26 Şubat 2010 Cuma

KAVGAYA DAİR!

Kavga güzeldir…
Ama, bir karanlık kuytuda, bir hiç uğruna canların yakıldığı, bir meyhane köşesinde neden çıktığı bile bilinmeyen boğazlaşmaların yaşandığı, mahalledeki kızcağızın sevdiği delikanlının mahallenin namusu adına meydan dayağına yatırıldığı ya da üç kuruşluk arazi uğruna birbirine giren aşiretlerin onlarca ölü verdiği kavgalardan söz etmiyorum…

Sözünü ettiğim, uğruna en yakıcı acıları, en dayanılmaz hüzünleri, en büyük yalnızlıkları, en kahredici ihanetleri yaşamayı göze aldığın, hatta gerektiğinde gözünü kırpmadan ölümüne yürüyebildiğin kavgadır…
Bedelini ağır ödediğin bu kavgada, çok uzun ve ince bir yolun sonuna ulaşana dek en fazla anlık mutluluklar, küçük sevinçler vardır, hiçbir şeye değişmeyeceğin…
Böylesine bir kavgada en büyük dayanağın tarihtir. Bilirsin ki, tarihi yaratanlar hep büyük kavgaları verenlerdir. Yine bilirsin ki, o kavgaları verenlerin çok önemli bölümü kavgayı kaybetmiştir…
-Ama bir sonraki kavganın da kazanım yolunu açmıştır…
***
Kavga uzun solukludur ve ölümüne acıdır aynı zamanda…
Kavganın her anında sınandığını duyumsarsın… Birlikte yola çıktıklarının, saf tuttuklarının birer birer düştüğünü, yok edildiğini görürsün… Daha da acısı; bazıları teslim olmuş, bir bölümü ise karşı saflarda yer almıştır…
Bu büyük kavgada sayısını bile unuttuğun irili ufaklı yenilgilere uğrarsın, hiç düşmeyeceğini sandığın kalelerin fethedildiğine tanık olursun..
Hep bir kuşatılmışlık duygusuyla yaşarsın seni tüketen zamanı… Düş kırıklıklarının yüreğine acı bir bıçak gibi saplandığı çok uzun geceler yaşarsın… Öyle ki aynaya bile bakmazsın, bakamazsın uzun zaman, gözlerinin ta derinlerine oturmuş yenilgiyi görmemek için…
Sonra, tek başına kaldığın hissine kapılırsın… Dayanılmaz bir yalnızlık duygusudur bu… Ama yüreğinin derinlerinde bir ses hiç de böyle olmadığını fısıldar durmaksızın… Aslında yine o küçük yenilgilerden birini yaşadığını anlarsın… Suskun ama yürekli, bitkin ama ayağa kalkmaya hazır insanların kavgaya ortak olduğunu hissedersin…
-Tüm gücünle ayağa kalkarsın…
***
Kavga, işte o zaman çok güzeldir…
Teslimiyetler, ihanetler, içten fethedilen kaleler, hepsi bir çırpıda silinmiş, geride kalmıştır. Kavgaya kaldığın yerden devam edersin. Düşenlere, uzlaşanlara, teslim olanlara, saf değiştirenlere dönüp bakmazsın bile…
Hiç tanışmadığın, ama çok iyi tanıdığın sıcacık insanların hiçbir karşılık beklemeksizin yolladığı sevgilerden keyif duyarsın, yenilenirsin… Artık önemli olan zaman, mekân, duygular, incinmeler, umutsuzluklar değildir. Önemli olan kavganın kendisidir, bunu yüreğinin derinliklerinde bir kez daha keşfedersin…
Bir gün düşme ihtimalin olsa da, yine aynı coşku, aynı hınçla sürdürürsün kavgayı… Kaybetsen de, senden sonra gelecek olanların kazanacağını bilirsin…
- Tarih bunu sana öğretmiştir… Gülümsersin…

22 Şubat 2010 Pazartesi

17 Şubat 2010 Çarşamba

CESUR BİR KEZ, KORKAK BİN KEZ ÖLÜR!

Demokratik toplumlarda bir kişiye yapılan haksızlık bütün topluma karşı yapılmış sayılır. Bu bilinç yerleşmedikçe haksızlıkların adaletsizliklerin önüne geçmeye olanak bulunamaz.
- Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.. felsefesi toplumun bütün bireylerini sarar ve bir çok insan:
- Adam sen de.. bencilliği ve bireyciliğiyle yetişir. Herkes kendi küçük dünyasının kabuklarında, sessiz sedasız yaşamayı hüner sayar.
- Sen mi kurtaracaksın?.. gibi sorularla kavgadan gürültüden uzak tutulmak, günlük yaşamın mutluluk zırhlarıyla sarılıp sarmalanmak hiçbir yasanın suç saymadığı ve birçok insanın da küçük görmediği bir yaşam biçimi olarak belirir.
- Beni düşünmüyorsan çocuklarını da mı düşünmüyorsun? gibi duygusal tepkilerin gözdağlarıyla sıkıştırılmış sorumluluk duygularının sınırladığı insanlar, yaşamlarında bir başka mutsuzluğun gölgeleri ile boğuşup dururlar öylece.
Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile söylememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur bu kişiliğini.
Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı.
Susmak.. susmak, hep susmak. Konuşmamak, konuşmamak. Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra.
Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa her yeni haksızlık bir “kader” gibi benimsenir bütün toplumda.
Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık “kader” değildir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor.
Toplumdaki her insandan beklenen bu da değildir aslında bakarsınız. Herkes, kendi görevinin sınırları içinde dirençli olabilse bir ölçüde kolaylaşır işler.
Yargıçsınız: Önünüzdeki sanığın suçsuz olduğunu biliyorsunuz. Fakat emir almışsınız. Mahkum ederseniz bile bile.
Doktorsunuz: Önünüze işkence evlerinden getirilen bir hasta çıkardılar. Verilen emirlere uyar sahte raporlar düzenlersiniz.
Memursunuz, amirsiniz: Bir altınızdaki memurun sicilini bozmak için verilen emirleri körü körüne yerine getirirsiniz. Belki sivilsiniz. Terfi bekliyorsunuzdur. Belki de albaysınız, generallik sırasındasınız. Hemen bozarsınız sicilleri. Başkalarının mutsuzluğu üzerine kendi mutluluğunuzu kurmak istersiniz.
Kimler gelir, kimler geçer böylece…
Aynı çarklar insanı öğütür. Dönme dolap gibidir yaşam: Bakarsınız yüksektesiniz, bir bakarsınız inmişsinizdir o yüksek yerlerden. Geriye sadece insanın kişiliği ve onuru kalmıştır.
Ben onuru daha yükseklere sıçrayabilmek için bir “pey akçesi” olarak sürenler eninde sonunda bir insanlık yıkıntısı, bir “enkaz” olarak kalırlar belleklerde.
Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır “medeni cesaret.”
Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı, bir sürüngen gibi beslenmeyi, bir yılan gibi beslenmeyi, bir “yılan” gibi yükseklere tırmanmayı hüner saymışız yıllarca.
Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül akan kişilikleri, köhneleşmiş yasaların kıskacı altında yaşatmayı tek çıkar yol bilmişiz yıllarca.
Karanlıklarla beslenen korkuları, bir tel örgü, bir dikenli tel gibi sarmışız dört bir yanımıza. Yüreksizliğin özrünü bir parça da kendi küçücük dünyalarımızın mutluluğuna sığınarak gidermek istemişiz.
Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de, demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline bir tek taş bile konmuş olamaz.
Unutmayalım ki “cesur bir kez, korkak bin kez ölür.” Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir “mezar taşı” gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.
Uğur Mumcu, Yeniortam, 9.12.1974

14 Şubat 2010 Pazar

ŞEREFSİZLER ŞEREF TRİBÜNÜNDE!

Hücre liderlerinin yakalandığını allandıra  ballandıra haber veriyordu spiker.Keyif içinde anlatmaya devam etti. Ege sorumlusuymuş yakalanan hücre lideri.Albay rütbesindeki bu kişi ele geçirilmiş, üstleri amiraller de aranıyormuş.İçim yandı, yüreğimden bir parça koptu.Benim yurdumu,vatanımı, insanımı, bayrağımı korumakla görevli olan ve bu uğurda can veren askerlerden bu şekilde bahsediliyordu.Düşman gibi!Ve öbür tarafta bu ülkenin, bu vatanın toprak bütünlüğüne göz dikmiş, benim yirmili yaşlardaki kardeşlerimi hunharca katletmiş kişiler elerini kollarını sallayarak girdikleri ülkemde ŞEREF TRİBÜNÜNDE ağırlanıyorlar.Ağla  ÜLKEM AĞLA HALİNE!

8 Şubat 2010 Pazartesi

TSK DÜŞMANLIĞININ KÖKENİ NEREYE DAYANIYOR?

 
 


Milli Şair Mehmet Akif’e soruyorlar; “Tarih tekerrür eder mi?” Şair şöyle yanıt veriyor: “Hiç ibret alınsa tekerrür eder mi?” Mehmet Akif bugün hayatta olsaydı, son yıllarda yaşadığımız olaylar hakkında ne düşünürdü? Ergenekon soruşturması, darbe iddiaları, ıslak imza, kozmik oda, balyoz planları, emasya tartışmaları vs.
Şair kuşkusuz derdi ki, “ama biz bunların benzerini aynen yaşadık.” Nasıl mı? Okuyacağınız bugün yaşadıklarınızdır…

Kafamızı Türkiye topraklarına sokarak olan biteni anlamamız zor.
Dünyaya bakacağız; bir yaprak kımıldasa, bunun rüzgarının Türkiye’ye etkisini analiz etmeye çalışacağız. İşte o zaman çok karışık gibi gelen meselelerin ne kadar basit sebepleri olduğunu kavrayabiliriz.
Gelin, Mehmet Akif’in yaşadığı 20’inci yüzyıl başına gidelim. Tarihin tekerrür edip etmediğine bir bakalım.
Biliyoruz ki; büyük emperyal güçler arasındaki yeni sömürge pazarlarını kapma mücadelesi, Birinci Paylaşım Savaşı’na/Birinci Dünya Savaşı’na neden oldu.
Osmanlı bu savaştan yenik çıktı.
Galiplerin arasında en güçlü olan İngilizlerdi.
İngilizler, Mezopotamya, Suriye ve Arabistan’ı Osmanlı’dan koparıp almak istiyordu. Kurmayı planladıkları kukla devletler arasında Ermenistan ve Kürdistan da vardı.
Osmanlı idari yapısını, milliyet esasına göre parçalayıp, federatif hale getirmeyi planladılar.
Siyasi emellerinin yanında İngilizlerin, iktisadi amaçları da vardı. Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı’nın tek yanlı olarak kaldırdığı kapitülasyonları yeniden uygulamak istiyorlardı.
Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine vermek amacındaydılar.
İngilizler biliyordu ki, Osmanlı siyasi yaşamında İttihatçılarla birlikte ordunun da büyük etkisi vardı. Ordunun siyasal düşüncesi belliydi; milliciydi.
O halde tüm bunları yapabilmeleri için ordudaki ulusçu/milliyetçi komutanların tasfiyesi gerekiyordu.

Önce bir kurnazlık yaptılar:
Bir süre İttihat ve Terakki Hükümeti’yle çalıştılar. Ağır şartları onlara kabul ettirip, nüfuzlarını kırıp, bir daha iktidar olma olanağını ortadan kaldırmak için!
Tam başarılı olamadılar.
İçinde İttihatçıların bulunduğu İzzet Paşa Hükümeti’ne ağır şartları kabul ettiremediler; ancak bazı tavizler koparabildiler.
Bunlardan en önemlisi Mondros Ateşkes Antlaşması’ydı. İngilizler, savaşta Hamidiye zırhlısıyla olağanüstü başarılar kazanan Rauf (Orbay) Bey’in imzaya gelmesini özellikle istediler. Başarılı komutanları halkın gözünden düşürmek istiyorlardı. Sonra tutuklayacaklar, sürgüne göndereceklerdi. Hepsini adım adım yapacaklardı…

Darbe iddiasıyla başlayan tutuklamalar

İngilizler, İttihatçıları kolay kullanamayacağı anlayınca, sertleşme politikası güttüler. Bunda İttihatçılara kin duyan Sultan Vahdettin’in de etkisi vardı.
Sultan Vahdettin, İngilizlerin tertiplediği gerici 31 Mart (1909) olayının hazırlayıcılarından Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesiydi.
Bir dönem perde arkasındaki ilişki artık açıkça ortadaydı. Vahdettin, İngilizlerin desteğiyle iktidarını güçlendireceğini ve düşman gördüğü ulusalcılardan tamamen kurtulacağını düşünüyordu.
Bu nedenle İngilizleri de arkasına alarak ittihatçı hükümeti yıkıp, Tevfik Paşa Hükümeti’ni kurdurdu.
Şimdi sıra İttihatçıların cezaevlerine tıkılmasındaydı.
İngiliz ve Saray ittifakının elinde önemli bir gerekçe vardı: Savaş dönemindeki Ermeni ve Rum tehcirleri.
Tehcir kararının altında imzası olan-olmayan tüm İttihatçılar cezalandırılmalıydı. 2500 kişilik bir tutuklama listesi hazırlandı.
Ama önce…
Meclis feshedildi. Basına sansür getirildi. Harp divanı kuruldu.
Ve ardından gözaltılar, tutuklamalar başladı. Bunlar kısa sürede “cadı avına” dönüştü.
Yeniden kurulan liberal-dinci ittifak partisi; Hürriyet ve İtilaf, daha çok kişiyi tutuklamadığı için hükümeti uyuşukla itham eden bildiri yayınladı.
Bu partinin yayın organı Peyam, Sabah ve Alemdar gazeteler, daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalıştı. Sürekli hedef gösterdiler; İttihat ve Terakki’nin hemen kapatılmasını; partinin ileri gelenlerinin hemen tutuklanmasını istiyorlardı.
Tehcire izin veren Diyarbakır Valisi Dr. Reşid’in cezaevinden kaçması bu çevreleri daha da saldırganlaştırdı. Yaptıkları mitingle bu kaçışı protesto ettiler.
Sonunda bu kaçışla ilgili inanılmaz bir iddiayı ortaya attılar:
İttihatçılar darbe yapacak!
Vahdettin’in has Paşası Ömer Yaver Paşa, İstanbul’daki İngiliz Yarbay Murphy’e giderek, darbe olacağını aman İstanbul’dan ayrılmamalarını rica etti. Murphy, Osmanlı Paşasını gülerek dinledi.
Zavallı Yaver Paşa bilmiyordu ki, bu iddianın ortaya atılmasını sağlayanlar İngilizlerdi.
Darbe iddiaları üzerine yeni bir tutuklama dalgası başladı; 30 kişi daha sorgusuz sualsiz cezaevine kondu.
Milli Kongre’nin başkanı Dr. Esat (Işık) gibi saygın ulusalcılar gece yarıları pijamaları, terlikleriyle evlerinden alındılar.
İttihat ve Terakki’nin tüm mallarına el konuldu.
Sonra sıra subaylara geldi.
İngilizler savaş tutsaklarına eziyet ettikleri iddiasıyla 23 subayın hemen tutuklanmasını istedi.

Ordunun önde gelen isimleri tutuklanınca, İngilizler bu kez bazı kurumların “darbeyi planladıklarını” gündeme getirdi.
Bunların başında Enver Paşa’nın kurdurduğu istihbarat örgütü Müsellah Müdafaa-i Milliye vardı. Savaş döneminde İngilizlere zorluklar yaşatan Osmanlı istihbarat örgütü küçültülüp etkisizleştirilerek Harbiye Nezareti’ne bağlandı.
Osmanlı’nın deniz kuvvetlerini güçlendirmek için kurulan Donanma Cemiyetleri Bahriye Nezaretlerine bağlandı.
Jandarma, ordudan koparılarak Dahiliye Nazırlığı çatısı altına sokuldu.
İleri de tehlikeli olacağı düşünülen genç mektepli subayların rütbeleri indirildi. Amaç, istifaya zorlamaktı.
İttihatçılar döneminde emekli edilen alaylı subaylar tekrar orduya alındı. Etkin görevlere getirildi. Emekli askerlerin kurduğu Nigehban Cemiyeti, basına verdikleri demeçlerde mektepli subaylara ağır hakaretler ettiler. Hukuk-u Beşer gazetesi mektepli subaylar için “haydut başları” başlığını bile atacak kadar ileri gitti.
İngilizler, Tetkik-i Hesabat ve Seyyiat Komisyonu kurdurarak, Harbiye Nezareti’nin kozmik odalarına girip tüm belgelerini didik didik ettirdi.
Amaçları belliydi; orduyu küçültmek, halk üzerindeki etkinliğini kırmak.
Ordu’yu sadece iç güvenlik örgütü olarak polis, jandarma ve muhafız kıtaları seviyesine getirmek istiyorlardı.
Bu arada İngilizler ile Fransızlar arasında Jandarmanın yönetimi kimin kontrolünde olacak tartışması çıktı.
İnanması güç ama Saray’ın bırakın bunlara karşı çıkmasını, Vahdettin ve Damat Ferid Paşa ikilisi, ordu komutasını İngiliz subaylarına verme talebinde bile bulundular. İngilizler reddetti.

Güvenilir başsavcı aranıyor

Dönemin partisi Hürriyet ve İtilaf idi.
Ülkenin dört köşesinde şubeler açan bu liberal-dinci ittifak partisi, artık hükümet olmak istiyordu. Ve nihayet, 4 mart 1919’da Damat Ferid Paşa başkanlığında hükümeti kurdular.
Bu hükümete, İngiliz ajanı Hüseyin Hilmi’nin gazeteci dostlarıyla kurduğu Sosyalist Fırka da destek verdi!

Damat Ferid Paşa hükümetinin ilk yaptığı icraat, ulusalcıları yargılayan Divan-ı Harp mensuplarına yüksek maaş ödemek oldu.
Bu arada Divan-ı Harp’in üyeleri sürekli değişti. Damat Ferid Paşa, Takvim-i Vekayi gazetesine “güvenilir bir başsavcı bulmakta zorlandıklarını” açıkladı.
Yeni hükümetle birlikte yandaş medyadaki “tutuklayın”, “kapatın”. “neden cezalandırmıyorsunuz” yayınlarında artış oldu.
Alemdar gibi yandaş gazeteler, “sehbalar bile bu adamlara layık değildir; kafalarının koparılması gerekir” diye yazdı.
Liberal gazeteciler; Alemdar’da Refi Cevat (Ulunay), Peyam’da Ali Kemal “daha ziyade şiddet” diye makaleler kaleme aldılar. “Bu adamlar için ölümden daha hafif ceza aklımıza gelmiyor” diye yazdılar.
Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi.
Ermeni tehcirinde kusurlu bulunan Yozgat Mutasarrıf vekili Kemal Bey idam edildi.
Fakat umulmadık bir olay gerçekleşti; yandaş medyanın “cani” olarak gösterdiği Kemal Beyin cenazesine onbinler katıldı.
Hükümet cenazeye gidenler hakkında soruşturma açtı; içlerinde toplumun çeşitli katmanlarından; doktor, tıp öğrencisi, subay, imam, tekke şeyhinin de olduğu bazı kişiler tutuklandı. Üsküdar mevki kumandanı cenaze törenini dağıtmadığı için görevinden azledildi.

Eski defterler açılıyor

İngilizler gündemi hep sıcak tuttu. Tehcir ve darbe iddiaları gündemden düşünce hemen yenisi bulundu; “eski defterler” açıldı. Örneğin, intihar eden veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi Enver Paşa’nın öldürttüğü iddia edildi! Adliye Nazırı Sıtkı Bey hemen soruşturma açtırdı.
Bu olay sıcaklığını kaybedince hemen yeni bir gündem yaratıldı:
Sultan II. Abdulhamid tahtan indirildiğinde, içinde 1 milyon liralık mücevher bulunan çanta kayıp olmuştu. Çantanın peşine düşüldü.
Ayrıca Yıldız Sarayı’nı kimlerin yağma ettiği konusunda spekülasyonlar yapılmaya başlandı.
Partiler, gazeteler bu suni gündemlerle oyalanırken, İngilizler emellerini tek tek gerçekleştirdi. Kapitülasyonları yeniden uygulamaya koydu. Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine verdi.
İttihatçıların yerli sermaye oluşturmak için kurdurduğu milli şirketlerin bazılarını tasfiye etti; bazılarının müdürlüklerine liberal isimleri getirdi.
Levant Limited gibi şirketler kurdular; Vickers, Metropolitan Carriage, British Trade Corparation gibi şirketleriyle Osmanlı pazarına daldılar. Şirketlerde Türkçe kullanma zorunluluğunu kaldırdılar.
Türk bankalarına İngiliz denetçi gönderdiler. Denetleme işi bitinceye kadar bankaları kapattılar. Türk Milli Bankası’nı ele geçirdiler. Kendileri yeni bankalar kurdular.
Hıristiyanlara ait “emval-i metruke” sayılarak satılan mallar gibi birçok konu gündeme getirildi.
Sultan Vahdettin o aralar Toros Tüneli’ne kafayı takmıştı. Tüneli yapmak için anlaşma yaptığı Alman ve Avusturyalılar kaçmıştı; “ah İngilizler şu tüneli bir yapsa” diyordu. Tünel yapılıp bitirilince ne olacaksa?
Diğer yanda…
Osmanlı münevverleri olan biteni seyrediyordu; şaşkındı. Kurtuluş “reçeteleri” arıyordu. Çoğu bağımsızlığın Batı eliyle gerçekleşeceğine inanıyordu!
Kimi ABD’nin sömürgeci olmadığına inanıp, Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdu.
Kimi kurtuluşu İngilizlerin Osmanlı yönetimine el koymasında görüp İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni girdi.
Halkına güvenen münevver sayısı parmakla sayılacak kadar azdı…

Tüm bunlar olurken İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar Osmanlı topraklarını işgal etti.
Taktik hep aynıydı:
İngiliz basını, İzmir ve çevresinin uyduları Yunanistan tarafından ilhak edilmesi için yoğun bir “Barbar Türk” kampanyasına başladı. Bu yayınlara göre Türkler, Rumları yok etmek için gizli planlar yapıyordu!
Ve hep ekliyorlardı; “zaten bu barbar Türkler Ermenileri de katlettiler!” Bu gerekçe Batı basının en etkili propaganda silahıydı.
Sonra Yunanlılar İzmir’e çıktı.
Batı basını yine Türkleri suçladı; “Türkler inatçı bir direnme gösterdi!”
Peki İzmir işgali konusunda yandaş medya ne yazdı: “İngilizleri İstiyoruz.”
Bu başlığı Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat attı. Osmanlı’yı her türlü beladan kurtaran İngilizlerin, bu işgalden de İzmir’i kurtaracağına inanıyordu!
Teali-i İslam Cemiyeti ise işgalin hemen sonrasına rastlayan Ramazan ayında, bazı memurların oruç yediğine, kimi kadınların tesettüre uymadığına dikkat çekip zabıtaların daha uyanık olmasını istedi.
Saray ile Hükümet ise Paris Konferansı’na hangi bakanların gidip gitmeyeceği tartışmasını yaptı.
Bu arada bir “anket” yayınlandı ve Müslüman halkın yüzde 60’ının İngiliz yönetimini istedikleri ortaya çıktı!
Memnun olmayan birileri vardı: Mustafa Kemal ve bir avuç arkadaşı.
Samsun’a çıktılar.
Onu kısa bir süre sonra Mehmet Akif gibi yurtseverler takip etti.

Şimdi Mehmet Akif hayatta olsaydı ve Türkiye’nin yaşadığı son yıllardaki olayları görse ne söylerdi acaba?
“Hiç ders alınsa tarih tekerrür eder mi?”

Soner Yalçın
Odatv.com

2 Şubat 2010 Salı

LOST !! BEKLENEN GÜN GELDİ.

Dile kolay, bekle bekle muradına er.Geldi işte.Destıny found!Kader belli oldu.Evet belli oldu sabah açıp pcleri indireceğiz diziyi akşama kadar da alt yazıyı bekleyeceğiz.Bizimde kaderimiz bu.Sezon sonu yazdıklarıma buradan ulaşabilirsiniz.Ayrıca tam 5 sezonun özetideburada.Dizinin bu sezon bitmesi iyimi olacak kötümü bilmem ama ben adayı özleyeceğim.