30 Ocak 2010 Cumartesi

Ya yüce divan ya devlet; ortası yok..!!!

Adım adım geldiler; darbe yapa yapa..
ABD'yi arkasına alan ordu hükümete karşı darbe yaptı, amacı Amerikancı bir hükümeti iktidar koltuğuna oturtmak. Her darbe sonrası daha Amerikancı bir hükümeti iktidar koltuğuna taşıdılar..
İktidarda en amerikancı bir hükümet olmalı ki nihai hedefleri olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı darbe yaptırıyorlar.
Ordu hükümeti devirir, hükümet devleti..
Adım adım, darbe yapa yapa gelinen nokta işte bu; Ilımlı İslam Devleti..
Amerikancı hükümetler döneminden amerikancı devlet dönemine geçiş..
40 yıldır çalışmalarının sonucu bu..

Şimdi sözümüz erken seçim diyenlere:
Hükümetin darbe yaptığını söylemeyen bir muhalefet partisi yok gibi.
O zaman soruyoruz: Hükümet darbe yaparak başka bir hükümeti mi devirdi, yoksa Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni mi?..
Devireceği bir hükümet olmadığına göre demek ki devletimizi devirdi;
o halde karşınızdaki rakip bir parti değil devlet..
Zaten bu kadar ağır suçları hükümet olmaları kaldırmaz, devlet olmak zorundalar..

Darbe ya başarılı olur ya başarısız; ya dur ya geç, sarı ışığı yok bu işin..
Onun için boşuna söylemiyorlar: “durmak yok yola devam”
Yarı yolda durmanın ölüm olduğunu iyi bilir onlar..
Ölü ya da sağ olmanın nasıl ortası yoksa;
Ya devlet ya yüce divan; bu işin ortası yok..
Seçimle AKP'yi muhalefete düşüreceğiz diyenlere önemle duyurulur..
Bir de şu var: Ordu darbeden bir kaç yıl sonra iktidarı seçimle kurulacak
yeni bir hükümete devreder; ama darbeyi yapan hükümetse o artık
devlet olmuş demektir ki onu seçimle deviremezsiniz.
Atatürk gibi düşünmek zorundasınız; hepsi bu..

Hilmi Kayıhan

BİRAZ GEÇ OLDU AMA GÜLE GÜLE NONDA!



Shabani Nonda, Shabani Nonda... Güle Güle!


2007-08 Sezonu. Galatasaray’ın şampiyonluğa koştuğu o unutulmaz sezon.

Altı hafta kalmıştı bitime. Karl-Heinz Feldkamp, ‘’Ben gidiyorum!’’ dediğinde, fazla bir alternatif yoktu Galatasaray’ın elinde. Böylesi kısa bir süre için yeni TD ile anlaşmak mümkün olan şampiyonluk ihtimalini sıfıra indirebilirdi. Galatasaray Spor Kulübü’nün resmî internet sitesinden bir açıklama geldi. ‘’Aslanlarla Devam’’ yazıyordu haber başlığında. Kalan altı haftalık süreyi herhangi bir teknik direktör ataması yapmadan tamamlayacaktı, Galatasaray. Yepyeni bir macera başlıyordu. Mutlu bitmesi hâlinde, yıllarca anlatılacak harika bir öykü daha kazanacaktı Futbol Tarihi.

Galatasaray tribünleri de kayıtsız kalmadı duruma. Yine tüm zamanların belki de en anlamlı tezahüratı ile yer aldılar bu sekansta. ‘’Haydi bastır Galatasaray… En Büyüksün Galatasaray…’’ diye başlayıp, ‘’Yönetim – Futbolcu – Taraftar… Şampiyonsun Galatasaray…’’ diye devam ediyordu binlerce, milyonlarca Galatasaraylı. Hakikaten çok anlamlıydı. Tek vücut olmuştu Galatasaray Camiası. Futbolcusundan, yöneticisine; yöneticisinden taraftarına. Ve tabii, daha sonra resmin içerisine giren Cevat Güler, Burak Dilmen ve Nezihi Ali Boloğlu üçlüsünün önderliğindeki Galatasaray kulübesine.

Koşu başlamıştı. 28. haftada lider Fenerbahçe’nin iki puan gerisindeydi, Galatasaray. Sürecin zorlu olacağı Ankara’daki Gençlerbirliği maçında belli olmuştu esasında. Hava şartlarından dolayı oldukça zorlu bir zeminde gerçekleşen bu eşleşmede Galatasaray, 88. dakikaya kadar gol bulamasa da, müthiş bir reaksiyon göstermiş ve bitime iki dakika kala Cassio Lincoln’ün attığı golle üç puandan fazlasını kazanmıştı. Öyle ki; bu sezon başında göreve gelen teknik heyetten Carlos Cuadrat’ın Türkçe’de öğrendiği ilk sözlerin, ‘’Galatasaray Ruhu’’ olması tesadüf değildi. Ankara’da, bitime altı hafta kala, takımın sahip olduğu en büyük kozdu bu. Daha sonra devam etti.



Trabzonspor ve İstanbul BŞB maçları gol yemeden kazanıldı. Ve 32. haftaya gelindi.

Tarihin en özel şampiyonluklarından birine koşuyordu, Galatasaray. Tarihin en özel tezahüratlarından biri altında. Bu en güzel öykünün tam orta yerinde sahneye çıkan da bir isim vardı. Yönetim, futbolcu, taraftar sahadaydı 27 Nisan 2008 akşamı. Ekran başında milyonlarca, Ali Sami Yen Stadı’nda 25.000 kişi. Hep beraber savunacaktık o akşam Galatasaray kalesini. Ümit Karan’a o uzun pası atan Emre Güngör olacaktık. Direkten döndüğünde o top, beraber kahrolacaktık. Bekleyecektik. Öyle ki; Edu Dracena ve Volkan Demirel’i hataya zorlayacaktık. Biz girmek isteyecektik o araya. Ama tüm bu hislerin vücut bulduğu bir adam vardı zaten sahada: Shabani Nonda!

Araya girdi, Nonda. Attı golünü. Önce tribünlere koştu. Müthiş bir şampiyonluğun ortasına yerleşen figür oldu. Doksan dakika sona erdiğinde; Galatasaraylı futbolcular, Kapalı Tribün ile bütünleştiler. Çocuklar gibi kutladılar o üç puanı. Ancak belli ki, yine üç puandan fazlası kazanılmıştı. Bir hafta sonra Sivasspor ile oynanacak maç, şampiyonluk için geri sayım anlamına gelecekti yalnızca. Yine de öyküyü daha değerli kılmak amacıyla belki de, 5-3’lük unutulmaz bir karşılaşma daha yaşandı. 34. haftadaki OFTAŞ maçı, ‘’Ali Sami Yen Stadı, bir şampiyonluğa daha hazır.’’ yorumları ile beklenecekti. ‘’Kıpır kıpır’’ yüreklerle izlendi OFTAŞ karşılaşması, kazanıldı.

Shabani Nonda… Çok sevdik. O da bizi sevdi. Gio dos Santos’un kendisini Galatasaray’a bağlayan imzayı attığı şu dakikalarda, Nonda’nın hüznü kalbimizin bir köşesinde duruyor. Bizden biriydi. O meşhur tezahüratın anlamını öğrendiğinde gülümsedi, el salladı. Keyifli, güzel bir insandı. Şimdi gidiyor Nonda. ‘’Duyuru’’ başlığı altında. Ama arkasında dev bir fotoğraf bırakıyor. Resmederek gidiyor o anı, o sezonu. Bir gün, 2045 yılında dahi, anlatılacak efsane bir isim olarak gidiyor. ‘’Yıl 2008… Galatasaray, şampiyonluğa koşuyor. Bir Fenerbahçe maçı. O zaman Ali Sami Yen Stadı’nda oynuyor Galatasaray. Şimdiki gibi üstü kapalı stadlar yok o devirde. Nonda diye bir adam vardı bizde. İşte; O Nonda…’’ diye devam edecek harika anılar bırakıyor arkasında. En değerlisi de bu.

Çok sevdik Nonda’yı. Gerçekten çok sevdik. Yolu hep açık olsun, yüzü hep gülsün!

Hoşça kal Nonda. Shabani Nonda!

ŞANLI TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ





TEKEL işçilerinin direnişini hayranlıkla, umutla,bazen hüzünlenerek bazen de gurur duyarak izlemekteyim

Tüm toplumda silinmeyecek izler bırakacak bir “olay”la karşı karşıya olduğumuz kesin: TEKEL işçileri bu mücadeleyi kendiliğinden, özgün çıkarlarını savunmak için başlattılar. Şimdi, tüm sınıfın çıkarlarının, toplumun büyük çoğunluğunun, siyasi geleceğinin temsilcisi katına yükseliyorlar. Böylece “Proletarya”nın tarih sahnesine yeniden dönüşünün önü açılıyor.

Bazen ekonomik, siyasi, ideolojik birçok dinamiğin kesişmesiyle oluşan “durumlarda”, işçi sınıfının bir kesimin, yerel, kendine özgün mücadelesi, sınıfın diğer kesimlerinin ilgisini çekmeye, desteğini almaya, giderek onların çıkarlarının da ifadesi olmaya başlar. Bu özdeşleşme sürecine toplumun diğer kesimlerinden, emekçilerden, hatta orta sınıflardan, entelektüellerden gelen destekler ve katılımlarla, kendi somut (etnik, dini, cinsiyete ilişkin) aidiyetlerini ikinci plana atarak, egemen yapıya, evrensel bir temelde direnme eğilimi taşıyan bir kitle, Proletarya şekillenmeye başlar… Proletarya, katılanları, yaşamına dokunduklarını değiştirecek, mutlaka iz bırakacak, onlardan gündeme getirdiği evrenselliği savunmaya, genişletmeye yönelik bir sadakat talep edecektir… Böyle bir olanağın önünü açtıkları için TEKEL işçilerini selamlıyorum.