14 Eylül 2010 Salı

GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!

TARİH: 13 KASIM 1918
YER: HAYDARPAŞA TREN GARI
Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal’in 10 Kasım 1918′de Adana’dan bindiği tren 13 Kasım 1918 Çarşamba günü saat 12.45′te İstanbul Haydarpaşa Garı’na indi.
Mustafa Kemal, yanında yaveri Cevat Abbas’la birlikte üzerinde asker üniformalarıyla o trenden inerken, aralarında Yunan kruvazörü Averof’un da bulunduğu 55 parçalık Müttefik donanması ağır ağır Haydarpaşa önlerinden İstanbul Boğazı’na doğru ilerliyordu. Bütün karşı sahiller, Ruymların, Levantenlerin sarhoş çığlıkları ve palikarya naraları ile çınlıyordu. Düşman donanmasının Boğaza giriş töreni nedeniyle deniz trafiği durdurulmuştu. Tören sırasında bir Türk heyeti amiral gemisine giderek işgalcilere “Osmanlı Hükümeti adına hoşgeldiniz” dedi. Daha sonra işgal gemilerinden karaya çıkan 3500 kişilik bir kuvvet İstanbul’un stratejik noktalarına yerleşmeye başladı.
Mustafa Kemal, kendisini karşılamaya gelen Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer)le birlikte Haydarpaşa Garı’nın köşesindeki çayhanede, kafasında bin bir türlü düşüncelerle ve büyük bir üzüntüyle, 3-4 saat boyunca düşman donanmasının boğaza yerleşmesini seyretmek zorunda kaldı derin mavi gözlerini ufka doğu dikerek… Bu donanmayı, çok değil üç yıl önce Çanakkale’de kanla, ateşle durduran komutan , şimdi dirençsiz, çatışmasız bu işgali yüreği yanarak izliyordu. İçinden kendi keninde , “Çanakkale’de boşuna savaşmış olamayız!” diye geçirdi. Bir ara ağzından, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim. Bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” sözleri döküldü.
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
Mustafa Kemal, öğleden sonra saat 3′e doğru küçük Kartal İstinbotuy’la dev boyutlu düşman zırhlılarının arasından Sirkeci’ye geçerken güvertede bir sigara yakmış, sigarasında birkaç nefes almış ve bakışlarını boğazı kaplayan çelik yığınlarının üzerinden ufka doğru çevirerek, hemen yanındaki Cevat Abbas Bey’in duyacağı şekilde, kendinden emin, “Endişelenme! Geldikleri gibi giderler!” demiştir…
EMPERYALİZMİN MERHAMETİNE KALMAK
I. Dünya Savaşı kaybedilmiş, 600 bine yakın vatan evladı Çanakkale sırtlarında Yemen çöllerinde can vermişti. Ülkeyi yöneten İttihat Ve Terakki Parti dağılmış, Enver, Talat ve Cemal üçlüsü gizlice ülkeden kaçmıştı. 1911-1918 arasında cepheden cepheye koşan Türk insanı varını yoğunu, herşeyini kaybetmiş bir şekilde, Anadolu’ya sıkışmış ve 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması’yla kayıtsız şartsız emperyalizmin merhametine bırakılmştı…
Ve emperyalizm merhametsizdi…
Bir kaç gün içinde işgaller başladı: İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Ermeniler ve Yunanlılar Türkün elinde kalan son toprak parçası Anadolu’yu batısından doğusuna kadar işgal etttiler: Yaktılar, yıktılar, katlettiler, satın aldılar, tehdit ettiler…
Orduları dağıttılar, silahlara el koydular,
Haberleşmeyi ve ulaşımı kontrol ettiler,
Madenleri ele geçirdiler,
Padişlahı ve hükümeti kontrol edip Mustafa Kemal ve arkadaşlarını “vatan haini” ilan ettirip idama mahkum ettirdiler.
Aydınları ve gazetecileri satın aldılar, satın alamadıklarını susturdular,
İşbirlikçilerden yararlandılar,
Dini kullandılar, Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını şeyhülisalm fetvasıyla “dinsiz”, “zındık” ilan ettirdiler.
İsyanlar çıkarıp, iç savaş başlattılar; Alevi Sünni, Kürt Türk ayrımıyla kardeşi kardeşe düşman ettiler.
Vatanseverleri sudan bahanelerle zindanlara tıktılar.
İşgal zenginleri yarattılar…

İNANCIN ZAFERİ

İşte o yokluk ve yoksulluk içinde, “Geldikleri gibi giderler!” diyen adam; Mustafa Kemal, yılmadan, yorulmadan, korkmadan kendine ve milletine inanarak mücadele etti:
O adam, o gözleri derin deniz mavisi, sarı saçlı adam:
Önce İstanbul’da Kurtuluş Savaşı’nın alt yapısını gizli kurtuluş planlarını hazırladı; Padişah dahil herkesle görüştü, bütün vatanseverlerle anlaştı.
Sonra, 19 Mayıs 1919′da Samsun’a çıktı,
Havza’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta halkı örgütledi, direniş planlarına son şeklini verdi. Bir kurtuluş ekibi kurdu.
İstanbull’daki Osmanlı meclisinin silah zoruyla dağıtılması üzerine, emperyalizme meydan okurcasına Ankara’da TBMM’yi açtı.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 1921 Anayasası’nı ilan etti.
Kuvayı Milliye’yi düzenli orduya çevirip, Anadolu bozkırına dağılan Yunan kuvvetlerinin ve onu desetkleyen emperyalizmin karşısına dikildi.
İnönü, Kütahya Eskişehir, Sakarya ve Büyük Taarrüz savaşları sonrasında düşmanı Anadolu yaylasına ve Ege’nin soğuk sularına gömdü.
Ve o adam, o gözleri deniz mavisi sarı saçlı adam;
Hani, 13 Kasım 1918′de, saat 3 civarında, düşman donanmalarıyla kaplı Boğaz’ın ortasında, kendinden emin, “Geldikleri gibi giderler” diyen o adam, haklı çıktı…
Düşmanlar, 1922 Ekimi’nin sonlarında gerçekten de “Geldikleri gibi gittiler”".
Gelişleri patırtılı gürültülü olmuştu ama gidişleri sessiz sedasız oldu…
ŞAŞIRTAN BENZERLİK
Mustafa Kemal’in İstanbul’u işgal eden düşman donanmasına doğru bakarak “Geldikleri gibi giderler!” dediği o gün 13 Kasım’dı!
Tarihin garip tecellesine bakın ki,12 Eylül referandumu sonucunda Türkiye’nin bölünmenin eşiğine geldiğini bu gün de 13 Eylül…

13′ÜN ŞİFRESİ

13 Kasım 1918′de İstanbul’un 55 parçalık emperyalist donanma tarafından işgal edildiği o gün, gelecekte o donanmayı İstanbul’dan çıkaracak adam, Mustafa Kemal de İstanbul’a gelmişti. Yani Türkiye,1918′de işgalcisinİ ve kurtarıcısını aynı anda, 13′ünde karşılamıştı…Nitekim bu garip tesadüfü 14 Kasım tarihli Yeni Gün Gazetesi’nde Yunus Nadi manşetten duyurmuştu…
Kim bilir! Belki Türkiye 2010′da yine işgalcisini ve kurtarıcısını bugün, 13′ün de karşılamıştır…
1918 Kasımı’nın 13′ünde istanbul’a giren ve Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen emperyalizme Mustafa Kemal, “Geldikleri gibi giderler” demişti ve gerçekten de 4 yıl sonra geldikleri gibi gittiler….
2010 Eylülü’nün 13′ünde Türkiye’nin demokratikleşmesi adı altında Türkiye’nin bölünmesine yol açacak refandumla daha da güçlenen iktidardakiler de, hiç şüpheniz olmasın, bir gün “Geldikleri gibi gideceklerdir.”
1918 13 Kasım’da silahla gelenler(işgalci emperyalistler) silahla gittiler.
2010 13 Eylül’de seçimle gelenler (Türkiye’nin başına çöreklenenler) de seçimle gideceklerdir.

Sinan Meydan
İLK KURŞUN

GALİPSİNİZ AMA KALEMİMİ BIRAKMIYORUM

Hiç can yakmadım, kimseyi incitmedim, sıraların ön saflarında dolaşıp, kendimi göstermeye de çalışmadım.
Yalana yüz verip, itibar kazanmayı düşünmedim. Devlet daierelerinde, meşin kolluklu memurların aşağılamalarıyla karşılaştığımda sesimi çıkarmadım. Dolmuş kuyruğunda sırayı bozmadım, oğluma hep sevecen davrandım, komşular gürültü yaptığında duvarları yumruklamadım, vahşet haberlerinde kanal değiştirdim, sıkıldıkça şiir okudum, sergi dolaştım, güzel olanı insanda aradım, insana yakışmayan şeyleri elimden geldiğince reddettim. Hiç bir canlıyı öldürmedim. Öldürmeyi aklımdan bile geçirmedim. Ölümü de hiç düşünmedim.
Beni öldüreceklerini de aklımdan geçirmedim.
Ama öldürüldüler!
Yakarak öldürdüler…
Şimdi işte orada, yanan binanın bir köşesinde saçımdan bir tel, gömleğimden bir ip öylece duruyor ve belki de beni arıyor. Onlar şu anda benden daha canlı. Onlar en azından acı çekmediler, suyu ve üşümeyi özlemediler. Duygusal, öyle değil mi? Kömürleşmiş bir ceset kadar duygusal...
Ölmeden biraz önce, son bir gayretle dışarı bakıyorum. Kapının önünde bağırıp çağıran, tekbir getiren insanlara... Her biri sanki gladyatörlerine öldürme emri veren Neron...
Hepsinin baş parmağı toprağı gösteriyor. Hepsi bir ötekine “öldür” emri veriyor. Öldürüyorlar bizi ve dışarıda portakal sarısı temmuz güneşi bizimle birlikte batıyor. Nasıl kıskanıyorum onu, suya batıyor diye.
Aklıma deniz kıyısı akşamlarının yakamozları takılıyor. Alacakları bir, beş, otuzbeş, otuzyedi can... Hepsi bu...
Duman boğazımı yakıyor. İçerisi ağustos ortasındaki “ölüdeniz” kıyılarından daha sıck ve daha ölü... Bütün yaşantım yeniden gözümün önünden geçiyor. Borç alıp ödeyemediğim Hüseyin’i düşünüyorum. Kim ödeyecek? Muz istedi birden canım. Birazdan öleceğim ama canım muz yemek istiyor. İdam mahkûmlarına bile ölmeden önce son isteğini sorarlar, dışarıdaki cellatlar acaba sorarlar mı son isteğimi?
Tanrım çok sıcak!..
Oğlumun sesi kulaklarımda, karım da ona kızıyor, “babanı rahatsız etme” diye. Son bir kez sarılmayı ne çok isterdim... İzin verirler mi acaba?
Saçmalıyorum...
Gittiğim yerden dönüp, onları görebilecek miyim? Onlar beni görmese de, ne yaptıklarını, benim için ne kadar gözyaşı döktüklerini izleyebilecek miyim?
Aman sende!.. Onların ne kadar acı çektiklerini görmek mi? Kalsın...
Her bekletinin korkutucu sürprizleri giderek ısınan bedenimi bile üşütüyor.
Giordano Bruno da benim kadar, buradaki arkadaşlarım kadar acı çekmiş midir?
Onun da canı muz çekmiş midir?..
Bakkaldan aldığım son sigaranın parasını vermiş miydim? Eğer vermediysem çok ayıp olacak...
“Bana birşey olmaz,” diyordun. Bak oldu işte. Sonsuza dek yaşayacağını sanıyordun, oysa en sona sakladığın şiiri yazamadan, fotoğrafı çekemeden, türküyü söyleyemeden gidiyorsun işte... Ölüm bu kadar basit miymiş?
Tuhaf, artık duman da rahatsız etmez oldu. Dehşetli uykum var. Sol bacağımdakı yanıkları da hissetmiyorum. İyi ama, nereye gidiyorum ben, biz? Daha yapacak o kadar çok işim var ki...
Neden bizi yaktılar? Behçet kurtuldu mu acaba? Ya Asaf? Asım Ağabey, Aziz Bey?
Oğlum, sana bir kez sarılabilseydim keşke... Nasıl kokuyorsun burnumda. Minicikken ayaklarını ağzıma sokardın, kafama patilerinde vururdun... Gözlerini çok özledim, şimdi yaşla dolacaklar... Ağlayacaksın değil mi, baban için gözyaşı dökeceksin değil mi? Ama lütfen kinlenme yavrum, kin insana yakışmayan tek şeydir. Unutma ki, bizleri bir yada birkaç insan öldürmedi, bizi öldüren orta çağ karanlığının refah kaygısı. Bunu da Allah’a sığınarak yaptılar Ttetikte ol, ama sakın kinlenme. Ne dersin, dışarıdakilere yalvarsam, seni bir kez gördükten sonra üzerime benzin döküp kendimi yakacağımı söylesem, seni bana gösterirler mi? Seni çok özledim, çok şeyi özledim ama bir tek seni çok özledim.
Yaşamı özledim ve beni öldürüyorlar. Yaşamı en çok özlediğim şu dakikada yakıyorlar beni ve ellerim sana ulaşamayacak kadar karardı artık.
Küle dönüyor oğlum...
Tanrım, çok sıcak. Bir tek sıcak rahatsız ediyor artık. Suyu, yağmuru özlüyorum... Tepeleme kar yağsın istiyorum başımın üzerine... Acı hissetmiyorum artık...
Ama çok sıcak...
Annenle tanıştığımızda da hava çok sıcaktı, biliyor musun?
O zaman da suyu çok özlemiştim. Yaşam, uç noktaların umarsız seçiciliğiyle dolu, istemin ve tercihin dışında da ölebiliyorsun işte... Hem de yanarak...
Yeter artık, ölüyorum. Acı da duymuyorum. Ama dışarıdakilere, beni yakanlara acıyorum, çocuklarına anlatacak birşeyleri olmadığı için, geçmişleri ve gelecekleri asla olmayacağı için, aynada kendilerini gördüklerinde kendi gözlerine bile bakamayacakları için acıyorum. Zavallı kullanılmışlar, cahiller, inançsızlar ve…
Bu da gülünç bir teselli belki, ama şu anda yapabileceğim hiçbir şey yok.
Hoşçakalın...
Sen de hoşçakal oğlum…
Galipsiniz, ama kalemimi bırakmıyorum.
Mümtaz İdil
Odatv.com