31 Mayıs 2010 Pazartesi

KATİLLERİ BİLİYORUZ SORUMLUSUNU TANIYOR MUSUNUZ?

İsrail'in katil bir devlet olduğu bilinmiyor mu?
Biliniyor.
16 masum sivili kimin katlettiği biliniyor mu?
Evet, faşist İsrail devleti.
Sanırız bu konuda kimsenin farklı bir görüşü yok.
O halde...
Şunu sormalıyız:
AKP Hükümeti bu olacakları bilmiyor muydu?
Dışişleri Bakanı'ndan istihbarat birimlerine kadar İsrail'in böyle bir hain saldırıya girişeceğini bilmiyorlar mıydı?
Biliyorlardı.
Bilmemelerine olanak yok.
O halde...
Niye gerekli önlemleri almadılar?
Niye gemiler yola çıkmadan önce diplomatik yollara başvurmadılar?
Yüzlerce insan bir başlarına Akdeniz'e nasıl gönderilir?
"Yapsınlar da görelim" ya da "Korkarlar yapamazlar" mantığıyla hareket edenlerin bu hain saldırıda hiç mi sorumlulukları yoktur?
AKP Hükümeti sorumludur; vatandaşlarını bile bile ölüme göndermiştir.
Hep yaptığını yapmış bu kanlı oyunu öngörememiştir.
Türkiye'de birileri hala görmek istemiyor:
Göklere çıkarılan Başbakan'dan Dışişleri Bakanı’na kadar bu siyasi oluşum Türkiye'yi yönetemiyor. Meselelerin altından kalkamıyorlar. Bağırıp çağırarak, popülizm yaparak Türkiye dış politikasını tehlikeli sulara çekiliyorlar. Türkiye'yi "Ortadoğu bataklığına" çekmek isteyenlerin ellerine fırsat veriyorlar.
Bakınız...
Akdeniz'deki hain İsrail saldırısıyla, İskenderun'daki terör saldırısı arasında fark yoktur. İkisinin sebebi de beceriksiz dış politikadır.
Biliyorsunuz ki, ne kadar terör konusunda sabıkalı ülke varsa vizeyi kaldırdık.
Suriye ile vizenin kalkmasıyla İskenderun'a yapılan hain saldırı arasında bağ vardır.
Şimdi de Pakistan'la vizeyi kaldıracaklarmış!
Bütün mesele bu. Hiç önünü arkasını düşünmeden atılan dış politika adımları.
Uzatmaya gerek yok.
AKP Hükümeti sorumluluğunu kimsenin üstüne atamaz.
Biz katillerin kim olduğunu biliyoruz: İsrail devleti.
Ama biz bu faşistlere, politikalarıyla zemin hazırlayanları da biliyoruz: AKP Hükümeti.
Odatv.com

24 Mayıs 2010 Pazartesi

VE BU GECE SON!

Pazartesi sabaha karşı yayınlanacak son bölümle ekranlara veda ediyor.Evet gerçekten kader kaçınılmazdı.Ya da kaderden  kaçınılamazdı.Hepsini özelliklede ada'yı özleyeceğim.6 sene önce sizi tanıdığıma memnunum.6 senemi verdiğim bir dizinin yerini ne tutar ki?
.

23 Mayıs 2010 Pazar

ZONGULDAK Karadon’da grizu patladı, maden ocağı çöktü. Patlamadan üç gün sonra, toprak altında kalan 30 madenciye ancak dört gün sonra ulaşılabileceği açıklandı. Fakat bu nasıl hesapsa ertesi gün cesetlere ulaşıldı.
Civanımın padişahı Fatih Sultan Recep, Zonguldak’a gitti ve “Ne yapalım takdiri ilahi. Madenci oldu mu bunu (ölümü) göze alacaksınız. Şükredin ki bir işiniz var. Yapacak bir şey yok” dedi.
Hayır, var! Grizu patlaması doğal bir olaydır ama maden ocağının çökmesi ve işçilerinin göçük altında ölmesi Allah’ın takdiri değildir. Kömür ocaklarındaki patlamaların ve ölümlerin sorumlusu madeni işleten şirketin veya devlet kurumunun yetkilileridir.
Yeraltında kömür üretiminde temel ilke “önce emniyet”tir. Hele Zonguldak gibi gazı bol ve cevher yapısı zor bir bölgede “emniyet”in önemi çok daha büyüktür. Ama siz “önce para” derseniz ve can güvenliğini göz ardı ederseniz sorumluluğu Allah’a yükleme acizliği içine düşer; halkı da “şükredin ki bir işiniz var” diye kandırdığınızı sanırsınız.
7 Mart 1983’te Zonguldak Kandilli’de grizu patlamış ve 103 maden işçisi ölmüştü. 103 işçinin yaşamını yitirdiği ocağa patlamadan üç yıl sonra Ümit Kıvanç arkadaşımla birlikte inmiş ve Cumhuriyet’te uzun bir yazı dizisi hazırlamıştık.
Hey Anadolu kitabından bir alıntıyla patlamanın olduğu ocağa inmeye çalışıyoruz:
“Artık yerde ray yok. Kömürün içinde oyulmuş bir oyuk burası. Basık ve dik. Nefeslik diyorlar buraya. Ocağın nefesliği, pis havanın çıktığı yer. Bizim ‘ocak’ diye bildiğimiz, ‘maden ocağı’ dediğimiz yere de madenciler pano diyorlar. Pano, yerin altındaki damarda kömürün çıkarıldığı bir birim. Damarın içinde birden fazla pano oluyor. Nefeslikten pis hava çıkıyor ya, hemen oraya grizu ölçüm aygıtı yerleştirilmiş. Büyük facia sırasında, yeryüzündeki tahlisiye istasyonunun deposunda duran aygıt bu! Aygıt, panodan çıkan grizu miktarını her saniye ölçüyor. İbresi, yüzde 1 oranına göre otomatiğe bağlanmış. Yüzde 1 olunca, elektrik düzenini kesecek. Şu andaki grizu binde 1.”
Depoda saklanan grizu ölçüm aygıtı yeraltında çalışıyor olsaydı Kandilli’de 103 işçi ölmeyecekti.
Karadon’da 30 işçinin diri diri gömülmesi takdiri ilahiymiş. Sen onu benim külahıma anlat!
Deniz Som / Cumhuriyet

Maden ocağındaki kanarya...

Maden işletmesinin ofislerindeki kafeslerde kanaryalar vardı.

Güneş doğmadan, ortalık ağarmaya başladığında hep bir ağızdan şarkılarını söylerlerdi.

Yemlerini veren maden ocağının başı kasklı işçilerini tanımışlardı. Onları görünce sevinç çığlıkları ata ata kafeslerin içindeki dallardan öbürüne atlayıp dururlardı.

Onlar için işletmenin bütçesine “ödenek” bile koymuşlardı.

Belli ki kendilerini besleyen ve seven insanlarla birlikte olmaktan
çok mutluydular.

Maden ocağına inen işçiler birer kafes alıp yanlarında götürüyorlardı. Karanlık derinliğe indikçe kanaryalar susuyor, ama bu küçük gezintiden belki de hoşnutlardı.

Kasklı işçileri görünce sevinip kanat çırpmaları belki de bundandı...

Oysa...

Oysa bu hüzünlü bir hikâyeydi...

O zamanlar zehirli gaz ölçme aletleri henüz bize ulaşmamıştı ve aygıtlar pahalıydı. Çaresiz madenciler, kafeslerdeki kanaryalarla madene iniyorlar, öldürücü gaz önce dünyanın en zarif ve duyarlı canlıları kanaryaları öldüreceği için küçük kuşlar bir türlü “alarm” görevi görüyordu. Kimi zaman yerin karanlık dibindeki kanaryanın boynu bükülüyor, o sessizce can verirken, madenciler bunu görünce ocaktan kaçıp kurtuluyorlardı.

(Tıpkı şimdi işçilerin ölerek, sermayenin yaşamasını sağlamaları gibi.)

Bir küçük kuş ölüyor, ama madenciler yaşıyorlardı...

Maden ocaklarındaki kanaryaların hüzünlü öyküleri; aslında birbirine bağlı, birbirinin ucunda, birbirinden asla ayrılmayan bir “yaşam ortaklığını” ya da “yaşam sıralamasını” anlatır bize...

Bir yaşam bittiğinde, öbürünün de biteceğini...

Ormanlar, ırmaklar, denizler, sincaplar, yunuslar, yemek artığı
bekleyen kedi, kovulmasını istediğiniz yandaki arsada yaşayan anne köpek, balkonu kirlettiği için kovduğunuz o kuşlar...

Tümü...

Tümü yaşamaya çalıştığımız atmanın “kafesteki kanaryaları”dır...

Onlar öldüğünde...

Biz yaşayamayız...    
BEKİR ÇOŞKUN ...Habertürk                                                                                                                                                           

YANDAŞ MEDYA BİLE RÜZGARA KARŞI DURAMADI

CHP Kurultayı ve dün bütün ülkede esen Kılıçdaroğlu rüzgarı dün haber kanallarından canlı verildiği gibi bugün de tüm gazetelerin manşetlerindeydi. Yandaş medya bu başarıyı küçültmek isteyen başlıklar bulmaya çalışmış ama rüzgara karşı duramamıştı; iktidar yanlısı istisnasız bütün gazeteler Başbakan’ın TOBB konuşması yerine, Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasını manşet yapmışlardı. Yandaş liberal Taraf gazetesi ise CHP’de umduğu “değişimi” o konuşmada bulamamanın düş kırıklığı göze çarpıyordu: Gazete “Bu mudur” manşetini atmıştı. Başyazar Ahmet Altan ise yazısına, Kılıçdaroğlu’nun konuşmasındaki “Recep Bey” vurgusuna Başbakan adına yanıt verir gibi “Zavallı
Kemal Bey
” başlığını koymuştu.

İşte bugünkü gazetelerin manşetleri:


YANDAŞ MEDYA:
Sabah: İşlem tamam
Takvim: Issız Adam
Zaman: CHP’de genel başkan değişti söylem aynı
Türkiye: Bol vaatle başladı
Star: Başkan yeni vizyon eski
Yeni Şafak: Kılıçdaroğlu’nu kim yönetecek
Bugün: Ergenekon mesajı / Gölge liderin zaferi
Vakit: CHP’de aynı tas aynı hamam
Taraf: Bu mudur
YANDAŞ OLMAYAN MEDYA:
Posta: Vatandaş Kemal Recep Bey’e karşı
Hürriyet: Büyük birlşeme
Milliyet: Hızlı başladı, heyecan yarattı
Vatan: ‘Halkçı Kemal’ dönemi
Radikal: ‘Recep Bey cevap versin’
Habertürk: Coşkulu kurultay
Sözcü: Recep Bey’e artık rahat uyku yok
Akşam: 2. Cumhuriyet Halk Partisi
Güneş: 2. Karaoğlan / Kılıcı keskin çıktı
Cumhuriyet: ‘İktidara koşuyoruz ‘
Yeniçağ: CHP’de değişim
Birgün: Değişim Kurultayına ‘küskünler’ akını
Milli Gazete: Kılıçdaroğlu Genel Başkan

11 Mayıs 2010 Salı

Benden söylemesi…

O koltuğa oturan…
Fırsattan istifa’de edendir.

*
O koltuğa oturan…
Bu komplonun ürünü olacaktır.
*
O koltuğa oturan…
İstediği kadar “istemedim” desin, “istemem yan cebime koy” diyendir.
*
O koltuğa oturan…
Ne kadar hisli ağıt yakarsa yaksın, timsah gözyaşları dökmüş olacaktır.
*
O koltuğa oturan…
Ömrünün sonuna kadar, aynanın karşısına geçip, kendine bile soracağı, “yoksa, tezgâhın tezgâhtarı mıyım acaba” merakının muammasıdır.
*
O koltuğa oturan…
Bileğinin hakkıyla değil.
El kasediyle gerdeğe girendir.
*
O koltuğa oturan…
Liderini ardı arkası kesilmeyen yalanlarla, iftiralarla, sahte belgelerle oradan göndermek isteyenlerin zaferidir.
*
O koltuğa oturan…
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir hesabı, “durmak yok yola devam” diyendir.
*
O koltuğa oturan…
“İstifa istifa” diye linç çığlıkları
atıp, amacına ulaşanların rehinesidir.
Kucağa oturur.
*
O koltuğa oturan…
İktidarın doğrularını bile desteklese,
gizli işbirlikçi olmakla suçlanacaktır.
*
O koltuğa oturan…
Haksız kazancının hesabını kendi vicdanına bile veremeyeceği için, başkasına hesap soramaz.
*
O koltuğa oturan…
(Uyarmadın demeyin.)
O koltukta oturamaz.

*
O koltuğa bu şartlarda oturmaya kalkan, mezar soyucusudur… O koltuğu, sahibine, yani Deniz Baykal’a geri vermeyenin, Anıtkabir’e girmesi yasaklanmalıdır!

Komploya Savaş İlanı !

Sürpriz istifanın ardından “Hem komplo dedi, hem de istifa etti. Bu bir çelişkidir” diye söze girenler olduysa da CHP’nin deneyimli siyasi lideri mesajını aslında fazlası ile açık verebildi: Kendisine yönelik komploya değil sadece, AKP iktidarında son yıllarda azgınlaşan komplo eylemlerinin tümüne karşı bir tür savaş ilan etti… Çok yakın bir tarihte, hükümetin işin içinde, en azından sorumlu olduğu bir komplo yargısını kamuoyuna ilan etti. Kafa karmaşasını önleme boyutu ile de son yılların komplolarında başrolde oldukları yargısı ağır basan Fethullah örgütlenmesinin kendisine ulaşarak işin içinde olmadıklarını bildirdiklerini açıkladı. Top Erdoğan hükümetinin elinde kaldı…

İlhan Ağabey’i hastane ziyaretinin ardından, Cumhuriyet ailesinden bir grup olarak Baykal’ı parti merkezinde ziyaret etmiş, en son uzun soluklu, günün ve geleceğin yorumlarını, yaklaşımlarını içeren bir bölümü gazetede yayımlanan, bir bölümü özel not bilgi olarak dinlemiştik. Sonuç izlenimim, siyaseti genel olarak etik değerler içinde yapmış, en büyük kusuru “ekip, delegeler otoritesi üzerinden içine kapanık siyaset..” anlayışı yüzünden partinin büyümesini kilitleyen lider imajını kırmaya çalıştığıydı. Dahası elinden geldiğince çaba gösterdiğiydi. Usta siyasetçi üslubu ile, özet olarak Türkiye’nin rejim, demokrasi açısından yaşamsal tehditler altında, bir dönemeç noktasından geçtiğinin, Meclis çoğunluğunu devlet sorumluluğu, rejimi kollama kaygısı olmadan kendi çıkarları adına pervasızca, sınırsız kullanabilen bir iktidar, hükümet gerçeği karşısında muhalefet partisinin sorumluluklarının katlandığının altını çiziyordu…

Aylar öncesinden Erdoğan hükümetinin sivil darbe operasyonunu güçlendirme adına, üç aşağı beş yukarı anayasa taslağı girişiminin hedeflerini bugünkü içeriğine uyar nitelikte olarak değerlendirmiş, referanduma gidilmesi noktasında ise muhalefet olarak bütün güçleri ile sokağa, tabana ineceklerini, referandumu bir tür AKP, Erdoğan hükümetine güven oylamasına dönüştüreceklerini söylemişti. CHP’nin halka iniş, Erdoğan hükümetine karşı bu büyük savaşımında güçlenmesi adına da gündemdeki kurultayı bir tür açılım aracı olarak kullanmayı öngördüklerini söylemişti. Tabii ki kastı parti içi açılım, demokratikleşme idi, genel başkanlıktan istifa etmiş olarak kurultaya gireceği aklının ucundan bile geçmemişti…
***
Gazeteciliği yandaşlıktan öte, yalakalık mertebesine yükseltmiş kimi gazeteci arkadaşlarımızın, dün Bülent Arınç’ın açık açık çizdiği çizgiden yürümeleri, önce komployu lanetleyip sonra da özünün, içeriğinin doğru olduğu tezini söylememiş gibi yapıp ucuz siyaset yöntemleri ile söylemelerinin.. siyaset, gazetecilik etiği açısından yüz kızartıcı boyutu üzerinde durmanın bir anlamı yok. Çünkü yüzleri kızarmayacak… Siyaseten bel altı vurmanın ötesindeki, büyük komplo suçu, gerçek suç, doğruysa kapatılmaya, göz ardı edilmeye çalışılıyor ki.. bunun hoşgörülecek, bağışlanacak yanı yok…
Görüntülerin gerçek ya da komplo olduğu öncelikle özel hayat boyutu ile tarafları ilgilendirir. Elbet siyasi lider, milletvekili söz konusu olduğunda, haber niteliğinin çok ağır basması bir yana, toplumsal değerlendirmeye açık bir alana girer. Ancak ortada komplo niteliğinde işlenmiş bir iktidar icraatı suçu varsa… Üstüne üstlük iktidar çok uzun bir süreçten bu yana ele geçirdiği kamu kurumları eliyle bu suçu işlemeyi alışkanlık haline getirmişse, yargısız infazlar, insan hakları, hukuk ihlalleri gündemdeyse, Sayın Baykal’ın sadece kişisel değil, siyasal, toplumsal, insan hakları, hukuk, demokrasi adına kişisel hesap sormanın ötesinde savaşım verme hakkı vardır.
Başbakan Erdoğan çok yakın günlerdeki açıklamaları ile, Arınç son dakika dünkü açıklaması ile, hükümet adına “komplo” suçu işlendiğinin ağır, güçlü izlenimini yaratmışlardır. Söz konusu görüntülerin gerçek ya da bu anlamda komplo olup olmadığından çok daha önemli olarak, iktidarın muhalefet liderine özel hayatı üzerinden komplo kurup kurmadığı, insanlık suçunun çok ilerisinde, ağır siyasi suçtur.
Erdoğan hükümetinin bu çok ağır siyasi, iktidar, insan haklarına aykırı hukuk suçundan aklanmasının tek yolu, Sayın Baykal’ın dediği gibi komplo suçunu işlemediğini kanıtlamaktır. Olayın suçlularına yönelik delilleri toplayabilecek, kanıtlayabilecek kurumların tümü, gizli istihbaratından emniyet örgütlerine, tümünün sorumluluğu Erdoğan hükümetinin elinde. Militan kadrolaşma ile, tam sorumluluğunda olduğuna göre, komployu, suçlularını ortaya çıkaramamanın kaçış yolu yoktur…
ŞÜKRAN SONER-CUMHURİYET

NEDEN HEP İSTANBUL TAKIMLARI ŞAMPİYON OLUYOR?



İstanbul Takımlarından Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, şampiyonluğu kendilerinden başka hiç bir takıma kaptırmamaktadırlar. Lig tarihinde Trabzon’dan başka şampiyon olan bir Anadolu takımı çıkmamıştır. Türkiye Futbol ligi senelerdir üç takımın tekelinde dönmektedir. En ateşli en hararetli kavgaların olduğu şampiyonluk dönemlerinde bile İstanbul takımları şampiyonluk için birbirlerinin önünü açmışlardır.

Süper Lig bugüne kadarki tarihinde 4 farklı şampiyon görmüştür. Fenerbahçe ve Galatasaray 17, Beşiktaş 13 Trabzonspor ise 6 şampiyonluk yaşamıştır. Bu dört takım dışında şampiyonluğa en çok yaklaşan takım ise Eskişehirspor, Sivaspor ve Bursaspor Kulübü olmuştur.
Sivasspor 2007-08 sezonunda şampiyonluğa yaklaşmış fakat 3'lü averajla dördüncü olmuştur.
2008-09 sezonunda şampiyonluğu oynayan Sivasspor 3 hafta kala liderliği Beşiktaş'a kaptırmıştı.
Sivas’ın şampiyonluğu ise son iki hafta maçlarına bağlıydı. Sivasspor’un şampiyonluk şansı iki büyük İstanbul takımı ile oynayacağı maça kalmıştı. 33.haftada İstanbul takımlarından şampiyonluk iddası olmayan Galatasaray Beşiktaşa 2-1 yenilmiş, 34.haftada aynı Galatasaray şampiyonluğu oynayan Sivaspor’u 2-1 yenerek Sivaspor’u şampiyonluktan elemiş ve Beşiktaş şampiyon olmuştu.

İstanbul takımları dışında şampiyon olan ilk ve tek Anadolu takımı Trabzonspor'dur. Trabzonspor’un konumu da teorimize göre çok düşündürücüdür.

TRABZON TEORİSİ
İstanbul takımlarına şampiyonluk yolunu son dakikada hep Trabzonspor açmıştır. 1995-96 senesinde Fenerbahçe ve Trabzonspor şampiyonluğu oynuyordu. Son üç hafta kala iki takımın arasındaki puan farkı 2'ye indi. Şampiyonluğun favorisi Trabzon, kendi evinde karşılaştığı Fenerbahçe’ye 2-1 yenilerek şampiyonluğu Fener’e hediye etmişti. Bu sene şampiyonlukta Fenerbahçe ve Bursaspor rekabet içindeler. Her iki takımın şampiyonluğunu son hafta maçları belirleyecek. Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu yine son hafta oynayacağı rakibi Trabzonspor belirleyecek. Bursaspor’un şansı son hafta Beşiktaş ile oynayacağı maça ve Fenerbahçe - Trabzon maçının sonucuna bağlıdır. Fenerbahçe, bu sene Lig’i 5.nci sırada takip eden Trabzonspor’a Türkiye Kupasını hediye ederek UEFA’ya gönderdi. Bakalım İstanbul takımlarının rezerv takımı Trabzonspor, bizden başka Anadolu takımı şampiyon olamaz mantığına göre Fenerbahçe’ye nasıl bir güzellik yapacak. İstanbul takımlarından birisinin daha şampiyonluğunu son dakikada Trabzonspor belirleyecek. Ne kadar tesadüf değil mi?

Takdiri ilahi şampiyonluğu oynayan Anadolu takımlarının son iki hafta kala karşılarına hep derbi takımları çıkıyor. Aynı durum bu senede yaşanıyor. Anadolu takımı Bursasporun şampiyonluğunu son hafta İstanbul takımı Beşiktaş ile oynayacağı maç ve Fenerbahçe-Tranzonspor maçının sonucu belirleyecek. Anlayacağınız şampiyonluk turu İstanbul takımlarının elindedir. Rant teorimize göre İstanbul takımlarından başka hiç bir takım şampiyon olamaz.

AVRUPA LİGLERİ
Peki Avrupa ligleri nasıl? La Liga ve Premier Lig’de aynı şekilde şampiyonluğu birçok takım rekabet içinde tamamlıyor. Bizde lig üç takımın rekabeti ve üç takımdan birinin şampiyonluğu ile noktalanıyor. Süper Lig’de şampiyonluk üç İstanbul takımının tekelinde dönüyor. Son 20 yılda Fransa'da 8, İtalya'da 7, İngiltere'de 6, İspanya ve Almanya'da 6 farklı takım şampiyon olmuştur. Türkiye de ise son 23 yılda 3 takım şampiyon olmuştur.

Rekabetin sınırlı olduğu bu ligde, yurtdışı kanallarının bu ligin yayın hakkını satın alması da mümkün olmamaktadır. Böylelikle değeri artan bir ligin markalaşması, yurtdışına yayın haklarının satılması daha kolay olacaktır. Serdar Çelikler, “Türk Futbolu Kredi Kartı Borçlusu Gibi” Fotomaç / 05.04.2005

Gelelim Trabzonspor’un hikayesine Selanik’ten 1924 mübadelesi gönderilenlerin Sabetayistler’in birçoğu Trabzon ve Rize’ye yerleştirilmiştir. Yani 1924 mübadelesi ile Yunanistan’a gönderilen Rumlar’dan arta kalan mal, mülk ve arsalara Selanik’ten gönderilenler yerleştirilmiştir. Bu süreçten sonra sermaye sahibi zengin elit bir kesim meydana gelmiştir. Trabzonspor’un kurucuları kuşkusuz Sabetayistler’di. Kulübe başkanlık edenler de hep bu kesimdendi. Burada birkaç örnek dışında şahıslara detaylıca değinmeyeceğim. Fakat bir noktaya dikkat çekeceğim, En zengin işadamlarımız Trabzondan çıkıyor, fakat istatistiklere göre en çok işsizlik yaşayan şehirlerimizden birisi de Trabzon’dur.

İstanbul takımlarından Galatasaray da Fransız obediyanslarına bağlı masonlar tarafından kurulmuştur. Kurucusu olan Ali Sami Yen’de İbrani asıllıydı. Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın kurucuları da İbrani asıllıydı. Türkiye’de futbolu kökleştirenler de onlardı.


HAVUZ SİSTEMİNİN ESRARI


Günümüzün futbolu artık bir gösteri endüstrisine dönüşmüştür. Bu devasa pastadan pay
alabilmenin yolu çok tanınmaktan ve marka olabilmekten geçmektedir.

Türkiye’deki futbol kulüplerinin en önemli gelir kaynağını “havuz gelirleri” adı verilen televizyon yayın hakları oluşturuyor. Bunu, maç hasılatları, sponsorluklar, bağışlar ve reklam gelirleri izliyor.
Bu gelirlerin içerisinde televizyon yayın haklarından reklamlara, sponsorluktan turizm hareketlerine, bilet satışlarından forma satışlarına hediyelik eşyadan gıdaya kadar pek çok ayrı kalem yer alıyor.

Zenginler için stadyumlardaki localara kurulan VIP'ler, kulüplerin borsadaki işlemleri, sponsor firmalar, televizyonlardan alınan yayın hakkı ücretleri, takımların logosunu taşıyan forma, kaşkol, kasket, eşofmanları ve minik bir servet oluşturan kombine biletleriyle bir futbol ekonomisi oluşmuştur.

İngiltere’nin yayın gelirleri kendi deyimiyle ifade ettiği gibi 50:25:25 kuralıdır. Bu kurala göre Federasyon, oluşan toplam naklen yayın gelirlerinin başlangıçta yüzde ellisini tüm kulüplere eşit olarak dağıtır. Kalan yüzde ellinin yarısını ise, yani toplamın yüzde yirmi beşini, kulüplerin sportif performansına bağlı olarak kulüpler arasında dağıtır. Yani kulüplerin sezon sonunda bulundukları lig sırası, pastadan kimin ne kadar pay alacağını belirler. İngiliz liginde toplam gelir, sportif rekabeti arttıracak şekilde dağıtılıyor. Tuğrul Akşar, “Avrupa Futbol Sektörünün Finansal Analizi” Fesam, 2005

Fransa modeli dayanışma üzerine kurulu bir sistemdir. Buna göre gelirin, %83'ü 20
kulüp arasında her kulübe eşit olarak, %10'u sportif performansa, yani sezon sonundaki lig sırasına göre, kalan %7 ise her hafta yayınlanan maçlar içinde en yüksek reytingi alan üç maçı oynayan kulüpler arasında popülaritelerine, yani bir hak ediş sistemine göre pay ediliyor. Yayın ihalelerinden lig şampiyonu ile lig sonuncusu eşit gelir almaktadır. Christian Authier, “Futbol A.Ş.”, Çev. Ali Berktay, 3. Baskı, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2002, s.30

İspanya modeline göre Barcelona ve Real Madrid toplam yayın gelirinin üçte birini
aralarında eşit olarak paylaşır. Geriye kalan üçte ikilik kısım ise, diğer takımların (18
takımın) lig sonundaki sportif performansına, yayınlanan naklen maç sayısına ve
popülaritelerine bakılarak dağıtılır. Arda Şanala, “Avrupa’daki Yayın Hakları Ve Türkiye’deki Model” Türkspor-2004

Almanya modeline göre, toplam gelirin yüzde 50’si bütün kulüplere eşit olarak dağıtılır.
Geri kalan yüzde 50’nin yüzde yetmiş beşi yani 4’te 3’ü son 3 yıl baz alınarak
kulüplerin başarısına göre, kalan yüzde yirmi beşte kulüplerin sportif performansları
sonucu aldıkları puanlara göre dağıtılır. Tuğrul Akşar, “Avrupa Futbol Sektörünün Finansal Analizi” Fesam, 2005


Süper Lig’de bildiğiniz gibi havuzdan gelen paranın yarısı, direkt olarak dört büyüklere gidiyor. Kalanını da öteki 14 takım paylaşıyor. Havuzdan gelen para kulüplere adaletli ve eşit dağıtılmıyor. Hatta bu durum mevcut dengesizliği pekiştiren bir niteliğe de sahiptir. Performansa göre bir değerlendirme olmadığı için ligdeki mücadeleyi de teşvik etmiyor. Anadolu takımları açısından şampiyon olmak için bir nedende kalmıyor ortada. İkinci ve Üçüncü Lig takımları bu pastadan sadece ufak paylar alıyorlar. Levent Bıçakçı (Federasyon Eski Başkanı ile Röportaj), Tamsaha Dergisi, Ağustos 2005- Sayı:10, s.3

Bu süreçte Üçüncü lig takımları ise son derecede kıt kaynaklar ile var kalma savaşı veriyorlar.

Havuz sistemi kuruluncaya kadar geçen süre içinde, ilk defa futbol maçlarının yayın ihalesine çıkan federasyon, yayım haklarını şunlara vermişti; Havuz sistemi'nin kurulduğu 1996/97 sezonunda yapılan ilk ihaleyi Erol AKSOY’un Cine5'i (Cine5 yayıncılık ve filmcilik A.Ş.) ilk yıl İçin 40; ikinci yıl için 45 ve 3.yıl için de 55 milyon dolar karşılığında almıştı. Sözleşme süresinin bitiminde 1999/2000 sezonunda açılan ihaleyi UZAN’ların Teleon'u (Teleon Reklâmcılık ve Filmcilik A.Ş.) 2 yıllığına 120 milyon dolara kazanmış, ancak şirket 2000/01 sezonunun ikinci yarısında mali yükümlülüklerini yerini getiremediğinden dolayı sözleşmesi feshedilmişti. Şubat
2001’de yapılan ihalede ise, 2000/2001'in sezonunun ikinci yarısından 2001/2004 sezonunun sonuna kadar, 3.5 yıllık dönemin yayın hakları 465 milyon dolar (%l0'luk TFF payı, %2 Organizasyon payı ve KDV hariç) karşılığında Çukurova Grubu firmalarından Digitürk Dijital Platform İletişim Hizmetleri A.Ş.'ye verilmiştir.

Federasyon ile yayıncı kuruluş arasında imzalanan sözleşmeyle elde edilen yayın ücreti TFF tarafından “havuz sistemi” çerçevesinde kulüpler veya yayın haklarına sahip şirketler arasında pay edilmektedir.

Sözleşme gereği, yayın bedellerinin %50'si şampiyon olan kulüplere (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray'a %13.25'şer oranında; Trabzonspor'a ise %10.25 olarak) dağıtılır. Geriye kalan %50 ise diğer 14 kulübe (%50 eşit+ %15 lige katılım+ %35 puan esası) şeklinde dağıtılmakta olup; ayrıca 18 kulübün her hak edişinden %3 oranında yapılan kesintiden oluşan meblağ ise 2. ve 3. lig kulüplerine ödenir.
Yayıncı kuruluş tarafından yapılan toplam ödemelerin %50'si havuz sistemi aracılığıyla daha önce Türkiye l.Ligi’nde şampiyon olmuş Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor arasında paylaşılmaktadır.

Naklen yayın gelirlerinin dağıtımında, tamamen dört büyükleri gözeten reytinge odaklı Türkiye paylaşım sistemi, aslında Türkiye futbolunun gelişiminin önünde ciddi bir engel olarak duruyor. Ligde haksız rekabetin giderek artmasına yol açan, adil olmayan bu sistemin en büyük mağduru ise, dört büyüklerin dışındaki on dört Anadolu takımıdır. Tuğrul Akşar, “Avrupa Futbol Sektörünün Finansal Analizi” Fesam, 2005

Türkiye’de Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzon taraftarları için belirsizlik ilkesi (kimin şampiyon olacağına odaklı) söz konusudur. Diğer Anadolu takımlarının taraftarları için belirsizlik ilkesi ise "takımlarının ligden düşüp, düşmediği" ile sınırlıdır. Türkiye'de havuz gelirlerinin adaletsiz dağılımı da, takımlar arasındaki uçurumu büyütmüştür. Ayrıca, önümüzdeki 4 yıl Anadolu takımları şampiyon olsa bile şampiyon oldukları için yaklaşık olarak 5 trilyon para alabilirler (Şampiyonlar Ligi ve UEFA gelirleri hariç).
Ama Beşiktaş veya Fenerbahçe ligde 10'uncu olsa yada küme düşseler bile aslan payını(21–22 trilyon) almaya devam edecektir. Yavuz Semerci, “Fenerbahçe'ye 53, Gaziantep'e İse 14 Milyon Dolar Verecek, Sonra "Rekabet Et" Diyeceksiniz” Sabah – 05/11/2004

Kapitalizmin en önemli kalesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde futbolcular lig yönetimi ile toplu sözleşme görüşmeleri yapabilecek güce sahiptir. ABD Futbol Ligi’nde (MLS) “Oyuncular Birliği” ile “Lig Yönetimi” arasında süren toplu sözleşme görüşmelerine CBA adı veriliyor. CBA’in en önemli özelliği, futbolcuların ücretlerini belirleyen unsurun, ligin elde ettiği toplam gelirden verilen payın yüzdesi olmasıdır.Bununla birlikte ligdeki rekabet eden takım sayısı da kademeli olarak artmıştır. Amerikan Ligi MLS çatısı altında futbol oynayan 385 oyuncu bulunuyor. Futbol sendikası olan Oyuncular Birliği’nin gerekirse greve gidilmesi gerektiği konusunda yapılan oylamada 385 futbolcudan 383’ü olumlu yönde oy bildirmişti. Bu kararın ardından ABD Lig yönetimi (MLS) ile Oyuncular Birliği arasında 2014 tarihine kadar sürecek, Futbolcuların ücretleri ve klüplere aktarılan gelirlerin haksız rekabete dönüşmesini engelleyen yeni bir toplu sözleşme imzalanmıştır. Mustafa Taha, Futbol Ekonomi, Tam Saha Dergisi, Sayı:67, 2007
Yani kapitalizmin kalesi diye yakındığımız Amerika’da futbol sektörü bizim ülkemizdeki futbol sektöründen daha adil ve daha eşitlikçidir.

İngiltere’de her kulüp yıllık kapı gelirinin yüzde dört gibi bir kısmını bütün kulüplere eşit olarak dağıtılmak üzere ayırdılar. İngiltere Futbol Ligi, kulüpler arasındaki eşitliği gözetecek bir anlayışla kurulmuş idi ve gelirin büyük ve küçük kulüpler arasında yeniden dağıtımıma özen gösteriliyordu.


TEKELİZE EDİLEN FUTBOL FEDERASYONU

Bizde başarısızlara kapı açmak adettir. Başaramayanlar basının propagandaları sayesinde başarırlar. İmparator lakaplı Fatih Terim’de bunlardan birisidir. Fatih Terim, milli takımlar teknik direktörü olmak için Federasyon ile 260 bin TL aylığa razı olarak yeni sözleşmeyi imzalamıştır. Bu rakam bir ok mesleğe göre aylık büyük bir kazanç. En üst düzey devlet görevlisi ne kadar alıyor? Bunun nasıl olup da normal kabul edilebildiğini anlayabiliyor musunuz?. Burası Türkiye değil mi? Hani, çocukların okula gidemediği, hastanalerde aylar sonrasına ameliyat sırası verilen, nüfusun önemli bir kısmının açlık sınırında yaşadığı, İşsizliğin veba gibi yayıldığı ve asgari ücretin 621.00 TL olduğu bir ülkede bütün sorunları hallettik, Milli takım teknik direktörüne 260.000 TL aylık veriyoruz! Fatih Terimle bu sürede neler mi yaptık. 2006 ve 2010 Dünya Kupası seçmelerine katılamadık. 2010 dünya kupası elemelerinde en kolay grubu 3.ncü bitirdik.

HERKES BİRBİRİYLE AKRABA
Futbol Federasyon başkanları bugüne kadar hep İstanbul takımlarının başkanlarından ve yöneticilerinden çıkmıştır. Bu süreç ilk olarak Galatasaray Kulubü’nün Başkanı Yusuf Ziya Öniş 1922-26 , Yönetici Sadi Karsan 1943-48, (Ahmet Emin Yalman’ın yakın akrabasıdır.) 3 dönem başkanlık yapan Selanikli Ulvi Yenal 1949-52 başlayarak devam etmiştir.
Bu süreçten sonraki dönemlerde Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonsporlu yöneticiler Federasyona yönetim kurulunda yer alarak başkanlık yapmışlardır.

Türkiyede İstanbul takımları aile şirketi gibidir. Federasyon başkanları ile klüp başkanları birbirlerinin akrabalarıdırlar. Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören, Futbol Federasyonu eski Başkanı Haluk Ulusoy'un amca kızı Revna Demirören ile evlenmişti. Dolayısıyla Beşiktaş Başkanı, Haluk Ulusoy'un eniştesi sayılıyor. Ulusoyların babaları Osman Ulusoy 67-70’de iki dönem Trabzonspor’un başkanlığını yapmıştı. Yeğen Haluk Ulusoy ise 4.dönem Futbol Federasyonu başkanlığı yapmıştır. Ulusoyların kızlarından Revna Hanım’ın kardeşi Merva Ulusoy, Şişli Terakki Okullarından mezundur.

Milliyet Gazetesi’nin Merva Ulusoy ile yaptığı bir röportajda ailedeki isimler ile ilgili şunları söylüyordu.

“Ailede bütün kızların isminin 'a' ile bitmesi bir kural”

Sizin isminiz neden Merve değil de Merva?

Merva Arapçası, orijinali. Merve ise Türkçe ses uyumuna uydurulmuş hali. Bizim ailede kızların isimleri çok ilginç. Biz üç kız kardeşin isimleri Emra, Revna ve Merva. Hepimizin de birer kızı var. Onların isimleri de Cemra, Yelda ve Meyra. Revna'nın orjinali de Revnak ama sonu 'a' ile bitsin diye 'k'yi atmış annem. 13 Şubat 2005 – Milliyet Pazar

Merva ve Revna burada (Onosmastique) isimolojinin ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Nitekim buradaki isimler İbrani isimleridir. Akrabalık bağlarına detaylıca değinmeyeceğim.
Türkiye Futbol Federasyonu Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bu kesimin tekelindedir. Futboldan gelen milyonlarca dolarlık rant onların tekelinde dönmektedir.Federasyonda kökleşmiş bu camia’nın krolonojisini biraz incelediğinizde ilginç detaylarla karşılaşacaksınız.

Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener’in dedesinin dedesi Akil Koyuncu, Bülbülderesi mezarlığının Karakaşiler bölümünde yatmaktadır. Mahmut Özgener’in annesi Bige Özgener, 1964-1973 İzmir Belediye Başkanlığını Osman Kibar’ın kızıdır. Osman Kibar da, Işık Lisesi Mezunuydu. Mahmut Özgener’in babası Esin Özgener bir dönem Altay kulubünün başkanlığını yapmıştı. Özgener ailesi, Koyuncu ve Şamlıoğlu, Erbil ve Çelebi aileleri’nin yakın akrabalarıdır. Ve ailenin fertlerinin birçoğu Bülbülderesi’nde Karakaşiler bölümünde yatmaktadırlar.

İstanbul takımları bu kesimin tekelinde kurulmuştur. Burada şahısları isim isim ve akraba bağları ile detaylıca yayınlamıyorum. Daha sonraki dönemlerde uzunca dile getireceğim.
Anlayacağınız Süper Lig seçilmişlerin Ligidir. Süper Lig değil de seçilmişlerin aile ligi de diyebiliriz. Burada Şampiyonlar bellidir. Bizlere yutturulan ezeli rakipler, Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray hikayeleri! Bunların ezeli rakiplikleri sadece tribünde kalır. Onların ezeli rakipleri halkımızdır. Biz onları birbirlerine ne kadar ezeli rakip görsek te onlar bir aile şirketi gibidir. Tekellerine geçirdikleri Lig ile diğer Anadolu takımlarını ve halkımızı sömürüyorlar. Reklam anlaşmaları, Yayın ihaleleri ve Havuz sisteminden gelen paralar yıllarca seçilmişlerin cebine aktı.

Türk Futbolu gençliğimize bugüne kadar ne kazandırdı ? Yıllarca bu gençlik futbol ile nasıl terörize oldu? Sosyal uyanıklılığımız ucuz futbol programları ve futbol fanatizmi sayesinde bitti. Halkımız yıllarca psikolojik savaş yöntemleri ile uyutuldu. Onlar ise tekellerine geçirdikleri Lig ile halkımızı sömürerek kasalarını doldurdular. Bizlere de fanatize edilmiş sorumsuz bir gençlik hediye ettiler.