24 Temmuz 2010 Cumartesi

İŞTE O BİZİM KAHRAMANIMIZ!

Kahraman ilan ettiler
BBC, Büyükerşen’i şehir kahramanları arasında gösterdi

İngiliz yayın kuruluşu BBC World News Televizyonu, dünya ülkelerindeki çeşitli şehirlerde kaybolmaya yüz tutan kültür ve tabiat varlıklarını yeniden hayata kavuşturan 12 kent arasında Eskişehir’i de gösterdi. BBC, Büyükşehir Belediye Başkanı DSP'li Yılmaz Büyükerşen’i Eskişehir’deki dönüşümün kahramanı ilan etti.

BBC Televizyonu’nun çeşitli ülkeler arasında seçilen 12 şehrin ve başarılı yöneticisinin anlatıldığı ‘12 Şehir ve Kahramanı’ adlı belgesel programında Eskişehir’e ve Yılmaz Büyükerşen’e yer verildi. Eskişehir’i, kaybolmaya yüz tutan kültür ve tabiat varlıklarını yeniden hayata kavuşturan önemli bir değişim ve dönüşüm kenti olarak gösteren program bugün BBC World News Televizyonu’nda yayınlandı. Programın yarın da Türkiye saati ile 17.30 ve 23.30 saatleri arasında tekrarının yayınlanacağı belirtildi.


Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, kentin BBC Televizyonu’ndaki bir programda olumlu bir şekilde yayınlanmasından dolayı mutlu olduklarını söyledi.

Büyükerşen şunları kaydetti:
“Benim açımdan ve Eskişehir açısından, özellikle Türkiye açısından son derece sevindirici bir değerlendirme. Biliyorsunuz dış basında Türkiye ile ilgili olumlu haberlere pek yer verilmiyor. Genellikle hep hoşa gitmeyecek haberlere konu olduğumuzu düşünürseniz belki bizler için, Türkiye için çok sevindirici bir program oldu bu. Bu konuda, dünya ülkelerindeki çeşitli şehirleri arasındaki büyük değişim ve dönüşüm projelerini inceliyorlardı. Önce 20 ülke seçildi, sonra 12’ye indirildi Biz ilk 20’nin ve 12’nin içerisinde yer aldık. Gruplandırma yapmışlar programda. Biz, Çin ve Hindistan’da seçilen restorasyon yenileme, özellikle kültür ve tabiat varlıklarının dönüşümüyle şehirde büyük bir transformasyon yaratan şehirler arasında yer aldık. Çin ve Hindistan’daki dönüşümler arasında bizim aramızda bir fark var. Gerek Çin ve gerekse Hindistan’daki projeler çeşitli finans kuruluşları tarafından desteklendi. Ama biz kendi kıt imkanlarımızla dönüşümü sağlamak için malzemeler ürettik. Eskişehir ilk defa diğer ülkelerin şehirleriyle mukayese ediliyor. Ben çok mutlu oldum. Öyle ümit ediyorum ki bundan sonra yapacağımız projelerle de bu tür programlara konu olacağız.”


Yılmaz Büyükerşen, kültür ve tabiat varlıklarını yeniden hayata kavuşturma projeleri arasında Porsuk Çayı projelerinin de bulunduğunu söyledi. Büyükerşen, “Porsuk Çayı’nın 12 kilometrelik bölümünü balık tutulur hale getirdik. Şehirde büyük parklar yaptık, yalnız temel taşları kalmış olan tarihi Odunpazarı evlerinin düzenlemesini yapıp, eski hal binasını yıkmayıp Haller Gençlik Merkezi haline dönüştürdük. Daha önce çok kirli olan kent çağdaş Avrupa çizgisini yakaladı. BBC Televizyonu’nda kültür ve tabiat varlıklarına eğilen, yeşil alanları çoğaltan bir kent olarak tanıtıldık” dedi.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

BUGÜN SEVR’İ SAVUNAN DİNCİLER 90 SENE ÖNCE DE AYNIYDI

Tarih tekerrür eder” derler eskiler… “Tecrübeyle sabittir…” diye de eklerler… Evet! Tarih tekerrür eder etmesine de, hep “tarihten ders almayan milletlerin tarihi tekerrür eder.”
  Geçmişi unutan,
  Toplumsal belleği silinen,
  Özellikle de “ulusal duygusu yok edilen” milletlerin tarihi tekerrür eder….
  Çünkü çok basit; ders almazsan, ders alıp önlem almazsan, geçmişte yaşanan sorunların gelecekte de yaşanması kaçınılmaz olur…
  İşte Türkiye’nin bugün yaşadıklarının arka planında tam da bu tür bir “geçmişten ders almamazlık durumu“ vardır. Türkiye “toplumsal bellek kaybı” yaşamış gibidir. 2010 Türkiyesi’nde, 1919 Türkiyesi’ndeki sorunların yaşanmaya başlanmasını başka türlü açıklamak olanaksızdır.
  Yakın tarihte şöyle kısa bir göz atınca, her şey bir yana, 1919’un işbirlikçileriyle 2010’un işbirlikçileri arasındaki benzerlik  insanı “şaşırtacak” türdendir.
TARİH: 1919
 BİRİLERİ ORDUDAN RAHATSIZ!
  Padişah Vahdettin, “İngilizleri memnun etme” politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra, 5 Kasım 1918’de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi hiç tereddüt etmeden imzalamıştır.(1) Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa gibi başarılı komutanları tutuklayarak Malta’ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır.
  Özellikle, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilip Meclisi Mebusan’ın dağıtılmasından sonra İstanbul’da bütün ipler işgal kuvvetlerinin eline geçmiştir. İngilizler, sözde Ermeni soykırımından sorumlu tuttukları “eski İttihatçıları” ve işgallere direniş gösteren “ulusalcı asker-sivilleri” tutuklatmışlardır. İngilizleri gücendirmek ve tedirgin etmek istemeyen Padişah Vahdetin ve onun taşeronu durumundaki Sadrazam Damat Ferit, İngilizlerin verdikleri tutuklama listelerindeki kişilere göz açtırmamışlardır.
29/30 Ocak gecesi ilk geniş çaplı tutuklamalar gerçekleştirilmiştir. İngilizlerin düzenlediği 60 kişilik tutuklama listesinden ilk aşamada 27 kişi tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne koyulmuştur.
Amiral Webb’in Londra’ya gönderdiği bir rapordaki şu ifadeler, tutuklamaların İngilizler için ne anlama geldiğini çok iyi göstermektedir:
 “Tutuklamalar, bu zamana dek olmuş en sevindirici olaydır… Hükümet başladığı bu uygulamayı sürdürecek olursa, taşradaki edilgen direnişin çoğu çöker, hükümet sözünü geçirebilir..” (2)
 Satılmış Mütareke basını da tutuklamalara alkış tutmuş; Alemdar, Sabah, Söz gazeteleri tutuklamaların daha da artırılmasını istemiştir. Örneğin, 2 Şubat 1919 tarihli Alemdar gazetesinde Refi Cevat, “Hepsi bu kadar mı?” diye sormuştur.(3)
 Damat Ferit iktidara gelir gelmez İstanbul’da adeta bir “İttihatçı avı” başlatmıştır. Eski bakanlar, birçok subaylar, eski İttihat ve Terakkiciler, hatta İttihat ve Terakki’ye bağlı olmamakla birlikte “ulusalcı” olarak tanınalar da tutuklanmıştır. Kısa sürede tutuklanan asker-sivil ulusalcıların sayısı 200’ü aşmıştır.
Zaman içinde tutuklamalarla da yetinilmemiş idamlar da başlamıştır. Örneğin, Boğazlayan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey idam edilmiştir.
Özellikle, İsmail Canbulat, Sabri Bey ve Fethi Bey gibi tanınmış eski İttihatçıların tutuklanması, “vatanseverleri” sindirmeye yönelik bir harekettir. Prof. Sina Akşin’in ifadesiyle, “Bu kampanya İttihat Terakki’ye ve ulusçulara karşı topyekün bir sindirme hareketi niteliğine bürünüyordu.”(4)
İsmail Canbulat’tan sonra Fethi Bey’in de tutuklanması, sıranın Atatürk’e ve Rauf Bey’e geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı gazetelerde yakında Atatürk’ün de tutuklanacağı haberi çıkmıştır. (5)
İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası uygulayan Vahdettin, daha sonra da Kuvayı Milliye’ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa gibi komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki “ulusalcı subayları”, Süleyman Şefik Paşa aracılığıyla tasfiye etmiştir.
Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı’na bağlayan bu ordu, hiçbir zaman Atatürk’ten ve Temsil Heyeti’nden emir almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun görevi, İstanbul’da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır (6).
Bu tür yapay ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti’dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir’in işgali sonrasında Ege’de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara destek olmasını ağır bir şekilde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının uygun olmadığını bildirmiştir.(7)
Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)’dir.
Bu tür “ihanet” ordularının sonuncusu ise Kuvayı Seferiye adlı ordudur.
ORDUNUN GÖREVİ ORUÇ TUTMAKMIŞ!
Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Örneğin, Vahdettin’in Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir’in işgalinden 15 gün sonra yayımladığı bir demeçte, “Ordunun görevi oruç tutmaktır!” demiştir.(8)
Şeyhülislamın, bu demecinden üç ay sonra, Alemdar’da yayımlanan bir yazıda, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” denilmiştir.(9)
Ali Kemal de yazılarında sıkça, “Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur” demiştir.
İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen “caiz” olduğunu ve Kuvayı Milliye’ye karşı mücadele ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir.
Ayrıca, ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Atatürk’ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır.
Ordu müfettişlikleri kaldırılmış,
Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.
İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919’da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir.(10)
Anadolu’daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul’a çağrılmış, Atatürk’ün “zorla asker topladığı” dedikoduları yayılarak düzenli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir.
Anadolu’ya gönderilen “inceleme kurullarıyla” ordu denetim altına alınmaya çalışılmıştır.(11)
TARİH: 2010
BİRİLERİ YİNE ORDUDAN RAHATSIZ!
28 Şubat sürecinden sonra Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir.
O günlerde “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.
İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de ulusalcı asker ve sivillerin ortadan kaldırılmasını, tutuklanmasını istiyorlar.
İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de “egemen güçle” birlikte çalışıyorlar. İki farkla: Bir, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ermeni tehcirine karışmak!” iddiasıyla tutuklanırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar, “Ergenekon örgütüne karışmak!” iddiasından tutuklanıyorlar. İki, o gün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Bekirağa Zindanları’na tıkılırken, bugün tutuklanan asker-sivil ulusalcılar Silivri Zindanları’na tıkılıyor…
İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugünde yabancıların isteklerine uygun hareket ediyorlar.
Ve işbirlikçiler o gün olduğu gibi bugün de en çok ORDUDAN rahatsız oluyorlar.
O günün, Alemdar, Söz, Sabah gazetelerinin ORDU KARŞITI yazılarını bugünün Taraf, Zaman, Vakit, Yeni Şafak, Sabah gazetelerinde görüyoruz.
Soruyorum size, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Mümtazer Türköne ve diğerlerinin Ali Kemal ve Refi Cevat gibilerden ne farkları var?
TSK’yı lağvedelim…” diyen Mümtazer Türköne, Ergenekon tutuklusu olarak Silivri’de yatan gazeteciler için “Onlara acımıyorum! hak ettiler!..” diyen Perihan Mağden ve “Şunlarda tutuklanmalı…” diyerek hedef gösteren Şamil Tayyar,  İstanbul’da ulusalcıların tutuklanıp Bekirağa Zindanlarına atılmaları karşısında “Hepsi bu kadar mı?” diye soran Refi Cevat’tan daha mı gerideler?
Ya da, “TSK darbe yapacak! Kendi halkına saldıracak! Cami bombalayacak!” diyen Taraf gazetesi, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” diyen Alemdar gazetesinden daha mı geridir?
Yok canım!
Haksızlık etmeyin ama!..
İŞBİRLİKÇİ RUHLAR
Sanki zaman durmuş, akmayı unutmuş!
Sanki “işbirlikçi ruhlar” başka isimlerle yeniden bedenlenip geri gelmiş!
Sanki Mütareke basını hortlayıp, mezardan çıkmış ve bir kere daha Türkiye’nin üstüne karabasan gibi çökmüş!
Ne diyelim?
Allahım! Sen bizi bu zombilerden koru!
“Amin!..”
ÖZEL ORDU İSTEĞİNİN ARDINDA NE GİZLİ?
Son günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Özel ordu”dan bahseder oldu! Herkesin merakla, “Askerlik kalkıyor mu? Özel ordu da ne ola ki?” diye birbirine sorduğu bu günlerde, “Vahdettin’in de bir zamanlar “özel ordular” kurduğunu lütfen aklınızdan çıkarmayın:
İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı.
Askeri Nigehban Cemiyeti.
Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu).
Kuvayı Sferiye…
Bütün bu ordular, Padişah Vahdettin tarafından, Anadolu’da “kelle koltukta” emperyalistlerle vuruşan Atatürk’ün “Düzenli Ordusu”na karşı kurdurulmuştur.
Başbakan’ın “özel ordu” isteğine, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, "Bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır." diyerek önemli bir noktanın altını çizmiştir. .
Yakın tarihimizdeki “özel ordu” deneyimleri, Hamzaçebi’nin şu açıklamalarını değerli kılmaktadır:
“…Özel ordu dediğiniz zaman TSK’nın yapılanması dışında, onun emir ve komuta hiyerarşisi dışında bir başka oluşumdan bahsediyorsunuz demektir. İlke olarak doğru bulmuyorum. Özel birlik olabilir. Terör konusunda eğitilmiş bölgeyi iyi bilen, işin psikolojik ve sosyolojik yanlarını da tartabilen ve bu yönde silahlı mücadeleyi yürüten uzman birlikler tabi olabilir. Ama bu uzman birlikler TSK yapılanması içinde olmalıdır. Aksi takdirde terörle mücadelede güçlü bir oluşum yaratalım derken daha zayıf bir oluşum yaratmış oluruz. Ayrı bir yapılanmayı doğru bulmam. Terörle mücadele terör örgütüyle silahlı mücadelenin yanı sıra sadece silahla çözülebilecek bir mesele de değildir. 1983 yılından beri Türkiye sınır ötesi harekatlar yapmıştır, zaman zaman başarılı olunmuştur, terör örgütünün sindirildiği, yok edildiğinin zannedildiği dönemler olmuştur ama bu örgüt halen vardır. Bu örgütün dış desteklerini, bağlantılarını da unutmayalım. Kuzey Irak’taki federe oluşumdan güç alan bir terör örgütü Türkiye’nin dış politika alanında bu desteği yok etmediği sürece Türkiye de faaliyetlerine devam edebilir. Biz istediğimiz kadar bu birlikleri kuralım önemli olan Kuzey Irak’taki desteği de yok etmektir.
Bugün “özel ordu” kurmak isteyenler, geçmişte özel ordu kuranlar gibi TSK’yı etkisizleştirmek niyetinde olmasınlar sakın? Özel Ordu, TSK’yı tasfiye hayalinin bir uzantısı olmasın!..
Sinan Meydan
Odatv.com
Dipnotlar:
(1) Tarih Vesikaları Dergisi, 3387; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S.29, belge, 745; Minber, Ati, 6,7 Kasım 1918. Vahdettin’in Türk ordularının dağıtılma kararını imzaladığı o gün Atatürk, Adana’dan İstanbul’a, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta (2) FO 371/4172, 13694. (24. 1. 1919 tarihli telgraf) Akşin, age, s.152, 153.
(3) Alemdar, 2 Şubat, 1919.
(4) Akşin, age, s.198.
(5) Yeni Gazete, 14 Mart 1919.
(6) Sarıhan, Kurtuluş Savaşı’nda İkili İktidar, s.37.
(7) Alemdar, Türkçe İstanbul, 7 Temmuz 1919.
(8) Sarıhan, age, s.71.
(9) Alemdar, 27 Ağustos 1919.
(10) Cebesoy, Milli Mücadele Hatırları, s.79.
(11) İlk kurul, 17 Ağustos 1919’da Fevzi Paşa başkanlığında Trabzon ve Erzurum’a gönderilmiştir.

REFERANDUMDA KİMLER "HAYIR" DİYECEK

Hayırseverler! Demokrasi mücadelesi hayırlarınızla güçlenecek.
Çünkü:
1. Küresel sermayenin istediği yargı-yürütme organizasyonunu amaçladığı için,
2. Demokratik müzakereyle değil kapalı kapılar ardında hazırlandığı için,
3. Hukukun gereklerini değil sermayenin çıkarlarını gözettiği için,
4. Sivillik postunda otoriterliği amaçladığı için,
5. Çoğulcu demokrasiyi değil, çoğunluk diktatörlüğünü yansıttığı için,
6. Evrensel ilkeleri değil özel çıkarları öne aldığı için,
7. 12 Eylül Anayasası’nın öz çocuğu olduğu için,
8. 24 Ocak kararları kutsanarak 12 Eylül Darbesiyle hesaplaşılamayacağı için,
9. Statüko yıkılıyor haykırışlarıyla piyasanın ortodoksluğu örgütlendiği için,
10. Halkın gerçek değişim taleplerini boğmak için geliştirilen statükocu bir değişim programı olduğu için,
11. Yürütmeye denetlenemeyecek bir güç verdiği, toplumu değil devleti güçlendirdiği için,
12. Kadın, çocuk ve engelli haklarına ilişkin zaten yürürlükte olan uluslararası mevzuat reform diye yutturulduğu için,
13. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin zaten yürürlükte olan uluslararası mevzuat ile yerleşmiş mahkeme içtihatları reform diye sunulduğu için,
14. Öncelikle vergi borçlularının yurt dışına çıkma hürriyeti gözetildiği için,
15. Sadece sendikaların aidat gelirlerini artırmaya yarayan düzenleme reform olarak sunulduğu için,
16. Sendikaların üyeleri adına yargı mercilerine başvurmalarının anayasal dayanağı kaldırıldığı için,
17. Kamu emekçilerinin grev hakkı mevcut düzenlemenin aksine engellendiği için,
18. Toplu görüşme toplu sözleşme diye yutturulduğu için,
19. Toplu görüşmede uyuşmazlık çıkması durumunda son karar merciinin kararlarına karşı yargı yolu kapatıldığı için,
20. Grevde oluşan zararlardan sorumluluk sendikalardan alınıp işçinin sırtına yüklendiği için,
21. Emekçilerin kendi mücadelesiyle kaldırdığı grev yasakları yeni kaldırılıyormuş gibi sunulduğu için,
22. Emekçilerin hakları göz ardı edilip, onları denetim altında tutacak sendika bürokrasisi tavlanmaya çalışıldığı için,
23. Kamu denetçiliğini talep edenlerin karşısına işlevsizliği ve tarafgirliği anayasal güvenceye bağlanmış bir kamu denetçisi çıkarıldığı için,
24. Kanunlarda zaten var olan mahkemelerin yerindelik denetimi yapamayacağına ilişkin hükmün anayasaya konulup, özelleştirme, deregülasyon ve kamu harcamalarının kısıtlanmasına ilişkin düzenlemeler yargı denetiminden çıkarılmak istendiği için,
25. Orman arazilerinin, kıyıların, akarsuların satılması ve kiralanmasına, iş güvencesi ve kıdem tazminatının kaldırılmasına ilişkin düzenlemeler bu paketin kabulünü beklediği için,
26. Özel yetkili mahkemeler hukuku katlederken askeri mahkemelerin yetkilerinin azaltılmasına reform dendiği için,
27. Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğunluğunu belirleyebilme ayrıcalığı yürütmeye verildiği için,
28. Anayasa Mahkemesinde hukukçu bile olmayanların çoğunluğa ulaşması öngörüldüğü için,
29. YÖK’ün kaldırılması büyük çoğunluğun talebi iken Anayasa Mahkemesine gönderdiği üyeler artırılarak güçlendirildiği için,
30. Sayıştay bir mahkeme bile değilken Anayasa Mahkemesine gönderdiği üyeler artırıldığı için,
31. “Anayasa şikayeti yolu” talep edenlerin karşısına işlevsizliği anayasal güvenceye bağlanmış bir “anayasa şikayeti yolu” çıkarıldığı için,
32. “Anayasa şikayeti yolu”, insanların haklarına kavuşması amacıyla değil, davalarının sürüncemede kalması ve devletin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkum olmaması amacıyla getirildiği için,
33. Bir yandan “askeri vesayet” denilip Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı’na Yüce Divan ayrıcalığı tanındığı için,
34. HSYK’da Adalet Bakanının yetkileri artırıldığı için,
35. Karar yetkisi idareye verilip, hakimler ve savcılar temsil ile avutulduğu için,
36. Adalet Bakanlığı Müsteşarının HSYK’yı bloke etme ayrıcalığı kıskançlıkla korunduğu için,
37. Terör ve güvenlik konsepti Adalet Bakanlığı Müsteşarı aracılığıyla HSYK’ya, hakim ve savcılara dayatıldığı için,
38. Yargı bağımsızlığı olmadan hak ve özgürlükler korunamayacağı için,
39. “Hakimlerin İktidarı” var denilip “İktidarın Hakimleri” ihya edildiği için,
40. Özgürlük getirmeyip sadece özgürlüksüzlüğün uygulayıcıları değiştirilmek istendiği için,
41. Hayır diyenler Ergenekoncu ilan edildiği için.

SONUÇ:
EVET: 40 HAYIR: 41

19 Temmuz 2010 Pazartesi

YAZIK UTANMAZLAR BUNU DA (SEVR) İSTEDİ!

Cemaatin yayın organı Zaman Gazetesi yazarı Mustafa Armağan dün "Sevr'i tartışmaya açma zamanı geldi mi?" başlıklı bir yazı yazdı. Armağan yazısında herkesi kızdıracak ifadeler kullandı.
Atatürk'ü Samsun'a çıkaran Bandırma Gemisi'ne "hain" diyen Armağan, Sevr'i de bir "barış projesi" olarak tanımladı. Armağan Sevr'i Türkiye'nin değil İngilizler'in yırttığımı söylerken, Sevr'i imzalayan Vahdettin'i Türkiye'ye zaman kazandırdığı için övdü.
Mustafa Armağan Lozan ile Sevr arasında büyük bir farkın olmadığını iddia ettiği yazısında şu ifadeleri de kullandı: "İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi..."
Mustafa Armağan "yurtta sulh cihanda sulh" sözünü söyleyen Mustafa Kemal'in aslında bu sözlerle İngilizler'İn projelerini kabul ettiğini söylerken, Sevr'in AKP döneminde Ortadoğu ile yeniden ilişki kurularak 90 yıl sonra yırtıldığını iddia etti.
Mustafa Armağan'ın yazısı nedeniyle Zaman Gazetesi tüm gün boyunca protesto edildi. Cemaatin yazarının Türkiye'yi parçalayan Sevr Anlaşması'nı Türkiye'nin kuruluşunu sağlayan Lozan ile eşdeğer tutması, Milli Mücadele'yi küçümsemesi okuyucular tarafından protesto edildi.Okuyunca utanacaksınız, kızacaksanız belki de ağlayacaksınız ,ama  aklınıza mukayet olup okuyacaksınız.Yazanın ise utanmadığı  belli.Ne günlere kaldık yarabbim?Sevri bile istiyorlar allayıp pulluyorlar, bizde hala Lost'un sonunu beğenmedim, flash forwad'ı niye bitirdiler diye tartışıp duralım.Neler sona eriyor neler bitiyor bir görebilsek.
İşte cemaat yazarı Mustafa Armağan'ın Sevr'i tartışmaya açmayı öneren yazısı: 
"Bandırma vapuru" denilince aklınıza ne gelir? Tabii ki, şu dümeni kırık, pusulası bozuk, Atatürk'ü Samsun'a çıkaran "gazi" gemi.
İyi ama, aynı Bandırma'nın Samsun'dan dönünce işgal İstanbul'unda çeşitli hizmetlerde kullanıldığını, 9 ay sonra bu defa Milli Mücadele'nin öncülerinden Yahya Kaptan ve çetesini yakalayıp öldürecek olan birlikleri Hereke limanına çıkaran "hain" gemi olduğu neden eklenmez? "Gazi" olunca iyi de, "hain" olunca kötü mü oldu Bandırma?
Tarih bizde olduğu gibi "seçmece" usulünde yazılınca, olgular da ister istemez iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. "İyiler" çekmecesine girenler, öbürlerinden atılır, sonradan "ihanet" edenler de "kahramanlık" zirvesinden tepe takla yuvarlanırlar.
Bunları yaşadık yakın tarihte. Rauf Orbay gibi bir kahraman bile 10 yıl 'kürek' cezası almamış mıydı anlı şanlı İstiklal Mahkemesinden? Neyse, şimdilik bunları bırakalım da, şu günlerde 90. yıldönümü vesilesiyle yeniden gündeme getirilen Sevr'i neden hala tartışamadığımızı soralım.
Sevr Barış Projesi'nin tamamını okuyan var mıdır aramızda? (Bu arada Ankara Ticaret Odası Sevr'in tamamını Lozan'la beraber yayınladı, meraklılar kaçırmasın.)
'Barış projesi mi?' dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, yanlış okumadınız, Sevr bir 'barış projesi'ydi? Nereden mi çıkartıyorum? Hani şu hepinizin elinin altında olan ama bir türlü sonuna kadar okuyamadığınız "Nutuk"tan (ya da şimdilerde kesilip biçilerek iyice sulandırılan 'Söylev'den). Üzerinde yazdığı adıyla Gazi Mustafa Kemal "Nutuk"un sonlarında hem de 4-5 yerde Sevr'den 'proje' ("Söylev"de 'tasarı') olarak söz eder. Neden acaba?
Bunun sebebini Prof. Sina Akşin, 1983'te "Yaba" dergisine şöyle açıklamış:
"ABD 1919 sonunda Avrupa siyasetinden elini eteğini çekmek kararını aldı. İngiltere, Müslüman sömürgelerine ibret olsun diye Yunanistan'ı kendi uydusu yapıp Türkiye'yi ezmek kararındaydı. Fransa ve İtalya, onun müttefiki olarak bu karara katılıyor görünüyorlardı. Nitekim Sevres Antlaşması'nı birlikte yaptılar. Fakat anlaşılan kimse Sevres'i ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres'i, garip bir şekilde, bile bile ölü doğurdular."
Kafanız mı karıştı? Olabilir. "Türkiye'nin Önünde Üç Model" adıyla 1997'de çıkan kitabının 42. sayfasında aynen böyle yazıyor Kemalist tarihçi Akşin.
Demek Sevr'i kimse, yani ne İngiltere, ne Fransa, ne de İtalya ciddiye almamış ve "garip bir şekilde bile bile ölü doğur"muşlar öyle mi? 'Öyleyse şimdiye kadar okuduklarımız masal mıydı?' diye sormayacak mıyız? Peki ya şu can sıkıcı gerçeklere ne diyeceksiniz?
1- Paris'e giden Osmanlı barış heyeti başkanı Tevfik Paşa bu 'antlaşma (muahede) projesi'nin 'bağımsızlık' ve hatta 'devlet' kavramlarıyla bağdaşmasının mümkün olmadığını söylemiştir.
2- Sevr şartlarının Türkiye'ye bildirilmesinin üzerinden sadece 10 gün geçmiştir ki, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sultanahmet meydanında düzenlenen mitingde kürsüye çıkıp ateşli bir konuşma yapmış ve projedeki şartların asla kabul edilemeyeceğini haykırmıştır.
3- Sonradan adı haine çıkartılacak olan Ali Kemal "Peyam-ı Sabah"ta Sevr şartlarını lanetlemiş, Veliahd Abdülmecid Sevr'in Türkiye'yi köleleştireceğini iddia ederek karşı çıkmış, Sultan Vahdettin ise ondan "mecelle-i mesâib", yani 'musibetler belgesi' diye söz etmiştir. Gördüğünüz gibi içeride de Sevr'den memnun olan yok, dışarıda da. Öyleyse neden zorla imzalatıldı Sevr? Demek ki, Sevr'i Sevr'in içinde kalarak anlayamayız. Sevr'in dışında bir "Arşimed noktası" yakalamak zorundayız onu hakkıyla değerlendirebilmek için.
Şimdi gelelim Vahdettin'in Sevr'i imzalayıp imzalamadığı meselesine. İsterseniz bu konuyu ben değil, yukarıdaki bilgileri aktardığım Kemalist tarihçi Sina Akşin açıklasın ("İç Savaş ve Sevr'de Ölüm", T. İş Bankası Yayınları, 2010, s. 220 vd.):
"Vahdettin imzalattığı Sevr Antlaşması'nı hiçbir zaman onaylamadı (...) İlginç olan başka bir şey, sonbaharda Vahdettin'in kendisi de feragat "silahını" kullanmaya başladı. (...) De Robeck bu olasılık karşısında hayli heyecanlandı, çünkü [eğer Vahdettin tahttan çekilirse] Abdülmecit'e bu antlaşmayı onaylatmak çok zor olacaktı. (...) Vahdettin San Remo'da dikte ettiği anılarında Sevr'i zorunluluktan ve zaman kazanmak amacıyla imzalattığını, ama onaylamaya hiç niyeti olmadığını söylemiştir."
Gerçi Akşin hoca Vahdettin'in onaylamayışını son tahlilde Milli Mücadele'nin başarısına bağlamak istemişse de (ki bunda haklılık payı var), Sevr'in neden bir 'antlaşma' değil de, bir 'proje' olduğunu açıklamaktan kaçınmamıştır (s. 219). Akşin haklı olarak uluslararası antlaşmaların onay süreci tamamlanmadan yürürlüğe girmediğini, dolayısıyla Sevr projesinin Osmanlı heyetince imzalanmış bile olsa 'antlaşma' kimliğini kazanabilmesi için meclis ve padişahın onayından geçmesi gerektiğini yazıyor. Ne var ki, o sırada meclis kapalıydı ve üstelik padişah İngilizlere ayak diriyordu.
Nitekim İngiltere Parlamentosu tutanaklarında yapılan bir araştırmada üyelerden birinin Sevr'i "insanlık kibrinin ve ahmaklığının anıtı" saydığını görüyoruz. Bir şeyi daha: Lozan görüşmelerini kabul etmek suretiyle Sevr'i "yırtan taraf" olarak İngiliz hükümetini tebrik ettiğini görüyoruz. (M. Çufalı, "Lozan konferansı ve...", ATAM, Temmuz 2000, s. 564.) Biliyorsunuz, Sevr'i bizim yırttığımızı söyler dururuz. Öğreniyoruz ki, İngilizler de ondan şikayetçiymiş.
Atatürk Sevr'e 'proje' (tasarı) diyor, uyanmıyorlar. Akşin 'kimse ciddiye almadı' diyor, fark etmiyorlar. Bizzat İngilizler 'Hangi ahmak yaptı bu antlaşmayı?' diyorlar, duymuyoruz. Şeyhülislamından Padişahına kadar kimsenin kabul etmediğini yazıyorsunuz, yine tutturuyorlar 'Sevr'de bizi parçalamak istediler'.
İnsanı söyletecekler: Sanki Lozan'da hareket noktası olarak Sevr'i almamışız, sanki Sevr'in bir çok maddesi Lozan'da güle oynaya kabul edilmemiş gibi...
Elbette Osmanlı Devleti'ni parçalamak istediler ama neden? Devletleri parçalama sadizmi mi kaplamıştı İngilizleri, yoksa bir gaye için miydi bu? "Yurtta sulh, cihanda sulh"un bu gayeyle bir ilgisi var mıydı? İşgal altındaki Müslümanlarla bütün ilişkinizi keseceksiniz emrini veren Sevr'in 139. maddesinin 90 yıl sonra yırtılmaya başladığını söylemek neden cesaret ister?
1928 yılında Genelkurmay Harp Tarihi Encümeni'nin hazırladığı bu ilginç harita, Mondros, Sevr ve Lozan'da çizilen sınırların mukayese edilebilmesi amacıyla hazırlanmıştır.

KEWEEL NİHAYET!

Bu sene gene her golünden sonra kızlarımla o şarkıyı söyleyeceğiz.Harry Harry KEWELL....

18 Temmuz 2010 Pazar

8 YIL ÖNCE NEREDEYDİK ?

Vatan Gazetesi yazarı Mustafa Mutlu, AKP'nin iktidara geldiği 8 yıl öncesi ile bugününü karşılaştırdı.
İşte Mutlu'nun o karşılaştırması:
Dün de yazdım: AKP’liler böbürlenmekte sınır tanımıyor; ineklerin süt verimindeki artışı bile kendilerine mal ediyor...
Başbakan da bulduğu her fırsatta, son sekiz yıldaki araç, cep telefonu ve internet kullanıcılarının sayısındaki artıştan söz ediyor...
Peki; ya diğerleri?
Örneğin:
* Sekiz yıl önce kaç kişi kredi ve kredi kartı borcunu ödeyemeyip icralık oluyordu, bugün kaç kişi aynı şeyleri yaşıyor?
* Sekiz yıl önce kaç kişi ekonomik suçlar nedeniyle cezaevinde bulunuyordu, bugün kaç kişi aynı suç yüzünden cezaevinde?
* Sekiz yıl önce kaç kişi borçlarını ödeyebilmek için organlarını mafyaya satıyordu, bugün kaç kişi satıyor?
* Sekiz yıl önce iflas edip işyerini kapatmak zorunda kalan esnaf sayısı neydi, bugün ne?
* Sekiz yıl önce kaç kişinin devlete vergi borcu vardı, bugün bu sayı kaça ulaştı?
* Sekiz yıl önce kaç bakkal, manav, kırtasiyeci, kasap, tuhafiyeci vardı, bu gün kaç kişi bu işleri yapıyor?
* Sekiz yıl önce bir yılda kaç kişi iş bulabiliyordu, bugün kaç kişi bulabiliyor?
* Sekiz yıl önce işçilerin yüzde kaçı sendika üyesiydi, bugün bu oran kaça düştü?
* Sekiz yıl önce büyük bir hevesle üniversiteyi bitiren öğretmen adaylarının kaçının ataması yapılıyordu, bugün kaç öğretmen adayı atama için bekliyor?
* Sekiz yıl önce bankalarımızdaki yabancı sermaye payı yüzde kaçtı, bugün yüzde kaç?
* Sekiz yıl önce kaç kişi elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarını ödeyemiyordu, bugün bu sayı kaça ulaştı?
* Sekiz yıl önce resmi istatistiklere göre kaç kişi açlık sınırının altında bir gelire mahkûmdu, bugün bu sayı ne?
* Sekiz yıl önce kaç kişi sokaklarda yatıyordu, bugün bunlar kaç kişiler?
* Sekiz yıl kaç önce kaç dilenci vardı, bugün kaç dilenci var?
* Sekiz yıl önce mendil satan çocuk sayısı neydi, bugün ne?
* Sekiz yıl önce kişi başına düşen et tüketimi yılda kaç kiloydu, bugün kaç kilo? Etin kilosu o zaman kaç liraydı, bugün kaç lira?
* Sekiz yıl önce devletin sahip olduğu gayrimenkullerin toplam metrekaresi ne kadardı, bugün ne kadar?
* Sekiz yıl önce devletin elinde kaç tane büyük şirket vardı, bugün kaç şirket kaldı?
* Sekiz yıl önce benzinin fiyatı neydi, bugün ne?
* Sekiz yıl önce emeklilerin sağlık harcamalarının yüzde kaçını devlet üstleniyordu, bugün yüzde kaçını üstleniyor?
* Sekiz yıl önce yılda ortalama kaç boşanma davası açılıyordu, bugün kaç dava açılıyor?
* Sekiz yıl önce kaç kişinin telefonları dinleniyordu, bugün kaç kişi dinleniyor?
* Sekiz yıl önce kaç gazeteci, aydın, düşünür, siyasetçi, subay, dernek yöneticisi, işadamı, sendikacı tutukluydu; bugün kaç kişi tutuklu?
* Sekiz yıl önce ülkeden kaçıp başka ülkelere yerleşen vatandaş sayısı neydi, bugün ne?
* Sekiz yıl önce AKP, dokunulmazlıklar, seçim barajı, ifade özgürlüğü gibi konularda ne diyordu, bugün ne diyor?
* Sekiz yıl önce tarikatlar nerede gizleniyordu, bugün hangi lüks villalarda günlerini gün ediyor?
* Sekiz yıl önce teröre yılda kaç şehit veriyorduk, bugün kaç şehit veriyoruz?
Ve son soru:
* Sekiz yıl önce fuhuş yapmak zorunda kalan kadın sayısı tam olarak neydi, bugün kaç kadın fuhuş bataklığına sürüklenmiş durumda?
***
Eğer bu sorulara verilen yanıtlar, AKP iktidarı döneminde sorunların azaldığını ortaya koysaydı...
AKP’lilerin, “Bizim dönemimizde ineklerin süt verimi arttı” diye böbürlenmelerini duymazdan gelebilirdim...
Ama gerçekler bu kadar iç acıtıcı bir haldeyken, onların “Onu yaptık, bunu yaptık” diye efelenmelerine...
Ne yalan söyleyeyim; kuduruyorum!

13 Temmuz 2010 Salı

DÜNYA KUPASININ EN İYİ FUTBOLCULARI

Kaleciler:

1-) Iker Casillas: Anlatmaya ve tartışmaya gerek yok. Şampiyon takımın 2 gol yiyen kalecisi. İtalya 3 maçlık kupasında bundan daha fazlasını yedi, David James tek maçta bunun iki katını yedi. Çeyrek finalde penaltıyı, yarı finalde Kross'u, finalde Robben'i durdurduğunda maçların son dönemleriydi ve skor 0-0'dı. Kader anı hep o oldu. Azizler öyle anlarda ortaya çıkar .

2-) Manuel Neuer: Çok enfes maçları olmadı, kalede varlığı da öyle büyük güven sağlamıyordu. Ama Lehmann'ın bıraktığı, Enke'nin intihar ettiği, Adler'in sakatlandığı bir dönemde, bir anda kaleye geçti ve yarı-final oynadı. Zor işin altından kalktı.

3-) Fernando Muslera: Yarı-final ve 3.lük maçındaki hataları yapmasa daha yukarıda olurdu. Yine de sempatimi kazandı.

Bekler:

1-) Philipp Lahm: Sadece bir bek, sadece bir futbolcu değil aynı zamanda kaptan. 23-24 yaşındaki futbolculara liderlik yaptı, bunu yaparken sadece 26 yaşında. O kupa bir gün onun ellerinde kalkmalı.

2-) Sergio Ramos: Henüz 24 yaşında olduğunu unutmadan değerlendirmek lazım. Kupada yine esti. Elemelerdeki Türkiye maçını aşmasa da yine çok iyidi.

3-) Fabio Coentrao: Brezilya ve İspanya maçında çok çok iyidi. Üstelik karşısında Maicon-Alves ve Ramos gibi isimler vardı. Hızı etkileyici, tekniği iyi. Ama en önemlisi oyun disiplini had safhada. Her atakta ileri çıkmasına rağmen, gerideki yerini de kaybetmiyor, oyuna küsmüyor, 90 dakika iş yapıyor.

Stoperler:
1-) Pique-Puyol: Ayıtmak mümkün değil. İkisi bir arada. Hatasız oynuyorlar, kupayı kaldırıyorlar.

2-) Ricardo Carvalho: Ne olursa olsun, kupayı tek gol yiyerek kapatan bir takımdan bir futbolcu buraya girmeliydi. Carvalho, tecrübesiyle o defansın lideriydi.

3-) Arne Friedrich: Küme düştüğü sezonun sonu yarı-final oynarak noktalaladı. Özellikle Gana ve İngiltere maçlarında harikaydı. Kesciliği ve mücadelesi zevk verdi. Arjantin maçında da gol atarak güzel oyununu bir golle süsledi (kilişe).

Orta Saha:
1-) Bastian Schweinsteiger: Bu kupa bambaşka bir Bastian izledik. Löw'ün payı muhakkak büyük. Ballack'sız, Frings'siz, Rolfes'siz, Trasch'siz, Hitzlsperger'siz orta sahanın tüm yükünü o çekti. Onun yanında Khedira bile kendini aştı.

2-) Anders İniesta: Final maçında gol atan adam olma özelliğinden daha fazlasına sahip. Takımı yönelndirdi. Yine de sezon içindeki Iniesta değildi.
3-) Michael Bradley: Babasının torpiliyle oynamadığını gösterdi. Takımı daha ileriye gitseydi, onun da yıldızı daha çok parlardı. Kondüsyonlu ve güçlü ABD takımının karakterini kendine yansıtan biri isim oldu. Bu çocuk daha 22 yaşında.

Kanatlar:
1-) Thomas Müller: Tamam Müller kanat değil. Ama Müller ne? Mevkisi olmayan bir futbolcu. Bu Dünya Kupası'nda kanat adamları parlamadı, o nedenle Müller'i buraya koymak çok da saçma değil. Müller 2 sene sonra merkez santrfor, 4 sene sonra ön libero oynayabilir. 21.yüzyıl topçucu yetişiyor sanırım.

2-) Andre Ayew: Çok iyi değildi. Çok daha fazlası bekleniyordu, yine de 21 yaşındaki bir genç için fena değildi. Oynamadığı maçta takımı onu çok aradı.

3-) Giovanni Dos Santos: Biraz eyyam yapalım ve Santos'u koyalım. Turnuvada iyi olduğunu kimse inkar edemez. Çok iyi değildi ama iyidi. Bu 3 oyuncunun en iyi genç oyuncu adayı olduğunu da hatırlatalım.
Forvetler:
1-) David Villa: 5 gol attı. Takımı taşıdı. Kenarlara sıkışsa da takımı taşıyan isim oldu. Portekiz ve Paraguay maçlarında emeği çok fazlaydı. Goller o işlerin hediyesi oldu.

2-) Diego Forlan: Forlan bazen forvet, bazen daha gerideydi. Forvet performansı turnuvanın en iyisi değildi, orta saha performansı turnuvanın en iyisi değildi ama her zaman sahanın en iyisiydi. Ve turnuvanın da en iyisiydi. Her işe koşturan futbolcu ödülü olsa ona verilirdi, altın top ile onore edildi.

3-) Miroslav Klose: Bütün bir sezonu yedek geçir, sonra kupada gol yükü çek. Klose böyle bir adam. Süper yetenekleri olan, olağanüstü güçleri olan bir adam değil. Çocuklar onun gibi saç traşı olmaz, onun formasını satın almaz, reklamlarda oynamaz. Ama her taraftar onun gibi bir futbolcusu olsun ister. Bayernliler ve Almanlar çok şanslı. Sırp maçında kırmızı görmeseydi, bugün Ronaldo'nun rekoru kırılmıştı.

Şampiyon İspanya


Euro 2008'de futbolun sonraki 2 yılına ilişkin yolu belirleyen takımın iskeletini oluşturduğu Barcelona 2009'da CL şampiyonluğuna ulaşmıştı. Aradan bir yıl geçti, Barcelona aynı Barcelona değildi. Finale ulaşamadı. İspanya da bu turnuvada aynı İspanya olmadı, ama bu kez kazanmanın yolunu yeniden çizebilmişlerdi. Turnuvaya başladıkları gibi bitirdiler, zirve futbol sahnesinde son 2 yılda ne gördüysek önümüzdeki 2 yılda da benzerini göreceğimiz kesinleşti. Zamanın en özel oyuncu topluluğuna sahip İspanya, 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'nın şampiyonu oldu.

Maç öncesi yazılara sırtımızı dayayıp, orada bahsedilenleri tekrarlamayalım. Fakat hesaba katmadığımız bir şeyler vardı belli ki, maç beklenenden farklı gelişti. Hocalar bizim bahsettiğimiz pek çok şeyi değersiz buluyor olabilir, bu da onun bir başka örneğiydi. Hollanda önceki maçlarındaki gibi derinde beklemedi. Savunmayı önde kurdu, orta saha oyuncuları orta saha yuvarlağının ötesine geçmediler ve ileri üçlü rakip yarı sahada pres yaptı. İlk kez bu turnuvuda 6+4 olarak bölünmediler. İspanya ilk 10 dakika üç ara pasıyla savunma arkasındaki geniş alanı kullanmak istedi. İki ofsayt oldu, birinde Villa topu alıp servis yaptı. Bundan sonra Sneijder'i daha geride oynatıp atakların ikinci bölgede olgunlaşmasını engellediler. Sneijder'in de sürekli Xavi'yi kovalamasıyla Busquets'in sürekli sırtı dönük top alıp oyunu açması gerekiyordu. Almanya maçının yıldızlarından biriydi, ama bugün baskı altında iyi top kullanamadı. Yine de onun derinde pozisyon alarak zaman zaman üçüncü stoper gibi oynaması, geriden top çıkarırken boş alan yaratması parçaların uyumu için gerekliydi.Hollanda rakibin ikinci bölge ötesinde pas yapmasını engelledi. Robben ve Sneijder tehditlerine RVP'nin başında bekleyen stoper ve Capdevilla'nın çakılı oyunu eklenince pas trafiğine geriden yeterli destek gelmedi. Bu sayede İspanya'nın yeterli alan yaratamama sorunu iyice ortya çıktı, İspanya pasifize edildi. Üstelik topla oynama yüzdelerinde uçurum olmadan. Bunu yapmak hiç kolay değildi, ama turnuva boyunca yeterliliklerini sorguladığımız Heitinga, Mathijsen ve van Bronckhorst muhteşem oynadılar. Keza De Jong ve van Bommel erken sarı kart almalarına rağmen (De Jong'un sarı kartı kesin kırmızı, hatta bir de savcılığa suç duyurusu ister.) çok iyi oynadılar, sertlikle de olsa bir şekilde rakibi durdurmayı başardılar. Gaddarlık olmadıkça topa sert oyun kabul edilebilir, ama Hollanda özellikle ilk yarıda bu ölçüyü epey kaçırdı.

İspanya'ya dair hep bahsettiğimiz konu şu ki, Barcelona'yla birebir eşleştirilmeleri için kenar adamı ve bir adet uzak forvet kullanmalılar. Ama İspanya turnuva boyunca asla ikisini birlikte kullanmadı. David Villa'nın etkisizliğini neden bundan önce sol kenarda oynatıldığı açıklar. Amaç, Villa'nın demarke pozisyonda top alması ve topu, sınırlı alanı en efektif kullanacak oyuncuya en uygun şekilde tahsis etmekti. Fakat Torres'in aşırı uyumsuz ve yetersiz oyunu bir tercihi daha zorunlu kıldı. Tıpkı ABD ve İsviçre mağlubiyetleri sonrası David Silva'nın ya da benzeri bir kenar adamının kızağa çekilmesi gibi, İspanya yine en uygun kazanma formülünü aradı. Sonuçta bugün yine Pedro tercih edildi, ama Hollanda'nın hesapta olmayan oyunu planları bozdu.Oyunun değiştiği an 60. dakikadır. Pedro çıktı, oyuna safkan kanat oyuncusu Jesus Navas girdi. Daha önce bahsetmiştim, üstteki diyagram da Navas-Pedro (ya da Torres-Villa ikilisi sahadayken) farkını yeterince iyi anlatıyor. Fakat değişiklikten kısa süre sonra Robben bir boşluk buldu, ama Casillas ayağının ucuyla topu kornere gönderdi. İki dakika içinde önce oyunun gidişatını değiştirmeye yönelik hamle yapılmıştı, sonra da skor sürprizi önlenmişti. İspanya şu durumda Navas'la risk almıştı, Bert van Marwijk da bu riski karşılamak yerine kısa zaman sonra karşıt hamleyi yaptı. Kuyt'ı çıkarıp Elia'yı ters kenara oyunu genişletmesi amacıyla koydu. Hollanda geçmiş maçlarında bu kadar önde oynamıyordu, dolayısıyla tek bir maç hariç Elia'ya (ya da Robben'in düz ayakla oynamasına) ihtiyaç olmamıştı. Oyun kazan-kazan'a döndü, ama kaçan pek çok net şans oyunun gidişatına dair fikirleri onaylasa da skorun değişmesini engelledi. Navas değişikliği İspanya'yı daha geniş alanlara taşıdı, gol de bu sayede geldi.

Del Bosque maç biterken Xabi-Fabregas değişikliğiyle Xavi'yi kalabalıktan dışarı çekti. Iniesta rakip kaleye daha yakın oynamaya başladı, Fabregas'la daha yaratıcı oldular. Bu hamle uzatmalarda meyvesini verdi ve Iniesta, Heitinga'yı oyundan attırdı. Oyun ilk 10 dakikası itibariyle dahi bir kırmızı kartla şekillenmeye meyilli gidiyordu, geç de olsa 11-10 oyun farkı oluştu. Navas topu taşıdı, atağın yönü değişti. Torres ve Fabregas'ın içerisinde olduğu atak Iniesta'yla nihayete ulaştı ve ağları buldu. Del Bosque, bir maçı daha maç içi hamlelerle çözdü. Hollanda'nın beklediği pozisyonları bulup değerlendiremediği maçta İspanya, kazanmanın en doğru yolunu takip ederek Dünya Kupası'na ulaştı.Maçtaki hakem hataları, ölçüsüz sertlik, kaçan pozisyonlar, kırılma anları, golden önce hem Fabregas'a çarpan hem de Casillas'ın dokunduğu topun aut verilmesi... ve daha bir çok ilginç ayrıntı. Maça dair konuşulacak çok şey var, ama tüm bunların dünya futbolunun en büyük maçı oynanmışken yarını yok. İspanyol'lar ve Hollandalı'lar bol bol konuşacaklardır. Yarın, futbol için 4 yıllık yeni bir dönem başlayacak. Buradan o günlere neler kalır, kısa bir süre buna bakabiliriz belki.

Hollanda, genel kadro kalitesi itibariyle tarihindeki sıradan kadrolardan biriyle katıldığı turnuvada Dünya Kupası finali düzeyi için aşırı dengesiz olan savunma hattıyla finale ulaşmayı başardı. Bunun için geleneksel oyun tarzlarını değiştirdiler. İçinde bulundukları koşulları kabullenerek, zaaflarını tolere edip, güçlü yanlarını ortaya çıkararak kazanmanın yolunu takip ettiler. Hollanda'nın dahi bunu yapmış olması futbola ilişkin yenilikçi fikirlere artık kayıtsız kalınamadığını ve bu oyunda (insani hasletler korunmak kaydıyla) kazanmaktan daha önde hiçbir şeyin olmadığını, olmaması gerektiğini tekrar vurguladı. İspanya ise bir altın jenerasyonun, kendini futbol üzeri konumlandırılan bir kulüp olan Barcelona'nın, güç aldığı değerleri üstün kılmak, mevcudiyetini ortaya koymak ve futbol sahasında en iyisi olmak adına dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar gelişimlerine emek sarfettiği oyuncuların temeli üzerinden çizilen doğrultuyu takip etti. Yolu bu kez biraz değiştirdiler, ama en sonunda kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu oyuncular, bu iskelet yıllardır alkışlanıyordu, artık alkış sesleri daha yüksek çıkacak. Başka değişen bir şey yok, zamanın en iyi oyuncu topluluğu onlar. Bu kadronun yanında ismi yaldızsız kalan Vicente Del Bosque de üstün insan yönetimi becerisinin yanına eldeki geniş ve çok nitelikli kadronun nimetlerini koydu ve maç taktisyenliğiyle bu kupada en büyük paya sahip oldu. Özür dileriz tekrardan Bay Yeniköy Kasabı!
VE..MUTLU SON!

12 Temmuz 2010 Pazartesi

ŞAMPİYON İSPANYA

Ahtopot gene billdi.      Helal sana İSPANYA!     Dünya'nın en büyüğü İSPANYA..

11 Temmuz 2010 Pazar

KANA BULANAN GÜMÜŞ (Srebren).UNUTMA....UNUTTURMA.

1995- BOSNA - Srebrenica Katliamı


İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da yaşanan en büyük katliam olan Srebreniça Soykırımı'nın bugün 15'inci yıldönümü.
 Şerif Turgut, 200 binden fazla insanın hayatını kaybettiği Bosna Savaşı'nın ve Srebreniça katliamının en önemli tanıklarından. Türkiye'nin ilk kadın savaş muhabiri olan Turgut, savaş döneminde beş yıla yakın süre bilfiil Bosna'da yaşadı. Bu dönemdeki haberleriyle hem yurtiçinde hem de yurtdışında 10'un üzerinde ödül aldı. Türkiye'de 1990'larda ..
"Kahraman Şerif" olarak ünlenen gazeteci, Bosna Savaşı için "benim kişiliğimi, hayatımı değiştirdi" diyor. Bosna, Turgut’un ilk savaşı ve daha sonra yedi farklı savaş ve çatışma bölgesinde yaşamasına rağmen “Bosna gibi insanın dilinin tutulmasına yol açan, kelimelerin bittiği, düşünce boyutunun artık tükendiği noktaya geldiği başka bir şey görmediğini” söylüyor. Turgut, Srebreniça katliamını ise, "Hiç kimse bir şey yapmadı. Hiç kimse. İnsan beyninin çıldırma noktası diye bir şey var. O nokta bu noktaydı. Kelimelerin anlamını yitirdiği ve her şeyin anlamsız olduğu son nokta" diye anlatıyor. Turgut, anma törenlerine katılmak için Srebreniça'ya gitmek üzere hazırlanırken, yazmakta olduğu kitabı üzerinde çalıştığı İstanbul'da 15 yıl geriye giderek o dönemde, katliamın öncesinde ve sonrasında tanık olduklarını hurriyet.com.tr'ye anlattı: Katliam öncesi Bosna’daki durum nasıldı? Böylesine büyük bir şeyin yaşanabileceği yönünde işaretler görüyor muydunuz? Kuşatma altındaki Srebreniça’da bunu bekliyorduk, hem de uzunca bir süredir bekliyorduk. Çünkü yıllarca yardım konvoyları bile giremiyordu kente. Savaşta Bosna'daki Müslüman nüfusun yüzde 10'u hayatını kaybederken, birçoğu da başka ülkelere göç etti. Doğu Bosna’daki Srebreniça ve Zepa gibi, savaş öncesi çoğunluğu Müslüman olan diğer birçok kent şu anda Bosna Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde. Sırbistan eski Cumhurbaşkanı Miloseviç ve Mladiç tutuklanarak Lahey’de kurulan mahkemede yargılandı. Ancak Srebreniça ve benzeri daha birçok katliamın sorumlusu olarak gösterilen Ratko Mladiç ise hala kaçak. Srebreniça'yla, Saraybosna'daki Cumhurbaşkanlığı binasından amatör telsiz bağlantısı kuruluyordu. Zaman zaman gazetecilere de izin verilirdi. Tek temas şekli buydu. Mesela Bosna Hersek televizyon binasında güvenlikçi olarak çalışan Srebreniçalı bir arkadaşım vardı. Benim bu görüşmelere ara sıra da olsa girebildiğimi bildiği için ailesindekilerin isimlerini vermişti, acaba bir fırsat olur da sorup bilgi alabilir miyim diye. Sonra katliamdan birkaç hafta önce, karşımızdaki insanlar bizimle resmen vedalaştılar.
Yani bir şeyler olmaya başlamıştı Srebreniça'da. Bu, onlarla son konuşmamızdı. Gelen bütün olumsuz haberlere rağmen bu boyutta bir katliam yaşanacağını düşünememiştik. Ama insanlar artık orada bir şeylerin sonunun geldiğini hissetmişti. Srebreniça’dan zaten hep kötü haberler alıyorduk ama bu kadarını da beklemiyorduk, şok olmuştuk. Sırpların şehre girip katliam yaptığından ne zaman haberiniz oldu? Hemen haberimiz oldu. Duyar duymaz Tuzla'ya geçtik. Binlerce insan ilk günden kaçıyor, kimisi dağlarda öldürülüyor, telef oluyordu. Gelebilenler Tuzla'ya geliyordu. İlk şahitler, bize anlattılar olanı biteni. Günlerce Tuzla'da bekledik. Akın akın insanlar geliyordu. Katliamlar bir anda olmadı, günlerce sürdü. Bu yüzden neler yaşandığını biliyorduk, gelenler anlatıyordu. Ama hiç kimse bir şey yapmadı. Akıl alır gibi değil. Sanki bunun böyle olması istenmişti. Kim ya da kimler istediyse Srebreniça tümden yok edilene kadar bütün dünya seyretti, kılını kıpırdatmadı.
SU BORULARI SİLAH, KOLA KUTUSU BOMBA
Göz göre göre katliam yani? Geliyordu, herkes biliyordu, öldürülmeler başladı. Kimse için “Aaa bilmiyorduk yeni duyduk” denilecek bir şey değil. Seyrettik. Boşnakların hiç bir gücü yoktu, silah ambargosu uygulanıyordu. Sırpların Sırbistan'ı, Hırvatların Hırvatistan'ı vardı, profesyonel orduları, silahları, lojistikleri vardı. Boşnakların ne profesyonel silahı vardı ne de askeri. Kuşatma şehirlerini savunanların yüzde 90’ı savaş sırasında asker olmak zorunda kalmış sivillerdi. İnanır mısın, su borularından tüfek yaptılar, kola kutularından el yapımı bomba ürettiler kendilerini savunabilmek için. Bugün bile orada gördüklerimi düşündüğüm zaman insanlık adına her şeye inancımı kaybediyorum, içim deliniyor.
“YERLERDE SAÇLAR VE DİŞLER VARDI”
Gazeteciler Srebreniça'ya ne zaman girebildi? Hemen gidemedik. Birkaç hafta sonra girebildik. Ben İspanyol bir meslektaşımla girdim. Bir yer vardı şehrin dışında. Depo gibi kapalı bir yer, oldukça büyük. İçine ne kadar insan alırsa doldurmuşlar, yüzlerce ve geçmişler karşılarına takır takır taramışlar, bombalamışlar. Duvarların o halini, 10 tane ressam getirsen yapamazsın. Kanlı parmak ve el izleri vardı, kafa derileri yapışmıştı. Yerlerde de saçlar, dişler. Toplu toplu öldürmüşler insanları. Sonra da buldozerlerle götürüp gömmüşler, kimlikleri tanınmasın diye asit dökmüşler üzerlerine. İnanılmazdı. Srebreniça'dan kaçıp Tuzla'ya gelenlerin durumu nasıldı? Srebreniça'dan gelenler deliriyordu. İntihar edenler de çoktu. Kamplar vardı. Delirenlerin saçlarını kesiyorlardı. Hatırladığım Türk gazetecisiyim dediğim zaman, orada Türkiye'ye karşı bir sevgi var ya önüme gelen elime koluma yapışıp liste veriyordu. Elimde sayfalarca sayfalarca liste... Sanki onlar için bir umuttum ama aslında değildim. Günlerce öyle gezdim, binlerce isim... Bir süre bulmaya çalıştım. Kimseyi bulamadım, Kızılhaç'a verdim. Ve o biraz delirenler de şöyle şeyler isterlerdi. Koskoca kadın Barbie bebek, dondurma isterdi. Çok fazla insan çıldırdı, gerçekten çıldırdı. Çıldırmanın gerçek olduğu yerdi orası. Orada çok kötü olmuştum.
BM ASKERLERİNE KARŞILIK SIRPLARA BOŞNAK VERDİ
Şunu anlamakta zorlanıyorum. Sonuçta bu bölgeler BM güvenli bölgeleri değil miydi? BM neden müdahale etmedi? Evet. BM bu tür çatışma ve çatışma sonrası durumlarda iki farklı misyonla göreve gider. Birincisi barış koruyucu. Bosna Savaşı'nda da bu görevle, yani aslında barışın olmadığı yerde barış korumak için konuşlandırıldı. Bu da şu demek sadece yardım konvoylarına ve BM’nin kendi çalışanlarına ateş açılırsa kendilerini savunmak için onlara karşı ateş açabiliyorlar. İkincisi ise barış yapma gücü. İyi bir liderlik ve bu görevle gidildiğinde sonuç alınabiliyor. Bosna'da NATO'nun hava gücü de vardı. Karadaki BM komutanı ararsa ihtiyacım var diye, NATO gelip karadan değil havadan müdahale ediyordu. Arada sırada bir iki tankı vuruyor ama genelde havada iki tur atıp gidiyorlardı. Dahası Srebreniça'da katliamlar başladığında halktan 5-10 bin kişi Hollandalı askerlerin korumasındaki BM karargahına sığınmıştı. Temmuz’da Sırpların komutanı Ratko Mladiç 15 civarında Hollandalı askeri esir aldı ve gidip BM'ye, "Ya askerlerinizi öldürürüm ya da bana bütün bu Boşnakları teslim edersiniz" dedi. Hollandalı komutan da bu takası yaptı. Sonra NATO'ya telefon açıp, yardım istedi. Savaş uçakları gelip gözdağı vermek için iki tur attı, gitti, o kadar. Bosna'nın şöyle bir şansızlığı vardı. Soğuk Savaş sonrasının deneme tahtası oldu. Kartlar yeniden karıldı. Batılılar laboratuar der. Boşnak kanı en ucuzuydu. Avrupalıların büyük çoğunluğu taraf olarak Sırplar ve Hırvatlar arasında bölünmüşlerdi. Nötr olanlarda ise Boşnak taraftarlığı yoktu. Rusya ve Çin açık açık Sırp taraftarıydı. Bizim Boşnaklara kalan Türkiye ve birkaç Müslüman ülke. Sonra da biraz geç de olsa ABD devreye gerdi ve zaten Amerikanın ciddi müdahalesi sonucu savaş sona erdi.
TÜRKİYE SİLAH OPERASYONLARI YAPTI
Bosna Savaşı, Türkiye’de de çok yakından izlendi. O dönemde Türk sivil ve askeri yetkililer Bosna’da faal durumda mıydı? Türkiye geç de olsa çok da iyi işler yaptı. Katliam haberleri arttıkça Türkiye'de tepki doğmaya başladı. 1994’ten sonra ciddi silah operasyonları yaptı ve Bosna ordusunu belli bir noktaya getirecek kadar da gelişmesini sağladı. TSK yapabileceğinin en fazlasını yaptı ama Doğu Bosna’ya kimse ulaşamıyordu. Mesela 1995 öncesinde Srebreniça katliamı olduğunda bizim Kızılay halen fiili olarak orada değildi. Ve haber yapmıştım. Rahmetli Bülent Ecevit parlamentoda dile getirmiş ve hemen ardından gelmişti Kızılay. Türkiye bazı uluslararası kuruluşlar üzerinden para veriyordu ama fiziken çok etkinliği yoktu. Sonrasında başladı. İnanılmaz yardımlar getirdiler. Ayakta kalan bütün kuşatma altındaki şehirlere. Türkiye'de Bosna'dakinden fazla Boşnak yaşıyor. Şöyle bir şey söylenir. Ben kulaklarımla duymadım ama Süleyman Demirel bir NATO toplantısında "benim Balkan kökenli bilmem ne kadar pilotum, askerim var, artık ordumu kontrol edemiyorum, bir şey yapmanız lazım" dediği söylenir. Hikmet Çetin'in orada yaptıkları birer destandır. Boşnakların kim olduğunu çoğu Batılı bile bilmezken onların birebir savunuculuğunu yaptı. Keza çok kısa süre bakanlık yapan Mümtaz Soysal ve sonrasında İsmail Cem de çok iyi işlere imza attılar. Neden bu müdahale gecikti? 1992'de şöyle bir olay oldu: Bizim hükümetten bir bakan, yardım malzemeleriyle birlikte askeri uçakla Saraybosna'ya iniyor. Bosna Hersek Başbakan Yardımcısı havaalanına geliyor görüşmek için. Boşnak Başbakan Yardımcısı, bu görüşmeden hemen sonra BM aracının içinde şehre geri dönerken, Sırplar tarafından yolda durdurulup arabanın içinde katledildi. Bu, Sırpların Türkiye'ye tepkisi biçiminde algılandı ve bölgede bulunan bazı Avrupalı güçler tarafından 1994'e kadar Türk askerinin BM ile Bosna’da görev yapması bir şekilde engellendi. Türkiye'nin aktif katılımı bir şekilde engellendi. Bunu Türklerle Sırplar arasındaki tarihi husumetten dolayı diye açıkladılar, daha doğrusu bahaneleri buydu.
İRAN VE SUUDİ ARABİSTAN TÜRKİYE’YE KARŞI
Türkiye’nin dışında diğer Müslüman ülkelerden Boşnaklara destek geliyor muydu? Müslüman ülkelerin çoğu az ya da çok yardım yapıyor ancak bazıları öncelikle kendi çıkarlarını gözeterek hareket ediyordu. Mesela İran... Rejim o ana kadar çok izoleydi. Bosna'da bir şekilde gizli ya da açık Batı'yla iletişim kuruyordu. Burada içimi acıtan bir örnek vereyim: Nisan 95'te yani Srebreniça katliamından 2 ay önce İran, Yunanistan'la mini temas grubu kurdu. Yunanistan ve İran dışişleri bakanı Saraybosna'da Bosnalı bakanı da toplayıp biz barış getireceğiz diye bir toplantı yaptılar. Biz oradaki gazeteciler çıldırmıştık. Çünkü Yunanlılar çok açık biçimde Sırpları destekliyordu. Birçok kişi bunun Türkiye'ye karşı atılmış bir adım olduğu görüşündeydi. Herkes en büyük kartı kim oynayacak diye baktığı için Müslümanlar arasında dayanışma mantığı pek olmadı. Suudi Arabistan’da açıkça olmasa da Türkiye’yle rekabet ediyordu ve hala da eder. Maalesef yüzyıllardır süregelen, Arap, Farsi ve Türkik Müslümanlık anlayışının rekabet sahasına döndürdüler güzelim Bosna’yı. Oysa Bosna Müslümanlığı, İslam’ın çok güzel bir modelidir. Hükümet başarılı, anahtar ab’de
AVRUPA’DA 50 YILIN EN BÜYÜK KATLİAMI
Komünizmin yıkılmasının ardından Yugoslavya içindeki ülkeler birbiri ardında bağımsızlık ilan etmeye başladı. Ancak 1992 yılında Bosna Hersek'te Hırvat, Sırp ve Müslüman Boşnak azınlıklar arasında çatışmalar çıktı. Bosna'daki Sırp milisler, Müslümanların ağırlıklı olarak yaşadığı Srebreniça, Zepa, Gorazde, Saraybosna, ve Bihaç; Hırvatlar da Mostar kentini kuşatma altına aldı. 1993 yılında Birleşmiş Milletler, Mostar hariç kuşatma altındaki şehirleri ve Tuzla’yı güvenli bölge ilan etti. Bunlar içinde Sırbistan sınırına 10 kilometre ile en yakın konumdaki Srebreniça'da bir gecede tarihin en ciddi katliamlarından biri yapıldı. Ardından da Zepa düştü. Zengin gümüş madenleri nedeniyle ekonomik açıdan da büyük önem taşıyan Srebrenica’da, bir gecede resmi kayıtlara göre 7 binin, görgü tanıklarına göre ise 10 binin üzerinde erkek Sırp milislerce katledildi. Savaş, 1995’te imzalanan Dayton Anlaşması’yla sona erdi.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

AYIP OLDU HEM DE ÇOK AYIP!

Yakışmadı Halil Ünal. Eskişehirsporumuzun senin Malın'la(!) gündeme gelmesi bizi  üzdü.                                                                                                                                         Pele'nin sağlık kontrolünün ardından bugün akşam saatlerinde takımın Gerede'deki kampına katılacağını ifade eden kulüp başkanı Halil Ünal, "Satışında yüzde 30 payı Porto Kulübü'ne vereceğiz. Eskişehirspor'un tapulu malı." dedi                                                  Böyle demeç verilir mi? Yakıştı mı bir Eskişehir'liye? Elalem sormaz mı şimdi, asıl mal kim diye?

9 Temmuz 2010 Cuma

Lorik Cana: Savaşın Çocukları Savaşçı Olur

Erik Gerets: « C’est le genre de joueur avec lequel vous partiriez à la guerre »
(O, savaşa gideceğiniz oyuncu sınıfındandır)

Bir kaptanı takımından ayırabilmek zordur. Geçen sezonun başında 3 yıllık sözleşmesi varken ilk çıkan haber Marsilya’dan ayrılmak istediğiydi. Her futbolcu Premier Lig’de oynamak ister. 6 milyon Euro bonservis bedeline bir anlam verememiştim. Sonuçta Sunderland için bir piyangoydu. Bu oyunda her zaman favori oyuncularınız vardır. Lorik Cana da Avrupa’nın en iyi onbirine koymadığım ama "benim onbirim dediğim" takımda yer verdiğim bir orta sahaydı. Cana gibi adamları sadece futbol yetenekleriyle değerlendiremezsin. Bazıları lider doğar. Cana da böyle bir adam. Ona "savaşçı" diyorlar. Başka şansı var mıymış acaba! 9-10 yaşında yaşadığı topraklarda savaş varken hayatta kalabilmek için ülkeyi terk etmek zorunda kalan bir ailenin, eski bir futbolcunun oğlu Cana. Gittikleri ülke ise İsviçre.

Lorik Cana’nın ailesi gibi Kosova’yı terkeden ve İsviçre’ye sığınan bir başka ailenin futbolcu oğlunu da analım: Valon Behrami. Cana’dan iki yaş küçük. Bugün Cana, Arnavutluk milli takımında oynarken, Behrami, İsviçre forması giyiyor. Cana’nın kariyerini yönetenin futbolcu babası olması bir talih tabii. İsviçre’den Fransa’ya geçiyor. Arsene Wenger’in uzun elleri, ona da uzanmış o günlerde. İngiliz futbolunun klasik engeli... Genç yetenek kontenjanından yararlanıp sınırı geçememiş. Paris Saint Germain kariyerinin (Taraftar gittiği için nefret etti. Pankartta da küfür ediyorlar (alttaki foto) son senesinde yolu bizim buralardan geçmiş Halilhodzic ona inanmasa; muhtemelen başka bir kariyeri olacaktı. O son sezonu, ona Marsilya kapılarını açtı. Marsilya zor kulüp. Lig desen, O.Lyon’un hükümdarlığı altında. Juninho atıyor, attırıyor, O.Lyon milleti deli ediyor. Cana’yı yakından takip ettiğim, Fransız basınından izlediğim dönem bu dönemdir. Arnavut bir oyuncunun, Fransa gibi kibirli adamların ülkesinde kaptanlığa yükselmesi ayrı bir başarı.

Marsilya’da kaptandan öte; bayrak adam gibiydi. Tribünler inanılmaz seviyordu onu, kale arkasına gittiğinde ortalık yıkılıyordu. Bu yüzden ayrılık haberine (Cana gitti Marsilya şampiyon oldu bu arada) pek anlam verememiştim. Bir zamanlar kapısından giremediği ülkeyi fethetmek istemiş olabilir. Sunderland sezon başında 6-9 arasına oynacak takımdı kafamda. Lorik Cana düzenli forma giydi, Steve Bruce ona kaptanlığı da verdi. Lakin sezon meşakkatli geçti. Sunderland, Darren Bent susunca yıkım yaşadı.
Galatasaray’ın Linderoth’un ardından iyi bir ön liberoya ihtiyacı vardı. Özellikle de Mehmet Topal, 4.2 milyona satılınca; akla gelen soru şuydu? Mehmet ideallerinin peşine düşmüştü, tutamazlardı. Peki Galatasaray, kasasında para yokken o göbeği kaç milyon ödeyerek dolduracaktı? Akla gelen, ya da transfer istihbaratlarında adı geçenler arasında Cana yoktu. Daha bir yıl önce Sunderland’a giden, çatkapı kaptan olan bir adamı neden satsın ki İngilizler? Ne oldu peki? Lorik Cana, menajerine ayrılmak istediğini söyledi. Sebebi, Arnavutluk’taki ailesine yakın olmaktı. Kulüp arayışına girdiklerinde de karşılarına Galatasaray çıktı. Cana’nın Rijkaard’ın listesinde olduğunu da not düşelim geçen sezondan.
Bugün kulübünün sitesinde de açıkladığı üzere; Steve Bruce’a sezon açılışında Cana ayrılmak istediğini söyledi ve sebebinin ailesi olduğunu söyleyince, onu bırakmak istemeyen hocası evet demek zorunda kaldı. Sunderland’ın 6 milyon Euro’ya aldığı Cana’yı 6 milyona sattık açıklamasının yanında; Galatasaray’ın borsaya bildirdiği 4.5 milyon Euro açıklaması var. Rakam neyse; 3 taksitte ödenecek. Cana da yıllık 2 milyon Euro alacak. Galatasaray’da ücret dengesi içinde kabul edilebilir bir rakam.

Galatasaray’ın ligin ikinci yarısında maçlarını oynayacağı TT Arena’da bilet fiyatları ve kapasite nedeniyle seyirci profili değişecek. Bu şartlarda yumuşayan tribünlerin önünde, sahayı arenaya çevirecek bir karaktere sahip Lorik Cana... Lucas Neill gibi gözü kapalı kaptanlığı verebileceğiniz lider bir kişilik. Başarılı olur mu? sorusunun cevabı gerideki 5 yıllık kariyerinde saklı. Marsilya ve Sunderlanda’de işi kıvıran Cana, Galatasaray’da da Sarp-Barış-Mehmet’in çoğu zaman bir Emre Belözoğlu yapmadığı orta sahasında, geçmiş iki sezonun kırılgan onbirine sertlik getirir. Yeri geldiğinde kırmızıyı görür, ya da ne bileyim; rakibine kafa atar. Kavgasını kendine değil takım için yapan futbolcu sınıfında görmek lazım Cana'yı.
Sunderland taraftarı ne düşünüyor acaba? Çok üzülen de var, yolu açık olsun çok kart görüyordu diyen de. Bir taraftarın postu ve ona verilen cevap güzeldi, paylaşmak istedim: "If we dont sign Ozil, Schweinsteiger or Sneijder in the next 10 minutes than Bruce should fuck off out of this club, totally clueless manager" Bir sonraki post: "What about in 15minutes?

Bir transfer anısı son nokta olsun. Hagi, Barcelona’da valiz toplarken bileti Meksika’ya idi. Galatasaray’ın teklifine kabul ederken, Bükreş dediğin şurası deyip evet dediği akıllarda. Arnavut Cana da benzer sebeple geliyor İstanbul’a...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Lorik Cana Galatasaray'da


 Marsilya'da kaptanlığı bırakıp Premier Lig sevdasının peşine düşmeseydi; belki hem şampiyonluk görecek, hem de bize gelmeyecekti Cana. Topal'ı 5.5 milyona satıp ondan çok daha kaliteli bir oyuncuyu 4,5 Milyona kadroya katmak büyük başarı. Orta sahada gerçek bir lider görebileceğiz artık çok şükür. İnşallah Neill'la bir olup o dillerden düşmeyen "Galatasaray ruhu"nu gösterirler herkese.

Çok agresif, gözünü budaktan sakınmayan, defansif anlamda güçlü bir ön libero Cana. Oynadığı 286 maçta 87 sarı, 2 çift sarıdan kırmızı, 4 de direkt kırmızı kartı var. Öyle abartılacak bir istatistik değil ama azınsanmaması da gerekir. Yine de bunu dert etmeye gerek yok, Cana hırsıyla, mücadelesiyle, liderliğiyle takımı ateşleyecek bir adam; hele bir de orta sahada oynaması senelerden sonra bu bölgenin üzerindeki ölü toprağının atılması için ümitlendiriyor bizi. Sunderland'in sitesine "Arnavutluk'taki ailesine yakın olmak için" Galatasaray'ı seçtiğini söylemiş   Hiç merak etmesin; o ikinci Prekazi olur, biz de diğer ailesi oluruz inşallah.

Hayırlı olsun.

SİLAHLI KUVVETLER DAHİ BUNU TARTIŞAMAZ

Türkiye medyası ve yazarları ‘cinnet’ yaşıyor, ihanet demeyelim hadi, iç savaşı hazırlayan şey ‘cehalettir’.. Neyi ayırıyorsunuz, buzdolabı kız tarafına araba oğlana mı taksimi mi bu.. Bir ‘boşluk’ anında:
l.Köy korucuları iç savaşa girişecek, PKK yanlısı aşiretler silahlı savaşa girecek,
2. Hükümet yanlısı aşiretler silahlı savaşa girecek,
3. Hizbullah silahlı savaşa girecek, Barzani silahlarıyla adamlarıyla savaşa girecek,
4. Türkiye tarafı silahlarıyla özel timleriyle tepeden bombalarıyla savaşa girecek,
5. Araplar başının çaresine bakmak için silahlı savaşa girecek,
6. İran’dan Suriye’den Irak’tan Türkiye’den havadan ABD’den silahlar bölgeye inecek,
7. Bölgedeki doktorlar hemşireler savcılar öğretmenler hepsi iç savaşın kurbanı olacak,
8. PKK içindeki hakimiyet mücadelesi birbirleriyle silahlı savaşa girecek,
9. İç savaştan kaçan milyonların büyük bölümü batıya bir kısmı Kuzey Irak’a güvenliklerini kim kontrol altına alacak,
10. Ulusararası güç Ruanda’ya Bosna’ya ne zaman müdahale etti, taraflardan biri tam anlamıyla soykırımdan geçirildikten sonra,
11. Hangi batılı güç kendi askerlerini iç savaş bölgelerinde bugüne kadar feda etmeye yanaştı?
12. Yugoslavya iç savaşı tarihin en büyük iç savaşlarından olduğu halde şanslı bir tarafı vardı, çünkü savaşan tarafların isimleri Anayasa’da belliydi, Sırplar, Hırvatlar gibi, bugün bölgede kimin hangi alanda kimlerle iç savaşa girecek, yani tam anlamıyla herkesin herkesle iç savaşı,
13. İç savaşlar sanıldığı gibi dağda bayırda sınırda değil şehrin tam göbeğinde cereyan eder, Beyrut’u okuyun, yakın zamanda Tiflis’i okuyun Bosna Hersek’i okuyun..
14. Etnik ve din kökenli çatışmaların sonuçlandığı bir iç savaş hiç olmuş mudur,
15. İç savaşın büyük şehirlere sıçramaması diye bir olguyu tarih yaşamış mıdır?
16. İç savaş sürecinde Beyrut’ta Tiflis’te Bosna Hersek bomba yememiş tek ev, ailesinden ölü vermemiş tek aile kalmış mıdır?
17. Bir milyon bilemedin üç milyon ölüden sonra tarafların barış masasında geldikleri son çizgi yine yurttaşlık, hukuk, eşitlik yani milyonlar ölmeden önceki durum değil midir?
İKİYE AYRILMIŞ
İnsanlığın en trajik kavgasıdır iç savaşlar, bu sorulara yüzlercesini sizler de ilave edebilirsiniz, cahilce densizce şeytanca ‘ayrılık’ konuşanlar bu soruların cevabını birazcık düşünsünler?
Bugün Beyrut ortadan ikiye ayrılmış bir şehirdir, Müslümanlar bir tarafta Maruni hristiyanlar diğer tarafta ve tarihin en uzun şehir savaşına sahne olan bu şehir, her an, bir kıvılcımla halen büyük bir iç savaşın hala eşiğindedir. Çünkü ‘iç savaşlar’ bitmez, iç savaşlar kanı intikamı nefreti sonsuz kılıp tarafları ebediyen ayrıştırır.
Lefkoşa da ortadan ikiye ayrılmış şehirdir, Bosna Hersek’ de ortadan ikiye taksim yapılmış şehirdir, bugün Bağdat da ABD’nden Allah razı olsun(!) o da ikiye ayrılmış şehirdir, yakın günlerde Allah Barzani’den razı olsun(!) Kerkük de ortadan ikiye ayrılmış şehirdir..
Ha gayret ülkemin aydınları, bakalım hangi şehirleri ortadan ikiye ayıracaksınız..
AYDIN ŞEHRİ SAVUNUR

‘Aydın’ şehirli demektir, ‘şehri’ savunmak zorundadır, şehri, şehirde yaşayanların ırk, dil, cins, mezhep, etnik ayrımlar yapmadan herkesin hukuk karşısında eşitliği haklarıyla savunabiliriz ancak..
Aydınlar’a düşen bu ‘eşitlik’ kavgasını vermektir, aydınlar, iç savaş hazırlayan ayrılma tartışmalarına giremez, bu ne ifade özgürlüğüne girer ne de ‘demokratik tartışma hukukuna’, bu zır delilik bu cinnet halidir.. Aklınızı başınıza alın. Halkınızı örnek alın.
Tarihin belki de sadece Anadolu coğrafyasında Anadolu halkı doğusundan batıya kadar bu trajedileri bağrına basıp ‘düşmanlık, nefret, intikam duygusu’ asla geliştirmedi.. Metin olan büyük olan kardeş olan halkımızdır, bu halkı, Yugoslavya’da Beyrut’ta Bosna Hersek de bulamazsınız, yarın Allah göstermesin tetiğe basıldığında siz de bulamazsınız, kadrini bilin.. Ve canınızı kurtarmak için sığınma hakkı isteyeceğiniz hiçbir ülke TV’sinde gazetesinde sizlere etnik ve din temelli ayrılma tartışmasını kendi basın yasaları gereğince sürdürmenize asla izin vermeyecektir..
Avrupa’nın federasyon ve ayrılma tartışmalarıyla kafanızı yeterince bulandırmışsınız, tüm insanlık tarihinin en vahşi ırkçı din savaşları Avrupa kıtasında yüzlerce yıl sürmüştür, en sonuncusunun maliyeti 50 milyon ölüdür, sonuncusu Balkanlar’da henüz dinmemiştir..
Çeçenistan’ın başına henüz on yıl önce iki ayrı savaşta Rus bombaları düşüp yüzbinlerce sayısı bilinmiyor belki de dörtyüzbin insan öldürülürken Avrupa’da hiçbir lider bahsini dahi açamadı.. Gazeteciler bölgeye yanaşıp tek haber dahi yapamadılar.. Çünkü iç savaşların en büyük özelliği dağda şehirde önüne çıkan senden değilse anında öldürmektir, gidin Tiflis sokaklarını Bosna dağlarını gezin, iki metrede bir, evet, nerdeyse her attığınız adımda bir ‘anıt’ var, çünkü iç savaşta her yarım metre kare içinde insanlar, komşular, apartmanlar, sokaklar, hepsi birbirini öldürür, gidin Beyrut’u yeniden sil baştan inşa edilmesine rağmen bir daha görün..
Tarihin gelmiş geçmiş en büyük uzaylı teknolojik imkanlarını kullanan ABD Afganistan’da başarılı olamadı, bırakın Afganistan’ı Irak’ı, kendi Meksika sınırı dünya tarihinin gelmiş geçmiş en titiz tünel ve radarlarla kontrol edilmesine rağmen sınırına mukayet olamıyor. Ve Meksika Sınırı halen ABD’nin en büyük sorunlarının başında gelmektedir.
Sınır denilince birazcık Orta Afrika’ya gidin, halen onlarca ülkenin sınırı iç savaşlar sonucu oluşan yerel çeteler mafyalar Avrupalı silah tüccarlarının marifetleriyle belli değildir ve yüzbinlerce onüç-ondört yaşındaki çocuklar çalılıklar içinde ama gerilla düzeninde yaşamaktadır, bu da en iyi tahminle elli yıl daha çözülemeyecek bir insanlık dramıdır..
SİLAHLI KUVVETLER DAHİ BUNU TARTIŞAMAZ

Ülkesinin haritasını tartışmak kimsenin haddine değildir, değil aydınlar, Silahlı Kuvvetler’i dahi Meclis’i dahi ülke haritasını tartışma hakkı yoktur, ülke haritasını sadece ‘muzaffer ordular’ tartışır, bir gün Allah göstermesin sizi topyekün yenip teslim alırlar ve haritanızı getirip masaya koyar kesip biçerler…
Aydınlarımızı muzaffer orduların komutanları edasıyla ülke haritamızı masaya koyup bu halka ayrılma dayattırması yaptıran şey nedir, hangi duygu, hangi fikir, hangi hak, hangi kudret’tir… Tarihin en büyük meydan savaşlarında dahi pes etmemiş yenilmemiş bu halkı, bu aydınlar nerelerine ve neye güvenip ‘teslim’ olmaya zorluyor..
Yetmedi, ‘kardeşlikten’ ve ‘yurttaşlıktan’ konuşan herkesi ‘faşist’ ilan etme densizliğini bu aydınlara kim bağışladı?
Yetmedi, tarihin ilk gününden beri bağımsız yaşamış bu halkı, Kafkasya ve Balkanlar’ın ‘etnik’ cehennemine reva görmeye kimsenin hakkı yoktur..
Ve kimse ‘kalemleri’ ve ‘ekranlarıyla’ harita çizmeye kalkmasın..

Nihat Genç

Odatv.com