27 Aralık 2010 Pazartesi

SİZ HALA BİR ŞEYLERDEN BAHSEDEBİLİYOR MUSUNUZ?

Hala doğruluk, dürüslükten haktan hukuktan, bahsedebiliyor musunuz? Bahsederken kızarıp utanabiliyo rmusunuz? Siz hala en çok satan, okunan gazetenin, en çok okunan yazarının kim olduğunu da bilmiyor sunuzdur .İşte bu haberleri okuyup gelişmemiş, gelişimini tamamlayamış hayvanların öküzlerin,neler yapabileceklerini hayal dahi edemiyorsunuz, sesinizi çıkaramıyorsunuz, okuyup ah ah, vah vah, deyip iki dakika sonra unutuyorsunuz. Habere bakın ya! Satan 17 satılan 11!! ve satılanla olan altı yaratık, hayvan, hangi sıfatı koyarsanız eksik kalacak, ve korkarım ki yakında serbes kalacak altı gereksiz ve terbiyesiz insan. Mideniz kaldırmıyor değil mi? Gazetelerde sitelerde haber var.Yazık o kızlara biri 17 diğeri 11..Nasıl bir toplum olduk biz yarabim, ne suç işledikde biz bu hayvanlarla aynı havayı soluyoruz... Ve de Siz hala bir şeylerden bahsedebiliyor musunuz?

İSLAM’I İŞTE BÖYLE KİRLETTİNİZ!

Genç bir adam, imamı azamlardan birini ziyaret ederek, İslam’ın tüm inceliklerini öğrenme isteğini dile getirir...
İmam sorar: “Arapça biliyor musunuz?”
“Evet,” der istekli öğrenci...
Peki İngilizce, Fransızca?
“Evet.”
“Peki İslam felsefesini biliyor musunuz?”
“Hayır, ama endişelenmeyin... Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okudum. Harvard üniversitesinde Aristo ve Sokrates mantığı üzerine doktora yaptım. Şimdi de İslam felsefesi üzerine çalışarak eğitimimi tamamlamak istiyorum.”
İmam, delikanlının İslam felsefesini öğrenmeye henüz hazır olmadığını söyler.
“Ancak,” diye ekler... “Mantık konusunda sizi sınayabilirim. Eğer sınavı geçerseniz, size İslam felsefesini öğretirim.”
İki parmağını kaldırır: “İki hırsız bacadan süzülerek bir eve girer. İçeri girdiklerinde birinin yüzü temiz, diğerinin kirlidir... Sence hangisi yüzünü siler?”
“Kirli olan,” der delikanlı heyecanla...
“Yanlış. Basit bir mantık. Yüzü kirli olan, temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu düşünür. Yüzü temiz olan ise, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu düşünür. Yani yüzünü silen yüzü temiz olandır...”
Delikanlı çok etkilenir...
“Çok akıllıca, ama beni bir daha sınayın,” der.
İmam soruyu tekrarlar.
Delikanlı, “Yüzü temiz olanın yüzünü sildiğini zaten söylediniz,” der.
“Yine yanlış,” der imam...
“Mantık çok basit... Yüzü kirli olan temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Kirli yüzlü adam, temiz olanın yüzünü sildiğini görünce, o da yüzünü siler...”
Delikanlı, “Bu da akıllıca,” der... “Hiç düşünmemiştim... Ama beni bir kez daha sınamanızı istiyorum.”
İmam, aynı soruyu tekrar sorar.
Delikanlı bu kez uyanık davranır: “İkisi de yüzünü siler...”
“Yine yanlış,” der imam...
“İkisi de yüzünü silmez. Mantık basit: Yüzü kirli olan, temiz olana bakar ve kendi yüzünün temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan ise arkadaşının kirli yüzünü görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Ancak, yüzü temiz olan, yüzü kirli olanının yüzünü silmediğini görünce o da yüzünü silmez. Dolayısıyla ikisi de yüzünü silmez...”
Delikanlı umutsuz bir halde, “Ben İslam felsefesini ve mantığını öğrenecek niteliklere sahibim,” der... “Beni son kez sınayın...”
İmam aynı soruyu sorar...
Delikanlı, “İkisi de yüzünü silmez,” der.
“Yanlış,” der imam. “İslam felsefesini anlayamadığınızın artık farkında mısınız? Bu işin bu kadar kolay olmadığının? Aynı bacadan giren iki adamın birinin yüzü temiz, diğerinin yüzü kirli olabilir mi?
İslamı işte böyle kirlettiniz ve farkında değilsiniz...”

24 Aralık 2010 Cuma

“Biz daha ölmedik ve Cumhuriyeti size yem etmeyeceğiz”

Araştırmacı yazar Nedim Çakmak’ın, “Hüsnüyadis hortladı” adlı belgesel kitabını okudunuz mu? Tarih: 23 Aralık 1930. Yer İzmir’in Menemen ilçesi. Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay’ın başı, Girit’teki kamplarda İngiliz ve Yunan subayları tarafından eğitilen sonra da yurdumuz topraklarına gizlice sokulan, Berdani tarikatının başı olan Haçlı köpeği bir mürteci Derviş Mehmet tarafından kör bir bıçakla kesiliyor
15 Mayıs 1919’da Manisa’yı işgali sırasında işgalci Yunan birliklerini Yunan bayraklarıyla ve çiçeklerle karşılayan Manisa Valisi Hüsnü Efendi ile Derviş Mehmet kardeş çocukları. O Derviş Mehmet, aynı zamanda Bülent Arınç’ın annesinin bababsı, yani, öz dedesidir. Manisa Valisi Hüsnü Efendi, Türkiye işgal kuvvetlerinden temizlenirken 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’den bir Yunan teknesiyle Yunanistan’a kaçmış, orada Hüsnüyadis adını almış ve o isimle de ölmüştür. Mezarı da Girit’tedir. Bülent Arınç’ın, dedesinin kuzeni olan Hüsnüyadis’in mezarını ziyaret edip etmediği bilinmiyor.
Bülent Arınç, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) karşı yürütülen operasyonları, ordumuzun şerefli ve kahraman komutanlarının tutuklanmalarını değerlendirirken “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” demişti.
Gıda olarak alınan besin maddelerinin içinde bulunan ve bir vücut için gerekli olan vitamin, mineral vs. maddeler vücut tarafından alınır, geriye kalan posası, kolonda –kalın bağırsak- ilerleyerek anüsten dışkı olarak dışarı atılır. Bülent Arınç, kahraman ordumuzun şerefli komutanlarını işte bu dışkıya benzetmiştir.
Bağırsakların temizlenmesi gibi tıkanması da söz konusudur. Bazı vücutlarda da hazım maddeleri kolonda –kalın bağırsak- katılaşır, dışarıya atılması zorlaşır. Biz buna da “kabızlık” diyoruz. Kabızlık, uzun sürerse bağırsak tıkanmalarına ve bağırsak kanserine yol açar ve ölümcül sonuçlar doğurur. AKP’li, Derviş Mehmet’in torunu Bülent Arınç gibiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağırsaklarında katılaşmış, ilk yıllarda kabızlığa neden olmuştu. Giderek bağırsakları tıkadı ve bir kansere dönüştü. Tümör denilen bu urun esaslı bir operasyonla bağırsaklardan çıkarılıp atılmasından başka çare yoktur. Bu dertten Türkiye’nin öyle ilaç tedavisi ile kurtulamayacağı net olarak görülmüştür. Katılaşmış ve bağırsakları tıkamış olan bu posa dışkı olarak en kısa sürede vücuttan atılmalıdır. Aksi halde Türkiye için ölüm kaçınılmazdır.
2003 yılı Temmuz ayında Manisa’da jandarmaya, adresi verilen bir evde Nurcuların Okuyucular Grubu’nun yasadışı faaliyet gösterdiği ihbarı yapılır, jandarma da ihbar edilen evde arama yapmak için mahkemeden bir karar alır. İhbar edilen adrese varıldığında karşılarına çıkan 5 katlı apartmanın TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın annesine ait olduğu anlaşılır. Oysa mahkemenin verdiği karar bir evin aranmasına ilişkindir. Mahkeme kararının tüm apartmanın aranmasına dönüştürülmesi için yeniden mahkemeye gidilir, bir yandan da durum jandarma üst komutanlığına bildirilir ve Albay Erdal Sarızeybek’in komutasındaki jandarma, Kubilay’ın başını kesen Derviş Mehmet’in Gelini, Bülent Arınç’ın annesi Sevdiye Arınç’a ait apartmanın çevresinde tertibat alır. Mahkeme kararı beklenirken durum, silsile yoluyla Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’a kadar ulaştırılır. Eruygur da, gene silsile yoluyla Manisa Jandarması’nın apartmanın dışında tertibatını mahkeme kararı çıkıncaya kadar sürdürmesini emreder. İşte o arada ne olmuşsa olmuştur, kimler kimlerle görüşmüşse görüşmüştür, bırakın mahkemenin apartmanın tümünün aranması kararını vermesini, önceki verdiği bir eve ait arama kararı da kaldırır, apartmanda arama yapılamaz, jandarma da tertibatı kaldırmak ve evin çevresinden ayrılmak zorunda kalır. Jandarma Albay Erdal Sarızeybek, emekli olduktan sonra yazdığı “Gazi Paşa duyarsa” adlı kitabında bu konuyu “Bülent Arınç’ın annesinin evini arayamadık” cümlesiyle belirtir.
Eğer o evde yasalara aykırı bir durum yok idiyse niçin aranmasına izin verilmedi? O evde silah mı depolanmış, uyuşturucu mu stoklanmış, fuhuş evi olarak mı kullanılıyormuş? Şahsen benim evimi güvenlik güçleri her an arayabilir ve böyle bir işleme asla karşı da çıkmam. Şimdi siz, Kubilay’ın başını kesmiş olan Derviş Mehmet’in torunu Bülent Arınz’tan kuşkulanmaz mısınız?
2007 yılında bu konu Derviş Mehmet’in Torunu Bülent Arınç’a sorulduğunda, “Evet bu konu doğrudur. Bu olayı önü-arkası ile inşallah 16 Mayıs’tan sonra değerlendiririz. Bu konu üzerinde Sayın Eruygur’a da albaya da, olayla ilgili olan pek çok kişiye de söyleyecek çok lafım var” demiştir.
Şimdi burada 16 Mayıs’ın önemine bakalım: Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs 2007 günü dolmaktaydı. Onun yerine AKP oylarıyla nasıl olsa bir AKP’li seçilecekti. Yani Çankaya da düşürüldükten sonra AKP’nin önünde bir engel kalmayacaktı. Bütün beklentileri gerçekleşti. Biz Atatürkçüleri görmezden gelip önlerinde hiçbir engel kalmadığını sananlar, biz daha ölmedik ve Cumhuriyeti size yem etmeyeceğiz.
SEFER ÇETİNKAYA

Multi Ethnical State!


   İşte başımıza yakın gelecekte bela olacak terim. ”Multi Ethnical State”   Pazar gününden beri ha sinirim geçsin ha biraz yatışayım dedim ama olmuyor yatışmıyor geçmiyor kızgınlığım.Ama en azından ettiğim  ve etmekte olduğum  sıfat tamlamalarını sizlerle paylaşmayacağım.Nasıl olsa sıfat tamlamalarını hak edenlerin kulakları bayağı bir çınlamıştır.Çoluk çocukta okuyor bizim yazıları dikkat etmek lazım.                          Geçtiğimiz Pazar günü Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un eş başkanlığını  yaptığı Demokratik Toplum Kongresinde  (DTK) gündeme  neyi getirdiler Demokratik özerklik! Yesinler sizin  demokratik özerkliğinizi! Nasıl bu duruma geldik nasıl bu kadar pervasızca ülkemizi bölünmeye götürüyorlar hala anlaya bilmiş değilim.Hukuki planda Türkiye’ye “BM İkiz Sözleşmelerini kabul etirenler şimdi de askeri planda pkk yı güçlendirmeyi ve TSK’ya karşı geliştirmeyi sağladı;siyasal planda akepe üzerinden kürt açılımını uygulayarak Diyarbakır merkezli bölgesel özerkliğin örgütsel inşasına harç sağladı. Geçmişte ne  denmişti: “Şu anda Amerika’nın da ‘ Büyük Ortadoğu Projesi’ var ya bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez olabilir.Bunu başarmamız gerek” Bunu  kim mi demişti? Sevgili başbakanımız,R.T.Erdoğan  ne zaman nerede mi?Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004  te.Girin internete seyredin. Şimdi nasıl Diyarbakır merkez oluyor görün.Başbakan R.T.Erdoğan’ın “başarmamız gerek “ dediği Diyarbakır’ı merkez yapma hedefi, BDP’nin dile getirdiği “Demokratik Özerk Kürdistan”ın merkezidir,başkentidir.PKK ve BDP, DTK’ nın bir model ve hedef olarak önüne koyduğu “Demokratik Özerklik” ile çok açık olarak,Ankara dışında ayrı bir otoriteyi, iktidarı hedeflemektedir.Yazının başlığına dönelim ne demiştik başımıza bela olacak terim.Multi Ethnical State yani Çok Etnikli Devlet. Bu terimi,yavaş yavaş geçiriyorlar yaşamımızın içine sokuyorlar.Sizin için hala önünüzde giden kadının biçimli kalçaları daha fazla dikkate değer değil mi ya da ne bileyim Pascalın bu haftaki dans perfonması daha önemli, Kaptan Alinin puştluklarına kızıyorsunuz da, bunlara ne diye ses çıkaramıyorsunuz? Sen en iyisi giy  pijamanı eşofmanı, ser, otur. En  sertini yazının sonuna  sakladım ki kızıp okumaktan vazgeçmeyesin diye..Sinsi planın (gerçi artık alenen seslendiriyorlar da) geri kalanında ise getirildiğimiz nokta;  İki bayraklı  iki dilli yaşam .Sonunda PKK’nın ağzıyla demorkatik özerklik haritasıda çıkarıldı. Haritanın AB’nin yerel yönetimler yasasında belirtilen noktalarla benzeşmesi tesadüfi değil, 25 idari bölge tanımı yerel yönetimler yasasında da yer alıyor, apo’nun da federasyon istiyoruz şeklindeki talebi son durumla örtüşüyor.
Türkiye öncelikle üniter devlet yapısını yitirerek “Multhi Ethnical State” yani “Çok Etnikli Devlet” ilan edilecek. Nereden çıktı bu tabir demeyin, Makedonya 2001 yılından itibaren bu sistemle yönetiliyor. Ülke belki uzaktan bakılınca resmil dili Makedonca, bayrağı sarı kırmızı güneş figürü olan bir ülke olarak algılanıyor ancak ülke de yaşam çok farklı. 2001 yılında yapılan Ohri Antlaşması uyarınca ülke “Çok Etnikli Devlet” olarak tanımlandı. Ne menem bir şeydir bu; çok etnikli devlet…1- Ülkede tek millet vurgusu yapılamaz. Bir ülke içinde yaşayan bütün etnik gruplar sayımlarda insanların beyanına göre belirlenir ve bu beyanlara dayanılarak resmi kimliklerine işlenir.2- Bir bölgede nüfusun yüzde 20′si eğer bir etnik gruptan oluşursa mesela bir yerin yüzde 20′si Türk veya Arnavutsa o bölgede temsi hakkı duyar. Ayrıca resmi kurumlarda temsil hakkı vardır.3-”Çok Etnikli Devletler”de nüfusu yüzde 20′nin üstünde olan etnik grupların dili resmi dilin yanında kullanılabilir, o etnik grubun bayrağı resmi kurumlarda dalgalanabilir.İşte bu durum bugün Türkiye’ye aynen dayatılmaktadır. Selahattin Demirtaş bugün Makedonya’da uygulanan sistemin aynısını talep ediyor. Siz de hala, hafta sonu maçlarda yok, artık mecburen  ağzınız açık Burcu ile Azra yı seyredeceksiniz,  ya da katıldığınız sohbet ortamlarında yüce insanı arayıp huzuru içinizde bulacaksınız.Dikkat edin aradığınız şey çok yakınınızda olup girmesin bir yerinize.Siz serip oturun, kaşının, gerinin bugünlerin kıymetini bilin, yakınında kıçınıza giydiğiniz donunuzuda alacaklar.Sonra mı? Orası size kalmış..(Merak etmeyin daha devamı var sürecek..)

9 Aralık 2010 Perşembe

YANDAŞ MEDYANIN VE BURHAN KUZU’NUN İÇİ RAHAT OLSUN.SUÇ ALETLERİ YAKALANDI

BU KARİKATÜR 90 SENE SONRAYI GÖRDÜ


Osmanlı’da, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte, II. Abdülhamit’in basın üzerindeki sansürü kalkmış ve birçok gazete ve dergi çıkmaya başlamıştır. Bu dergiler içinde kadın dergileri ve mizah dergileri bile vardır.
İşte o mizah dergilerinden birinde, bundan tam 97 yıl önce çizilmiş öyle bir karikatür var ki; insanı hem çok şaşırtıyor, hem de çok düşündürüyor.
Söz konusu karikatür, KALEM adlı Osmanlı mizah dergisinin 17 Kanun-i Evvel 1329 (1913) tarihli sayısında Mahmud Sadık imzasıyla yayınlanmış.Karikatürün hemen altında, Osmanlıca, “ELLİ SENE SONRA TÜRKİYE” diye bir not var.
Karikatür, 1913 yılında yayınlandığına göre, karikatürü çizen kişi “elli sene sonra”, yani, 1963 yılında Türkiye’nin “karikatürdeki gibi” olacağı öngörüsünde bulunmuş.
Oldukça ayrıntılı olarak çizilen karikatürde İstanbul Beyoğlu tasvir edilmiş:
***
Karikatürde:
Bugünkü İstiklal Caddesi’nin her iki yanında uzanan kat kat dükkanlar var.
Dükkanların çok değişik ürünlerle süslü zengin vitrinleri göze çarpmakta.
dükkanların tamamı nerdeyse Fransızca tabelalara sahip.
Bu tabelalarda: “BON MARCE, ZOOLOGİE, VOR NOTRE RAYÖNÜ, DENTELLES AU (…) ETAKE, ASCENSEUR, BAKER (o dönemin meşhur kumaşçısı), GRAND THEATR, KALEM” yazmakta.Caddede araç trafiği çok yoğun. Caddenin görünen küçük bir bölümünde üç otomobil rahatlıkla seçilebilmekte. Otomobillerden birinin yoğun dumanı havaya saçılmış.
Bu araç trafiğinin içinde ön planda bir tramvay görülmekte. (Bugünkü nostaljik tramvayın neredeyse aynısı).
Caddede, karşıdan karşıya koşarak geçen bir erkek ve iki kadın var. Kadınlardan biri çarşaflı, diğeri ise uzun elbiseli ve elinde bir şemsiye var. Erkeğin başında ise fes…
Caddede ön planda sağda GRAND THEATR’ın hemen üzerinde bir durak var. Durağın üzerinde ışıklı bir lamba ve “uçan araç” bekleyen fesli bir beyefendi görülmekte. Evet, evet yanlış okumadınız, “uçan araç” bekleyen fesli bir bey!…Caddede hava trafiği de çok yoğun. Havada yakın planda, kara çarşaflı bir bayanın sürdüğü dört tarafı camlı, şeffaf bir hava aracı var. Aracın direksiyonu ve güç kaynağı açıkça görülmekte.
O beyefendinin hemen önünde, üzerinde POLİC yazan bir balonla havada uçarak hava trafiğini kontrol eden bir polis var. Evet, uçan bir polis!..
Bu şeffaf hava aracının ardında, biraz daha yüksekte, üzerinde LE TANINE BEİCOS yazan bir zeplin ve bir uçak var.
Arka plandaki çok katlı (bazıları 20 kattan yüksek) binaların üzerinde bahçeler, ağaçlar göze çarpmakta.
***
Geleceğin Türkiyesi hakkında “iddialı” bir öngörüde bulunan karikatürün, aslında kararsız ve ikili “Osmanlı modernleşmesini” eleştirdiği anlaşılmaktadır. Karikatürde, Osmanlı modernistlerinin, Tanzimat’tan beri cevap aradıkları “Nasıl modernleşmeli? Nasıl Batılılaşmalı?” sorusuna verdikleri, “Batı’nın bilimini, tekniğini alalım; ama geleneksel, dinsel, kültürel özelliklerimizi koruyalım” cevabına göre “modernleşildiği” halde, 50 yıl sonraki Türkiye’nin “çelişkileri”,“komik halleri” karikatürize edilmek istenmiş.
***
Karikatürü ve karikatüristin “düşündüren” ve “güldüren” öngörüsünü analiz ettiğimizde:
1. Karikatürist, Türk modernleşmesinin, sadece “teknolojik” ve “bilimsel” düzeyde gerçekleşeceğini, geleneksel ve kültürel bakımdan eski Osmanlı düzeninin aynen devam edeceğini düşünmektedir. Böyle bir durumda, 1963 Türkiyesi’nde “kara çarşaflı kadın sürücülerin (pilotların) uçan cam araçlar kullanacaklarını” ve “fesli uçan trafik polislerinin, hava trafiğini kontrol edeceklerini” öngörmektedir. Türkiye’de modernleşmenin sadece “teknik” alanda sınırlı kalacağını düşünen karikatürist, Türkiye’de insanların giyinişinde, görünüşünde, geleneksel yapıda bir değişim, bir devrim yapılamayacağını öngörmekte, en azından 1963’e kadar Atatürk gibi birinin çıkıp Türkiye’de sosyal hayatta (kadının giyinişiyle görünüşüyle modernleşmesi, şapka devrimi vs.) bir devrim yapabileceğine imkan ihtimal vermemektedir.
2. Karikatürist, geleceğin İstanbulu’nun bütün vitrinleri Fransızca tabelaların süsleyeceğini belirterek, Fransızcanın egemen olacağı bir Türkiye öngörmektedir.
3. Karikatürist, geleceğin İstanbul’unun bir trafik sorunu yaşayacağını, bunun bir karmaşaya yol açacağını öngörmektedir.
4. Karikatürist, geleceğin İstanbul’unun yüksek binalarla dolacağını, dahası bu binaların terasında bahçelerin ve ağaçların olacağını öngörmektedir.
***
1913’ün Türkiyesi’nde baktığımızda, bir tarafta 1913 Babı-Ali Baskını’yla muhalefeti susturup tek başına iktidara gelen bir İttihat ve Terakki Partisi ve onun modernleşmeci bazı adımları, diğer taraftan emperyalist Batı’nın ve Osmanlı’ya kafa tutan Balkan devletlerinin saldırgan politikaları, Osmanlı Devleti’ni iki arada bir derede bırakmıştır. İttihatçılar, bir taraftan gücü ele geçirip otoriter yöntemlerle bir modernleşme programı uygulamak isterken, diğer taraftan emperyalist kuşatmadan kurtulmanın çarelerini aramaktadırlar. Osmanlıcılık politikasından bekledikleri sonucu alamayınca Türkçülüğe yönelmişlerdir. Fakat İttihatçılar, bütün iyi niyetli çabalarına rağmen çok geçmeden tecrübesizliklerinin kurbanı olmuşlardır.
1911’de İtalyan emperyalizminin ani saldırısı üzerine Trablusgarp’ı İtalyanlara kaptıran Osmanlı Devleti, daha Trablusgarp’ın şokunu atlatmadan Rusya ve İngiltere destekli Balkan devletlerinin saldırısına maruz kalmış, 1913’teki I. Balkan Savaşı’nda Balkanların neredeyse tamamını kaybetmiştir. Osmanlı’nın 1913’te yaşadığı şok sadece bunlarla da sınırlı değildir; aynı yıl içinde Balkanlarda kalan Türkler, kendilerine yapılan büyük soykırımdan kaçarak yollara düşüp Anadolu’ya gelmiştir.
Özetle, 1913 yılı, Türkiye için bir “felaket” yılıdır. O felaket yılında, elli yıl sonraki Türkiye’yi doğru görebilmek, neredeyse imkansızdır. Yukarıdaki karikatüristin öngörüleri değerlendirilirken bu durum gözden kaçırılmamalıdır.
***
1913’ün Türkiyesi’nden, 50 yıl sonranın, 1963’ün Türkiyesi’ne bakmaya çalışan karikatüristin öngörülerinden bazıları 1963’ün Türkiyesi’nde gerçekleşmiş, bazıları hiç gerçekleşmemiş, bazıları ise 2000’lerin Türkiyesi’nde gerçekleşmektedir.
1963’te gerçekleşenler:
-Beyoğlu’ndaki hareketlilik ve kara trafiği.
- Çok katlı yüksek binalar.
 Hiç gerçekleşmeyenler:
- Beyoğlu’ndaki uçan araçlar ve hava trafiği
- Fesli erkekler.
- Sadece teknolojik alanda modernleşme ( Atatürk devrimi, Türkiye’de sosyo-kültürel alanda da büyük bir değişim yaratmıştır).
Bugün (2000’lerde) gerçekleşmekte olanlar:
- Çarşaflı kadınlar.
- Havada, camdan şeffaf uçan araçlarının direksiyonunda değil; ama yerde adeta uçarcasına giden son model ciplerinin içinde çarşaflı kadınlar.
- Fesli değil, ama cemaatçi polisler.
- "Beyoğlu’ndaki mağazaların süslü vitrinleri ve nerdeyse tamamı Fransızca değil ama İngilizce tabelalar.
- Çok katlı evlerin (rezidans) üstünde bahçeler, ağaçlar. ( Ağaoğlu: ‘Yaptı, oldu!).
Ve bir de:
- Beyoğlu’nda gelip giden o tramvay…
Bu durumda, 1913’te çizdiği karikatürün altına “Elli sene sonra Türkiye” diye yazarak, “1963 Türkiyesi’nde bunlar olacak” demek isteyen karikatüristin biraz acele ettiği anlaşılmaktadır:
“Elli sene sonra değil de doksan sene sonra Türkiye” deseymiş tam tutturacakmış…
(NOT: Bu karikatür 1913'ten sonra ilk kez 1998'de Hakan Alipin tarafından Atılgan dergisinde yayımlanmıştır.)


Sinan Meydan
Odatv.com

O ARTIK SADECE BİR SES!!!!!