ben de benimsedim, yeri geldikçe yazdım, söyledim.

Gelin görün ki, gazetemiz Cumhuriyet “terör örgütünün gücü,” Ankara Temsilcisi ve yazarı olarak ben de “terör örgütü üyesi” suçlamasıyla karşı karşıyayız!

Durumu sizin başınızdan geçen bir olayla özetlemeye çalışacağım.

Yazmıştınız, bana da evinizdeki bir akşamüzeri çay içimi sohbetinde anlatmıştınız… 1970’li yıllarda savcılık bir yazınız nedeniyle hakkınızda dava açmış, tutuklama emri de çıkarmıştı. Yazınızdaki “suç unsuru” olan tümce şuydu:

“Türk Ordusu uyanık olmalıdır.”

Siz, ifade verirken soruyorsunuz: “Bunun neresi suç?” Şu karşılığı almıştınız:

“Siz uyanık olmalı derken, ordunun şu anda uyumakta olduğunu iddia etmiş oluyorsunuz…”

İşte bu anlayış; biçim, anlam, içerik ve hedef değiştirerek varlığını sürdürüyor.

***

Türk basınında bilgisayarı günlük gazeteciliğe ilk sokan kişilerden biri siz oldunuz. Onu besleyen teknolojik gelişmeleri de yakından izliyordunuz.

Yazı tarama cihazınızın özelliklerini anlatırken, bilgiye, belgeye kavuşma olanaklarının genişliğini düşünüyor, nasıl da seviniyordunuz.

Bugün bir gazetecinin bilgi-belge sahibi olması suç. Tabii hemen soracaksınız:

“Ben elimdeki bilgi-belgeler, dokümanlar için evimin yanında ayrı bir daire satın almış, burayı çalışma yeri haline getirmiştim. Yaşasaydın, onca yazı-kitap kaynağından suç üretebilirlerdi, öyle mi?”

Görünen o!

Gözleriniz yerinden fırlayacakmış gibi sormaya devam ettiğinizi görür gibiyim:

“Bilgi sahibi olmadan, nasıl fikir sahibi olunur?”

Artık, fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmaya gerek yok. Taraf sahibi ol, fikir sahibi de oluyorsun. Daha doğrusu, fikir sahibi olmana da gerek yok, ezber sahibi ol yeter.

Medya ile ilgili yazacak o kadar şey var ki. Şöyle özetleyebilirim:

Yandaş medyadan tekelciliğe kadar yazdığınız her şey katlandı.

Kaça katlandığını söylemek zor. Katlanamayacak bir hale gelmekte olduğunu söylemekle yetineyim.

***

Sevgili Ağabey,

Katledildiğiniz yıl, pek çok aile, doğan çocuklarına Uğur adını verdi. Onlardan beşini tanıyorum. Yıllarca onları bir çocuk gibi sevdim, öyleydiler. Kalpleri yurt sevgisiyle çarpan pırıl pırıl anne-babaların, gözleri parlayan aydınlık yüzlü çocukları…

Artık onlar da büyüdü, delikanlı oldu.

Neredeyse bir kuşak…

Aldığımız yola bakıyorum; ilk dikkatimi çeken, 80 gözlü demir parmaklık!

“Uğur”lamanın ardından pek çok yazınız bayraklaştı. Bunların arasında, 25 Ağustos 1975’te Cumhuriyet’te yayımlanan “Sesleniş” başlıklı yazınız ayrıca öne çıktı.

Yazınızda, “Vurulduk ey halkım, unutma bizi” diyordunuz.

O yazıdan kimi bölümleri paylaşmak isterim:

“Ölümcül hastaydık… Hukuk sustu. Vicdan sustu. İnsanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi.

…Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine… Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…”

Halk sizi unutmadı…

Unutmadı ama…

Sizinle ilgili pek çok karikatürden Ali Ulvi’ninki geliyor gözümün önüne ilk…

Önde siz… Kellenizi koltuğunuza almışsınız, elinizde kalem… Tek başınıza yürüyorsunuz. Arkanızda, hissedilir uzaklıkta, halk yığınları var. “Yürü aslanım”, “Arkanızdayız” diye bağırıyorlar…

Halk keşke arkanızda değil…

Yanınızda olsaydı!..
Mustafa Balbay
24 Ocak 2010

Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?



SOĞUK kış günleri, sırtında kiremit rengi paltosu, boynunda ekose atkısı, gözünde numaralı gözlükleri ve gülen yüzüyle, Ankara Hukuk Fakültesi’nin önündeki merdivenlerden inip çıkan Uğur Mumcu…
Çevresinde bir öğrenci grubu bulunurdu hep…
Prof. Tahsin Bekir Balta İdare hukuku hocası, o da asistanıydı.
Yine soğuk bir kış günü kaybettik onu.
24 Ocak 1993’te Ankara’da Karlı Sokak’taki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu paramparça oldu.
Öldürülmeden 16 gün önce şunları yazmıştı:
“Bugün PKK örgütü arasında kimbilir kaç ajan var. Yalnızca MİT ajanları mı? Ortadoğu ajan kaynıyor. Kürt örgütleri arasına sızmış kimbilir kaç CIA ajanı görev yapıyor?
Birileri Türk halkını Kürt halkına, Kürt halkını da Türk halkına düşman edici bir kanlı tuzak kuruyor. Yakında yayınlanacak bir yayınımda Kürt milliyetçileri ile istihbarat ajanları arasındaki ilişkilere ışık tutacak ilginç belgeler açıklayacağım.”
Açıklatırlar mı?
Ebediyen sustururlar insanı!
Ona kıyan hain el veya eller, daha sonra Ahmet Taner Kışlalı ve Necip Hablemitoğlu’na da kıyacaktı.
*
Uğur Mumcu, silah kaçakçılarının, mafyanın, terör örgütlerinin, karanlık odakların, yolsuzlukların, hırsızlıkların üzerine cesaretle giden namuslu bir aydın idi.
Siyasi görüşü ve ideolojisi ne olursa olsun, şu cümlesi bile onun kişiliğini ve kimliğini ortaya koymaya yetiyordu:
“Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?”
Emperyalizme, ırkçılığa, sömürüye, bölücülüğe karşıydı.
Tam bağımsızlık savaşçısıydı ve “Uşak olmayın” diye haykırıyordu.
Atatürk’ün “Faşist diktatör” olduğu iddiasına en güzel cevaptı Uğur Mumcu…
Atatürk faşist diktatör olsaydı, demokrat duruşlu Uğur Mumcu Atatürkçü ve “Kalpaksız Kuvva-i Milliyeci” olur muydu?
Bir insan demokrat, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü, hak ve özgürlüklerden yana ise, “Katışıksız yurtsever” ve “Adam gibi adam”dır.
Uğur Mumcu da katışıksız yurtsever ve adam gibi adamdı.
*
“Gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir” diyerek çömezlere gazetecilik dersi de veren Uğur Mumcu’yu, bugünün aklıevvellerine göre, Ergenekon öldürdü!
Eşref Bitlis’i, Gaffar Okan’ı, Turgut Özal’ı öldürdüğü gibi!..
Hatta Abdi İpekçi, Bahriye Uçok, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu’nun katili de Ergenekondur!..
Eşi Güldal Mumcu ise, “Uğur Mumcu yaşasaydı, Ergenekon kapsamında sıra ona da gelirdi” diyor.
Keşke yaşasaydı, sıra ona da gelseydi.
O bilirdi ne yapacağını…

23 Ocak 2010 Cumartesi

UĞUR MUMCU'NUN ANISINA

Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden sonra Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında, Mumcu’nun ağzından şu sözlere yer verilmişti:

“Ben Atatürkçüyüm,

Ben laikim, ben antiemperyalistim, ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım. Ben özgürlükçüyüm. Ben insan hakları savunucusuyum. Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha kadar araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın beni! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır”.

Bu sözler Uğur Mumcu’yu anlatır. Bu sözler adam gibi bir adamın nasıl olması gerektiğini anlatır. Bu sözler geleceği gören bir gözün, başına gelecekleri anlatır.

Uğur Mumcu bir gazeteci idi. Ülkemizin gelmiş geçmiş en yürekli kalemi idi. Araştırmacı gazeteciliğin ne olduğunun ustası ve öncüsü idi...

O bir Kuvayı Milliyeci idi. Kendi deyimiyle, Kalpaksız Kuvayı Milliyecilerdendi. Kemalist, Atatürkçü ve Cumhuriyetçiydi...

Uğur Mumcu kararlı, tutarlı, inançlı, dirençli, gözü pek, yiğit, mangal yürekli bir aydındı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Anadolu Aydınlanmasını, 1923 Devrimini kelle koltukta savunandı.

O gerçek bir yurtseverdi, emekten, bağımsızlıktan, aydınlanmadan, eşitlikten yana hakiki bir solcuydu. Ülkesine ve halkına yönelik tüm tehdit ve tehlikelere karşı aynı anda, pek çok cephede kavga veren bir Cumhuriyetçiydi. Bunu yaparken de bilime, bilgiye, belgeye dayanan bir gazeteciydi.

Tüm bu niteliklerinden dolayı Uğur Mumcu bir hedefti. Karşı çıktıklarının, belgelerle ortaya çıkardıklarının boy hedefiydi. Kaçakçıların, numaracı cumhuriyetçilerin, devleti soyan çetelerin, bölücülerin, dini siyasete ve ticarete alet edenlerin korkulu rüyasıydı.

O tüm bu özellikleriyle, boşluğu hiç doldurulmayan, yokluğu günbegün artan, yazılarıyla, kitaplarıyla her gün biraz daha anlaşılan, aramızda olmasa da yolumuzu, önümüzü aydınlatan bir isimdir. Aradan geçen bunca yıla karşın, bizlere “Şimdi o olsaydı, kim bilir neler yazardı” dedirten, “Yaşasaydı bu yolsuzluğun belgelerini çoktan çıkarmıştı” dedirten bir araştırmacıydı. Kalemini, duruşunu, ruhunu, konumunu satmamış bir basın emekçisi, erdemleriyle övünmeyen, alçakgönüllü bir yazardı.

Peki! Nedir Uğur Mumcu’yu ölümsüz kılan?

Atatürkçü, Cumhuriyetçi, çağdaşlıktan yana oluşu mudur? Kalemini satmayan, dürüst, çalışkan, üretken bir gazeteci oluşu mu? Halkını aydınlatmak için kendi mumunu söndürtecek kadar yürekli ve dik oluşu mu?

Mumcu’yu toplumun temel değerlerinin, değer yargılarının simgesi yapan şey, bu özelliklerin, bu erdemlerin tümünü kişiliğinde toplamasıdır. Ölümden korkmadan ölümün üzerine yürümesi, karanlıktan korkmadan karanlığı aydınlatmasıdır. Uğur Mumcu medya plazalarının bol sıfırlı maaş alan memuru değil, halkının gazetecisiydi. Kalemini haksızlığa, yalana, talana karşı kılıç belleyen bir savaşçıydı. Bu nedenle görmeyen halkının gözü, duymayan kitlelerin kulağı, söylenmesi gerekip de söyleyemeyenlerin dili olmuştu.

O tek kişilik bir ordu ve aynı zamanda da “sakıncalı piyade” idi. Onun bedenini parçalayan bomba, ülkemizin aydınlık yarınlarını parçalarken, bilinmezlerini de arttırmıştır. Cinayeti aydınlatmak için namus sözü veren bakanlar unutulmuş ama Uğur Mumcu unutulmamıştır...

Gençler sevmiştir Uğur ağabeylerini. Nineler gözyaşı dökmüştür onun ardından. Ozanlar ağıt yakmıştır onun için. Yeni doğan bebelere Uğur adı verilmiştir.

Bu yüzden yaşar Uğur Mumcu, halkının beyninde, yüreğinde ve yarınlarında. Bu yüzden artık yazamasa da aydınlatır halkının beynini, bilincini. Bu yüzden türküler onu anımsatır milyonlara...

Uğur Mumcu, “Bir ülkenin türkülerini yakanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür” derdi hep.

Türkülere konu olan, ozanlara ilham verenler hep daha güçlüdür, türküleri yasaklayan, şairleri, aydınları hapislere atanlardan. Uğur Mumcu da her zaman daha güçlüdür, dokunulmazlık zırhı taşıyanlardan...

18 Ocak 2010 Pazartesi

BAŞBAKAN R.T.E. NE YEDİ



Benim içim almıyor midem bulanıyor resmen foseptik yedirmişler benim başbakanıma sen yeme ben yiyeyim diyeceğim ama yenmiş bir kere .Öğğğğğkkkk.İğrenç..

UNUTMAYIN, UNUTTURMAYIN! O BİR KATİL!

Katile gösterilen izdihamlık ilgi midemi bulandırdı.UNUTMAYIN,UNUTTURMAYIN.....O BİR KATİL!!

10 Ocak 2010 Pazar

UYKUNUZ KAÇAÇAK, KARAMSARLAŞACAKSINIZ,ÇOCUK BİLE BÜYÜTMEK İSTEMEYECEKSİNİZ,İŞTE GELECEĞİN TÜRKİYESİ !!!!!

Ben demiyorum.Elin Fransızı Fransız gazetesinde anlatıyor.Tüyleriniz diken diken olacak.Güzel ülkemin getirildiği durum bu mu? Yazık çok yazık, aileler arasında bile bu konuda sürtüşmelerin yaşandığı, farklı düşünen, davranan , giyinen komşularla gidiş gelişin kalmadığı, işyerlerinde çay saatlerinde bile grublaşmanın yaşandığı güzel ülkem, eskiye dönüş çok mu zor artık?
Le Monde'den Guillaume Perrier'in Türkiye yorumu.
LE MONDE'den Karanlık Senaryo
Üçüncü Dünya Savası, Türkiye’den çıkabilir...

Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca suren "kültürel bölünme". Bu artik iyice keskinleşti.

Şimdi bir yanda, ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan, türkü ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç kari koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle var.

Diğer yanda ise kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim görmüş, en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla klasik müzik arasında dolasan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, Kadınları modern görünümlü, Şarabin kalitesinden pek anlamasa da kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, Bati standartlarına yakin bir grup var.

Bu iki grubun yasam tarzı birbirinden kopuk.

Onları, Batı’daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan kilise müziği, dini resimler, İncil’in sinemalara bile yansımış hikâyeleri gibi birleştirici kültürel zeminler yok. Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hatta birbirine düşmanca.

Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış. Simdi bu grup siyasal olarak örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her secimi kazanacak siyasi bir güçleri var artik.

İkinci grup ise azınlıkta. Ve artik bir daha secim kazanma ihtimalleri yok. Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor.

Daha Batili olan "ikinci grup", Bati'nin siyasi değerlerini kabul ederse bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için git gide Batı’ya ve Bati'nin demokratik değerlerine düşman oluyor.

Yasam tarzı olarak Batı’ya düşman olan kesim ise iktidarı ancak Bati'nin kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için Batı’yla iliksileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.

Bu kültürel parçalanmada "ordu" önemli bir role sahip. Eğer, birinci grubu desteklerse ve Bati'nin demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek. Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.

Bu iki grup siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar.

Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artik, Anadolu'da üretim yapıyor, "devletle" arası iyi olmadığı için malini dış dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor.

İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artik. Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazanımlarını kaybediyor.

Dış dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye’nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğin e inanan entelektüel kesim, devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.

Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir kısmı ikinci grubun arkasında.

İkinci grup, siyasetle, demokrasiyle iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından simdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde.

Cumhurbaşkanı secimi kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu.

Ordu destekli ikinci grup artik secim de istemiyor. Ve darbe söylentileri gittikçe artıyor. Cuntalardan söz ediliyor. Peki, darbe olursa ne olur?

Yasam tarzı Batı’ya daha yakin olan grup orduyla birlikte iktidara gelir ve Bati'nin desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karsı çıkar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında. Ama Amerika’nın önünde de ciddi bir engel var. "Demokrasi getireceğim" diye Irak’ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye’deki "darbeyi" niye desteklediğini açıklayamaz. Ve Irak faciasından sonra ikinci bir "zorlamayı" gerçekleştirecek gücü yok. İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak.

Silahını ve parasını Batı’dan alan bir ordu ve ülke, Batı’dan koptuğunda ne yapacak?

Sanırım uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabini buldular. Türkiye’de darbe olursa, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş yeni bir oluşumla karşılaşacak dünya.

Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve İran’la ortaklık kurmak isteyecek. Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Rusya'yla İran’ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye’yi ayakta tutmaya yeter.

Ama Rusya-Türkiye- Iran bloğu dünyanın bütün dengelerini değiştirir. Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir. Avrupa’yı küçük kıtasına hapseder. Kafkaslar'ı, Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi gücüne katar. Müslüman dünyayla yakin bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur. Cin'le işbirliği yapabilir.

Bu gelişme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya'dan oluşan "Bati"nin dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir bicimde azaltır. Yeni blok asker, enerji ve para açısından çok güçlenir. Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol acar.

Eğer Üçüncü Dünya Savası çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan çıkar. "Asla böyle bir şey olmaz" diyebilirsiniz. .. Niye olmayacağına dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin.

Ama ya olursa... Ki bana çok mümkün geliyor. O zaman ne yapacaksınız?

Bugün Türkiye’de kamplaşan ve bölünen insanların, Türkiye’yi Avrupa dışına itmeye çalışan, eski bir imparatorluk olmanın bir yanıyla çok görkemli, bir yanıyla çok zayıf mirasına sahip olan bir ülkeye küstahça davranan, işbirliği yerine "bas öğretmenlik" yapmaya kalkan Avrupa’nın, Türkiye politikasında "ikili" oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın da bu senaryoyu bir düşünmesini isterim doğrusu.

Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.

Hiç unutmayın ki ilk dünya savası tek bir tabancanın patlamasıyla başlamıştı.

ONUNCU ?

Nedir bu onuncu gün?Neyin on'u.Onuncu arapça AŞURE demek.Sadece Müslümanlar mı onuncu güne denk gelen bir olayı hatırlıyor?İslamiyetten önce hatta ve hatta Ramazan Orucu farz olmadan önce Hz.Muhammed neyi anmak için onuncu (AŞURE) Orucu tutardı? Cevap ve yorumlarınızı bekliyorum

THE LOST SEASON 6 PARTII



4 Ocak 2010 Pazartesi

SUÇLU YİNE MAKİNİST!

Babam demiryolcu, kayınpederim demiryolcu, dedem demiryolcuydu...
Demiryollarının içinde büyüdüm yani.
8 yıl TCDD Ticaret Dairesi Başkanlığı’nda memur olarak çalıştım.
3412 Modelleri iyi keserim...
Küçük Hız, Büyük Hız, Mesajeri...

Demiryolu işçilerinin de memurlarının da müthiş bir meslek bağlılıkları var. Bunu hem içlerinde yaşadığım çalışma hayatından hem de ailemdeki demiryolculardan biliyorum.
Gecenin bir yarısında, kar altında yoluna devam edemeyen treni kurtarmaya “derezin” ile ceplerinde konyaklarıyla giden hareketçilerden tutun da, traversleri ve rayları döşerken güneş yanığından hastanelik olanlara kadar bir yığın insan tanıdım. Ama hepsi istinasız yaptığı işten memnun insanlardı.
Demiryolcu olmak bir ayrıcalıktı onlar için.
Beşiktaşlı, Fenerbahçeli olmak gibi. Takım tutar gibi.
Başka mesleklerle cetvel ölçüştürür gibi ölçüştürürlerdi yaptıkları işi.
Büyük de gurur duyarlardı.
Şimdilerde hala öyle mi bilmiyorum.
Ben genel müdürlüğün “asimile” edilmiş, meslek aşkı törpülenmiş, yozlaşmış yerlerinde memurluk yaptığım için, bu dayanışmayı yutkunarak izlerdim.
Ne zaman birine “mal” yetişecek, eğer tren ulaşıyorsa ulaştırılırdı. Tren ulaşmıyorsa, en yakın istasyona ulaştırılır, oradan ne gerekiyorsa yapılırdı.
Türkiye’nin ilk aydınlanma hareketlerinden birine de aracı olmuştu trenler. Geçtikleri yerlere gazete dağıtarak giderdi. Çocuklar, vagonların peşinden “gaste at, gaste at” diye koşarlardı. Gazetesi okumuş, kıvırıp koltuğun önüne sıkıştırmış olan “kentli” aydınımız da fırlatıverirdi gazetesini.
Böylelikle, günlük gazeteler yol üzerindeki köylere, kasabalara çoğu zaman dağıtım arabasından daha önce ulaşırdı.
Taşınmalar bir başka alem olurdu. Demiryolları genel müdürlüğü taşınacak ailelere vagon tahsis ederdi. Vagona tüm eşyalarını tıpkı geniş bir salona yerleştirir gibi yerleştiren aileler, vagon kapıları ardına kadar açık, çocuklar ayaklarını sallandıra sallandıra gideceği yere üç günde, beş günde varırdı. Ama herkes uykusunu da uyurdu, çayını da içerdi, yemeğini de yapardı.
Gaz ocaklarıyla yapardık tüm yemeklerimizi.
Üzerine ailenin büyüklerinden biri çay koyardı.
Sonra biz çocuklar ayaklarımızı vagon kenarından sallandıra sallandıra çayımızı içmeye çalışırdık.
Deliler gibi mutlu olurduk. Deliler gibi de gülerdik.
Demiryolculuk kocaman bir aileydi. Yolda mutlaka yolumuza çıkanlar, bize “kumanya” hazırlayanlar olurdu. Kimi birkaç istasyon sonrasına kadar bize eşlik de ederdi.
Tüm demiryolculara bağlı bulundukları işletme çerçevesinde trenle yolculuk bedavaydı çünkü. Bunun keyfini de çıkartırdı bizimkiler.
Başka işletmelerde olan illere gidilirken de “permi” kullanılırdı. Bu permilere para ödenmezdi ve ayrıcalığı olurdu. Permi sahibi olan aile büyüğünün elinde kendisine tahsis edilen kompartumanın anahtarı da olurdu. O artık size ait bir “beşyıldızlı otel” odası gibiydi. Her şey serbestti. Yastık savaşları dahil.
Böyle bir aileydi demiryolları.
Kimse uyduruk kazalar nedeniyle birbirini suçlamazdı.
Bir olay olduğunda önce Demiryolları yöneticileri elemanlarını korumak için ortaya çıkarlardı.
1952 yılında, Pozantı-Ulukışla arasında meydana gelen ve demiryolu tarihinin en büyük felaketlerinden biri sayılan kazada Ulukışla İstasyon Şefi babam, Pozantı Kısım Şefi de dedemmiş.
Ölümlü kaza sonucu, babam ve dedem açığa alınmış. 6 ay işletme maaş verememiş yasal olarak, ama tüm elemanlarına babamın ve dedemi duyurmuş ve koca TCDD ailesi, bir gün olsun aç, susuz ve umutsuz bırakmamış bizim aileyi.
Böyle kocaman bir aile olarak anlatırdı bizimkiler demiryolunu ve her tren kazasında babamı koltuğa bağlamak zorunda kalırdır: Baba sen artık emeklisin, diye.
Hala da tutamaz kendini.
Kayınpederim de öyle...
Alilelerinden bir parçadır her demiryolcu.
Şimdi makinistler suçlandıkça onlar da kahroluyorlar.
Demiryolları önce kendi elemanlarını savunurdu.
Şimdi önce onlara yüklüyor suçu.
Demiryollarında hata mı var? Suçlu belli: Makinistler.
Son kazada da ölen makinist suçlanacaktır. Ya da çarpan makinist ışığı görmemiş olacaktır.
Bu açıklamayı valilik, emniyet falan yapmıyor, TCDD Genel Müdürlüğü yapıyor.
Vali diyor ki, elektrik kesintisi varmış hızlandırılmış tren nedeniyle.
Genel Müdürlük diyor ki, “hayır, kazada teknik sorun yok, makinist hatası,”
Bir meslek grubu, cumhuriyetin tüm değerlerini, ahlak ve dayanışma da dahil, tüm değerlerini taşıyan bir kurum yok edildi, gitti.
Siz elemanınızı korumaz, kollamaz da, kendi sisteminize feda ederseniz o meslek grubu sizi daha ne kadar ayakta tutabilir ki?
Bir de gözden kaçan şu noktayı hatırlatmak gerek: Demiryolları yalnızca yolcu taşıyan trenlerden oluşmuyor.
Yalnızca yolcu taşıyan trenlerin kahrını çekmiyor yol, hareket, cer çalışanları...
Cumhuriyet döneminin en bilinçli “örgütü”dür TCDD çalışanları, makinistlerden başladılar...

A. Mümtaz İdil

Odatv.com

3 Ocak 2010 Pazar

HALKIN İÇİNDEN 1 (OĞLUM TRT ŞEŞ DEĞİL BURASI TÜKÇE KONUŞ BURADA)

Heyacanla birbirlerine bağırıyorlardı.Yorulmuş olanlar,terleyenler, bir o yana bir bu yana koşturanlar kendi aralarında futbol oynuyorlardı.Tenis kortunda futbol ancak bu kadar keyif verebilirdi oynayanlarına.Çift tel örgünün ardındaki bu gençler gelen gideninde dikkatini çekiyordu.Yılın ilk günü ve hava çok güzeldi.Güzel havayı değerlendirenlerin yanısıra Cuma Pazarına gelenlerinde güzergahıydı burası.Tel örgüyle çevrelenmiş tenis kortu Hava Hastahanesinin içinde kalıyordu.Askerler futbol oynayarak vakit geçiriyorlardı.
Benim olduğu kadar başkalarının da dikkatini çekmişti ki;"Biz gidelim Güneydoğuda kelle kollukta askerlik yapalım, oradakiler buralarda tenis kortunda futbol oynayıp askerlik yapsınlar.Oh ne keka ya!"
Buz gibi bir hava yaratan bu sözler oynanan oyununda bir an durmasına yetti.Gayri ihtiyari baktım.Top oynayanların içinde doğulu olanların yanı sıra olmayanlar da vardı ama azınlıktaydılar.Genç acımasızca konuşmaya devam etti;"Biz vatan için, sizler için ölmeye göze alalım,siz de bizler için burada futbol oynayın. Dua edelim de açılım başarıya ulaşsın, biz de o zaman Güneydoğuda golf oynarız."
İnsanı delip geçen acı acı atılan kahkahalar, oyunun da seyretmenin de keyfini kaçırmıştı.Gülüyorlardı ama aslında başkaydı ruh halleri, endişeliydiler.Haksızlık gibi geliyordu onlara bu durum.Az da olsa anlıyordum onları.Askerlik yapan herkes burada öğlen saatlerinde futbol oynanmasına imrenerek, kendi yaptığı askerlikle karşılaştırıp, gıpta ile bakıyorlardı.Gençler ise bu belirsizlikte gidecekleri yerlerde böyle askerlik yapıp yapamayacaklarını kendi kendilerine sorguluyorlardı."Ezilenler futbol oynasın, ezenlerde gidip ölsün" dedi gençlerden biri.Çift tel örgü,ayrıca da etraftan yaşlıca birinin "Ayıp oluyor çocuğum hadi yolunuza gidin" uyarısı işin sataşma boyutuna varmayacağını düşündürmüşdü ki beni,futbol oynayanların birisinin anlayamadığım bir şeyler söylemesi üzerine,"Oğlum TRT Şeş değil burası, Türkiye Cumhuriyetinde bir sokak, Türkçe konuş burada" karşılığının gelmesi havayı iyice gerdi.Kalabalık olan sokakta tartışmanın daha da alevlenmesini önleyenler gençleri oradan uzaklaştırmayı başaranlardı.Düşündüm de açılım toplumda var olan açıyı iyice açmaya başlamıştı.