14 Ağustos 2010 Cumartesi

FETHULLAH GÜLEN: “DARBEYE ARZ EDERİM”

FETHULLAH GÜLEN: “DARBEYE ARZ EDERİM”

MÜTAREKE BASINI

DERSAADET GAZETESİ'NİN 90 YIL ÖNCEKİ ŞİFRELİ MESAJLARI VE BÜGÜNKÜ BASIN   30 Ekim 1918′de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra işgalci emperyalistler, Türk halkının bilinçlenmesini önlemek, işgallere karşı direnişi engellemek için önce kendilerine hizmetedecek bir “yandaş basın”yaratmışlar, daha sonra da “yandaş yapamadıkları” gazeteleri ve dergileri yakapatmışlar ya da basınına sansür uygulayarak “ulusalcı basını”susturmaya çalışmışlardır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, Yeni Gün, İleri, Akşam ve Vakit, gazeteleri Milli hareketi”açıkça” desteklerken, Tasvir-i Efkar,Tevhid-i Efkar, İstiklal, İkdam ve Tercüman-ıHakikat gazeteleri de “üstü örtülü” biçimde Milli hareketi desteklemişlerdir. Ancak Peyam-i Sabah gazetesi ve Başyazarı Ali Kemal, Alemdar gazetesi ve Başyazarı Refi Cevat ile Sabah gazetesi ve Başyazarı Refik Halid “yandaşlıkta” sınır tanımayarak Milli harekete akıl almaz bir üslupla saldırmışlardır.

DERSAADET GAZETESİ’NİN ŞİFRELİ MESAJLARI

Kurtuluş Savaşı yıllarında bazı İstanbul gazeteleri Milli Hareket hakkında “olumlu” yazılar yayınlamak istemiş ancak İngiliz sansür kurulu bu yazıların yayınlanmasına izin vermemişti. Bunun üzerine, bir İstanbul gazetesi olan Dersaadet, ilginç bir yönteme başvurarak İngiliz sansürünü delmeyi başarmıştı.

Sedat Simavi’nin çıkardığı Dersaadet gazetesi, Türkiye’nin kayıtsız koşulsuz düşmana teslim edilmesi anlamına gelen Sevr Antlaşması’nın Osmanlı yönetimi tarafından imzalanması üzerine “sansüre uğramadan” bu antlaşmayı eleştirmenin ve Anadolu’daki Milli Harekete duyduğu güveni dile getirmenin yollarını aramaya başlamış ve son derece ilginç bir yöntem bulmuştu.

İşgalci İngilizleri bile “uyutan” bu yöntem, “çizginin gücünden” yararlanmaktı.

Dersaadet gazetesi, söylemek istediklerini kelimelerle değil, manşetten verdiği büyük bir çizimle, “şifreli” bir şekilde ifade etmişti.

Sevr Antlaşması’nın imzalandığı günü “Yevmi Matem” yani “Matem Günü” olarak adlandıran gazete, manşetine yerleştirdiği 36 x 17 santimlik bir çizim ve altına yerleştirdiği lejandla Milli Harekete duyduğu güveni anlatmak istemişti.

Çizimde, öküzleriyle tarlayı süren bir Anadolu köylüsü oğluna şöyle sesleniyordu:

“Oğul! Bugün yeni bir devre giriyoruz; artık geçmiş günleri unutmak ve yüreğin acılarını dağlamak için sabanı sürmeye başla ve her gecenin bir sabahı olduğunu unutma”.

Bir çift öküzün çektiği karasabanla tarlayı süren baba oğlun resmedildiği yakın planının hemen arkasında ise ufukta doğmakta olan kocaman bir güneş resmedilmişti. Tarlayı süren çiftçi resmi Anadolu’yu, arkadan doğan o güneş ise Mustafa Kemal’i ve Milli Hareket’i simgeliyordu. (Resim 1)

“İstanbul’un tarla süren köylüyle temsil edilmesi mümkün değildir; bunun Anadolu insanını belirttiği kesindir. Geçmişin unutulmasının öğütlenmesi, pekala sorunu İttihatçılığa bağlama tutkusunun dışlanması gerektiğini anımsatıyor. En ilginci de ufukta güneşin doğuşunun belirtilmesidir.” (Orhan Koloğlu, Mondros’tan Mudanya’ya Osmanlı’da Son Tartışmalar, İstanbul, 2008,s.151.)

Mustafa Kemal ve Milli Hareket sözcüklerini kullanmanın bile yasak olduğu bir ortamda, Dersaadet gazetesi,sansüre uğramadan Kurtuluş Savaşı’na duyduğu güveni “bir çizimle”, şifreli birşekilde okuyucularına aktarmayı başarmıştı. “Kuvayı Milliye lehine tek bir satırın bile yazılamayacağı bir ortamda,bundan daha fazlası tabii mümkün olamazdı.”

Dersaadet gazetesi, İngiliz sansürünü delmenin yolunun bulmuştu. Gazete bir kere daha bu şifreli çizim yöntemine başvuracaktı.

Dersaadet gazetesi, İstanbul’da Tevfik Paşa Hükümeti’nin kurulmasından ikigün sonra, 23 Ekim 1920 tarihli birinci sayfasında, tıpkı SevrAntlaşması’nı bildiren nüshasındaki gibi bir tasvir yapmıştı. Yine, birincisayfanın üstünü olduğu gibi kaplayan 36 x 17 santimlik bir temsili resim çizilmişti. Bu kez tarla süren köylü değil, Boğaz’ıniki yakasından uzanan iki el tam ortada birleşmişti. Ellerden biri İstanbul’udiğeri Anadolu’yu temsil ediyordu. Dahası, yine arkada, doğuda ufuktan yükselen kocaman bir güneşe yer verilmişti.

Dersaadet bu çizimde, Boğaz’ın ortasında kenetlenen iki elle İstanbul Hükümeti ve Ankara Hükümeti’nin anlaştıklarını, arka fonda doğudan yükselen güneşle de Mustafa Kemal’in başarılı olacağını,vatanın kurtulacağını simgelemek istemişti. (Resim 2)

“Tabiiki ilk günden yorum yapacak halleri yoktu, zira sansür alışkanlıkla halagörevini devam ettiriyordu. Nitekim gazetenin beş gün sonraki sayısında 120 satırlık bir yer sansür tarafından boş bırakılmıştı.” (Age,s.162).

Dersaadet gazetesinin sansürün göz açtırmadığı bir ortamda İstanbul’dan Milli Harekete destek olmak içingeliştirdiği bu “şifreli çizim” yöntemi, Türk basın tarihinin en ilginç, en zeki ve en yaratıcı olaylarından biridir.

Görüldüğü gibi, “Kurtuluş Savaşı’na cephe aldı!” diye halkı olarak eleştirdiğimiz Mütareke dönemi İstanbul basını bile zaman zaman, üstelik nefes aldırmayan sansüre rağmen, Kurtuluş Savaşı’na ve Mustafa Kemal’e destek olmak için, akla hayale gelmeyecek yöntemlere baş vurmuştur.

SÖZCÜ GAZETESİ’NİN MİSYONU

Yani Türkiye’de, Mütareke döneminin satılmış kalemlerince köşeleri kirletilen Mütareke basınına rağmen her türlü güçlüğe direnerek Atatürk’e ve Milli Harekete destek veren vatansever kalemlerce köşeleri parlatılan bir “ulusal (milli) basın” hep var olmuştur.

Örneğin, Mütareke döneminin Yeni Gün, İleri, Akşam ve Vakit gazeteleri gibi günümüzün de Sözcü gazetesi her şeye rağmen”cesurca” halkı bilgilendirme ve bilinçlendirme görevini yerine getirmektedir.


TARAF GAZETESİ’NİN TUTUMU NE OLURDU ACABA?

İnsan bu bilgilerden sonra ister istemez, 91 yıl sonra bugün, o Kuruluş Savaşı’nı veren Mustafa Kemal’e, her gün, adeta kalemini kana batırarak saldıran “yandaş basını” düşünüyor! Ve Allah korusun Türkiye yeniden o acı Mondros günlerini yaşayacak olsa acaba, örneğin “Taraf gazetesi ve Ahmet Altan, Türkiye’yi düşman işgalinden kurtarmak için mücadele edenlere, Dersaadet gazetesinin o günlerde yaptığı gibi ‘çaktırmadan’ destek verir mi?” diye kendi kendine soruyor!

Ne yalan söyleyeyim ben buna ihtimal vermiyorum! Bence Taraf gazetesi -Allah korusun- böyle bir işgal durumunda şuna benzer manşetler atar:

“TÜRKİYE’YE DEMOKRASİ GETİRMEYE GELDİLER!..”

“DİRENİŞÇİLER, ERGENEKON’UN UZANTILARINDAN İBARETTİR!..”

“TSK, BU İŞGALİ BAHANE EDEREK DARBE HAZIRLIĞI YAPIYOR!..”

Evet! Bu biraz “spekülatif tarih tezi” oldu; ama görünen köy de kılavuz istemez!

Lafın özü, 91 yıl önceki “yandaşlar” ve “işbirlikçiler” bile, bugünkü yandaşlar ve işbirlikçilere göre çok daha merttiler ve çok daha bu toprağa aittiler..

Sinan MEYDAN
sinanmeydan75@mynet.com
İLKKURŞUN

PKK GERÇEĞİNİ EN İYİ BRUCE WILLIS BİLİYOR

ABD’nin Universal Stüdyoları’nda gerçekleştiren tüm “aksiyon” filmlerinde, ABD yönetiminin teröristlerle asla pazarlık yapmayacağı ilkesi hakimdir.
ABD’yi yönetenler, teröristlere bir kez baş eğmeleri durumunda bunun sonunun gelmeyeceğini haykırıp dururlar.
Haksız da sayılmazlar.
Hadi diyelim ki “basiretsiz bir ABD yönetimi” pazarlığa girişti; hemen Bruce Willis ya da oyuncu adıyla Jack Bauer (Kiefer Sutherland) devreye girer ve “basireti” sağlar...

Sonra ABD döner, az gelişmiş tüm ülkelere bu pazarlığın yapılabileceğini, sonuçlarının hiç de “katlanamaz” olmayacağını, hatta ülke yararına da olabileceğini anlatır.
Bu görüşe son eklemleme, eski İngiliz lideri Tony Blair’in danışmanlarından Jonathan Powell (1997-2007 arasında Blair’in danışmanıydı) tarafından yapıldı.
“Kızım sana söylüyorum...” mantığıyla yapılan bu açıklamada Powell, herkesin muhatap alınabileceğini belirtti.
IRA’ya silah bıraktıran sürecin mimarlarından biri olarak “öne çıkarılan” Tony Blair’in, beyninin diğer yarısı olarak da gösterilen Powell, daha önce terörist olarak anlandırılan gruplarla masaya oturduklarını ve bu kişilerin daha sonra devlet adamı muamelesi bile gördeklerini söyledi.
Argüman şöyle aslında: Bu tür terör örgütleri kampanyalarla, kınamalarla, sloganlarla yok edilemez. Bu tür kampanyalar sonuç vermiyor. Biz bunu 1980 yıllarının ortalarında anladık. Bu konununu bitirilebilmesi için bir barış süreci başlatılması gerekiyordu. Terör örgütleri asla yenilmeyeceklerini biliyorlardı, ama asla kazanamayacaklarının da farkındalardı. İrlanda Cumhuriyet Ordusu tümden yok edilemeyecekti. Her iki taraf da aynı noktada olursa, o zaman barışçı bir çözüm yolu bulunabiliyor...

İşte zurnanın zırt dediği yer.
Adams ve McGuiness, yani IRA’nın iki kuvvetli adamı, İngiltere’ye karşı her türlü stratejiye başvurmuşlardı. İngiltere, bu saldırıları geçiştiremedi veya geçiştirmeye da kalkışmadı. IRA, hızlı ve keskin eylemlerle halk arasında şok etkisi yaratmayı da denedi. Şok yaratıldı ama IRA’nın haklılığı gündeme hiç gelmedi.
IRA eylemlerinde sivil halka yönelmiyor, doğrudan hükümeti hedef alıyor ve bu yolla da kazanımlar elde etmeye çalışıyordu.
İşin bu tarafını zaten herkes iyi kötü bilir.

Blair’in “deha çocuğu” Powell, kendi ülkesi için durulmuş gibi görünen ama her zaman ucu açık “terör” olaylarının görüşmeler yoluyla çözüldüğünü, bunun diğer ülkelerce de uygulanması halinde barışa giden yolda önemli adımlar atılabileceğini söylüyor.
Bu görüşmelerin başlangıç noktasının ise, her iki tarafın da kazançlı çıkamayacağını anladıkları anladıklarında olması gerektiğini savunuyor.

Bu açıklamalar nedense tam da NATO güçlerinin Afganistan’da Taliban ile görüşme masasına oturmaya hazırlandığı dönemde gündeme geliyor.
IRA ile İngiltere’nin aynı masaya oturmasının, NATO ile Taliban yetkililerinin aynı masaya oturmasıyla eş değer olacağından yola çıkıyor.
Olmayacağını, olamayacağını kendi de biliyor, ama mesaj bütün dünyaya veriliyor.
IRA meselesi halloldu mu İngiltere’de? Elbette hayır. Beklemede...
Peki, neden Powell böyle bir söylem içine giriyor dersiniz?
Taliban ile NATO arasında bir görüşmeye oturulması durumunda, buradaki terörist gurup sizce hangisi? Ülkesini savunmaya çalışan; gerici, bağnaz, acımasız Taliban mı, NATO mu?
Taliban hep bir terör örgütü olarak yansıtıldı ve haklı gerekçelerle de öyle kaldı. İyi ama, ülkenin asıl sahibi NATO mu da, görüşmeyi kabul edecek kesim NATO oluyor?
Bir benzerlik, IRA-İngiltere açmazında olduğu gibi bir “haklılık, uygunluk” var mı?
Yok... İlgisi yok çünkü.
Powell şu konuda elbette haklı: “İki taraf da kazanamayacağını anladığında, anlaşma masasına otursalar daha iyi olur.”
Türkiye özelinde olaya baktığımızda, PKK ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin aynı masaya oturması aynı kategoriye sokulabilir mi? Daha da genelleştirirsek eğer, Tamil Kaplanları (ki kalmadılar artık) ile Srilanka hükümetinin, Fas hükümeti ile Polisario örgütünün, ETA ile İspanyol hükümetinin... Uzar gider... Masa başında çözebildikleri bir “problem” oldu mu?
Egemen durumda olanın, egemenliğini sarsmaya kalkışan kitlelere karşı verdiği her taviz, kendi egemenliğinin sarsılmasını hatta yok olmasını sağlayacaktır.
Bu tarih boyunca hep böyle oldu.
Bu yüzden ABD, aksiyon filmlerinde büyük puntolarla yazmaktadır:
“Teröristle pazarlık edilmez!”
Mümtaz İdil
Odatv.com