26 Eylül 2009 Cumartesi

Devrimleri Taammüden Savunuyorum !


“İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne

Suç: Atatürk Devrimlerini savunmak, vatanı ve milleti canından çok sevmek.

Suç tarihi: Halen devam etmektedir.

İtiraf ediyorum! Ben de Atatürk Devrimlerini taammüden savunuyorum, vatanımı ve milletimi canımdan çok seviyorum.

Eğer bu suçsa, beni de alın, beni de yargılayın!”

Yukarıdaki satırları, bu ülkenin aydınlık, yurtsever insanları tarafından Ergenekon mahkemesine gönderilmek üzere hazırlanan ve imzaya açılan “Atatürk Devrimlerini savunmak ve Yurtseverlik Suçsa, Beni de Alın” dilekçesinden aldım. Bu ülkenin aydınlık, yürekli yurtseverlerinin imzaladığı dilekçede aynen şöyle yazıyor:

“Ülkemizin değerli yurtsever aydınları, siyasi parti genel başkanları, rektörleri, bilim adamları, komutanları, gazetecileri ‘Ergenekon’ adı verilen soruşturma kapsamında özgürlüklerinden mahrum edilmişlerdir. Tutuklulukları cezaya dönüşmüştür. Bu yurtseverlerin tek suçu, Atatürk Devrimlerini taammüden savunmak, vatanı ve milleti canından çok sevmektir…


***


“Beni de alın” dilekçesine yalnızca bir hafta içinde ve yalnızca birkaç ilde 30 bin yurtsever imza attı. Önümüzdeki günlerde imza kampanyası Türkiye çapında genişletilecek ve eminim imza sayısı yüz binlere ulaşacak.


Türkiye’nin yüz akı sanatçılarının, yazarlarının, bilim insanlarının öncülüğünde gerçekleşen bu imza kampanyası, tarihe, paramparça edilmek istenen bir ulusun, üzerindeki ölü toprağını atarak görkemli bir şekilde ayağa kalkışının en önemli kilometre taşlarından biri olarak geçecek. Kampanyanın ilk öncüleri olan, çoğunu yakından tanıdığım, dostluklarıyla övündüğüm, tanışmış olmaktan gurur duyduğum yurtsever aydınların isimlerini ben de köşemde ilan etmekten kıvanç duyuyorum:


“Muazzez İlmiye Çığ, Fikret Otyam, Banu Avar, Müjdat Gezen, Tarık Akan, Levent Kırca, Ataol Behramoğlu, Hayati Asılyazıcı, Alpaslan Işıklı, Nihat Genç, Ferhan Şensoy, Bertan Onaran, Suay Karaman, Nedim Saban, Meriç Velidedeoğlu, Şenal Sarıhan, Yavuz Top, Osman Şahin, Muzaffer Akyol, Yavuz Daloğlu, Hüseyin Haydar, Refik Saydam, Mustafa Özarslan, Neriman Oyman, Ahmet Leventoğlu, Enis Öksüz, Sarper Özsan, Sebahattin Şenoğlu, Tuğrul Göğüş, Hüseyin Avni Güler”


Bu dilekçede imzamın bulunmasından şeref duyuyorum… Çünkü Atatürk Devrimlerini bilerek, tasarlayarak yani taammüden savunuyorum, savunmaya da devam edeceğim…

Bir Yurtsevere Mektup(XXVII)


Sevgili kardeşim Balbay, bilmiyorum medyanın utanç verici sessizliği Silivri’de yankılanıyor mu?!. Geçen hafta ülke yine ne olduğu bilinmez, körlerin fili tarifi misali “açılım”larla meşgul edilirken, Cumhuriyet’in telefonlarının yasalar hiçe sayılarak dinlendiği belgeleriyle kanıtlandı. Bu demokrasi suçu, bu insan hakları ihlali ile ilgili medyada, iki gazete haricinde ne bir ses, ne bir nefes!.. Demokratik açılımların(!) mimarı hükümet kanadında ise tıs yok!. Pardon, olmaz olur mu; bu hukuksuzluğa imza atan Ergenekon savcıları ile ilgili suç duyurusu ve soruşturma istemlerine adalet bakanlığı, “dinlenen kişilerle ilgili davanın seyrini etkileyecek bir soruşturma yok” diyerek engel oldu, hey gözünü sevdiğimin adaleti!..


Adalet dedim de, babamın Haymana kaymakamlığı sırasında bizim sokaktaki sınıf arkadaşımın adıydı.. Sıra arkadaşının adı da İffet’ti yanlış hatırlamıyorsam, bakkal amcanın oğlunun adı da Erdem…


Hele senin, şu meşhur günlüklerle ilgili olarak, “Bana ait değil, tamamen montaj, ben, zaten bana ait notları bilgisayar ortamında 2 küsur dakikada nasıl yazmış olabilirim” diye haykırışın karşısında medyanın dilini yutmuşçasına sessiz kalışı var ya, bana hemen Haymana’da ki arkadaşlarımı anımsattı, nedense… Ama bil ki kardeşim, biraz Yunus Emre, biraz Hacı Bektaş, biraz Mevlana, biraz Hallacı Mansur gözüyle söyleyeyim; “ Ne bu faşizmin, ne bu yöneticilerin ve ne de egemen kılmak istedikleri düzenin, nezdimde en ufak hükmü yoktur…


Sevgili kardeşim, seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına bir yurtseverin olanca sıcaklığı, gücü ve direnciyle kucaklıyorum…

İŞTE İLK UZAYLI ! (TABİ Kİ BENİM BİLDİĞİM)



ÇİFTÇİNİN TUHAF ÖLÜMÜ!!!??
Adeta olaylara tuz biber eken olay da yaratığı bulan çiftçinin açıklanamayan ölüm şekli.

Çiftçi Marao Lopez park halindeki arabasının içinde yanmış halde bulundu. Yapılan testlerin sonucu ise şok edici; bu yangının alevlerinin ısısı normal bir yangının çok çok daha üzerinde, ancak metal eritme işlerinde kullanılan sıcaklıktaymış. Bölgedeki çiftçilerin ikinci bir yaratık gördüklerini iddia etmesi, Lopez'in diğer yaratıklar (uzaylılar) tarafından intikam amaçlı öldürüldüğü dedikodularının çıkmasına yol açtı.
GERÇEKTEN UZAYLI MI?
Meksika'nın Metepec yöresinde bir çiftçi olan Marao Lopez'in fare kapanına yakalanmış halde bulduğu tuhaf yaratığın sırrı çözülüyor mu? Yoksa gittikçe daha gizemli bir hal mi alıyor?

Fareler için kurduğu kapana yakalanmış tuhaf yaratığı görünce önce korkan sonra şaşıran Lopez ilk başta bunun kötü bir şaka olduğunu düşünmüş. Bu tüysüz minik yaratığı kürkü çıkartılmış bir maymun yavrusu zanneden çiftçi daha sonra onun bildiği hiçbir canlıya benzemediğini fark edince paniklemiş ve öldürmeye çalışmış. Ölmesi için onu suya atan Lopez yaratığın saatlerce suda kalmasına rağmen ölmemesi üzerine daha da korkmuş ve onu sudan çıkartmamış. Solungaçları olmadığı halde su altında uzun süre hayatta kalan yaratık saatler sonra ölmüş.
Normal canlılar gibi DNA'sı yok mu?

Yaratığın fotoğrafları medyaya verildiğinde dünya gündemine bomba gibi düşen bu olay pek çok kişi tarafından da kuşkuyla karşılanmıştı. Bazıları bunun prematüre bir hayvan yavrusu, bazıları bir maymun cinsi, kimileri de laboratuvar ortamında üretilmiş bir mutant olduğunu iddia ederken pek çok kişi de onun bir uzaylı olduğunu düşünüyordu. Tüm bu sorulara cevap vermek için bilim adamları çiftçiden aldıkları yaratığa ait doku, kemik, deri örneklerini incelemeye başladılar.

Bild'de yayınlanan bilimsel bulguların ilk safhası oldukça şaşırtıcıydı. İlk incelemelerde yaratığın DNA'sı tespit edilememişti, yani bir DNA'sı yoktu. Bazıları bunun yaratığın su altında zarar görmesi nedeniyle DNA tespit edilemeyecek hale gelmesine bağladı. Bilim adamları bu defa araştırma için çiftçinin kasasında sakladığı yaratığı alıp daha detaylı incelemeye başladılar.

Bu dünyaya ait değil mi?

Bu defa elde edilen bulgular çok daha ilginçti. Daily Telegraph, rapora dayanarak yaratığın dünya dışı bir varlık olduğunu yazdı. Alınan sonuçlara göre Metepec yaratığının sürüngenlere özgü bir iskelet yapısı var, dişlerinin insanlarda olduğu gibi kökleri yok ve su altında saatlerce canlı kalabiliyor. Yaratığın derisi bildiğimiz canlılarınkinden çok çok daha ince, gözleri ve kulakları da vücuduna oranla daha büyük. Eklem yapısı insanla benzerlik taşıyan yaratığın beyni aşırı derecede büyük; özellikle de arka kısmı. Beyniyle ilgi bulgular üzerine bilim adamları yaratığın üstün zekalı olduğu sonucuna vardılar.

Yaratığın hücreleri üzerinde yapılan detaylı araştırmalar sonucu DNA örneği tepit edildi ama sonuçlar DNA'sının bu dünyaya ait olmadığını ispatladı.

Metepec yaratığının cildinin ıslandıktan sonra çok çabuk kuruması ve kesinlikle çürümemesi ise bir başka ilginç nokta.

DNA testleri sonucu yaratığın bu dünyada yaşayan hiç bir canlıyla benzememesi onun dünya dışı bir varlık olduğu sonucunu çıkartsa da bilim adamları hala temkinli ve daha fazla test yaptıktan sonra kesin kararlarını açıklayacaklarını söylüyorlar.

GENCECİK "HAZAL TEDİRGİN"

Bir toplumu, bir ülkeyi sürekli “tedirgin”lik içinde tutarak yönetme olasılığı var mıdır?

Bu sorunun “neden” sorulduğunu TV izlerken “Başbakan”ın görüldüğü an ona, on, on beş saniye bakıldığında hemen anlaşılır sanıyorum.

“Tedirgin” bir insan yüzünün tüm imlerini (işaret) taşıyan bir görüntü; yer yer “anlamsız”laşan bakışlar; gittikçe yükselen, sonunda “denetlenemeyen” bir ses, bir “patlama”, kameraya sularını sıçratan yarım sözcükler; pancar rengini almış, şişmiş bir yüz...

Zaten “tedirgin”lik içinde yaşatılan insanlarımız, bu gibi görüntülerle, daha da “tedirgin”leşmeye zorlanmıyor mu?

Ayrıca geleceğe “umut”la bakması gereken “gencecik” insanlarımızın “da”, böylece “tedirgin”lik içine düşmesi, bir ülke için “yaşamsal” bir sorun oluşturmaz mı?

Bugünlerde, “nöbet eylemi”nde buluştuğumuz deneyimli dostlarla, bu “tedirgin”liğin yer yer ne denli derinleşeceğini gençlerde görüyor, onlarla birlikte yaşıyoruz.

Anımsanacağı gibi, 5 Mart’ta Balbay’ın tutuklanmasının ardından başlattığımız, “Ergenekon’dan Tutuklu ve Yargılanan Aydınlarımızın Yanı Başındayız!” adlı “simgesel nöbet” 200 gündür sürdürülüyor; gazetemiz Cumhuriyet’in bahçesinde.

Eyleme sürekli katılanlar arasında gençler, gencecikler de var. Hazal da bunlardan biri. Uzun süredir ara vermeden katılıyor “nöbet”e, tıpkı “öteki” gençler gibi.

Gazeteci olmak istiyor. Henüz yirmi yaşında. Bu yaşa özgü tüm güzellikleri yansıtıyor. Ülkesinin her sorunu ile ilgili. Derinleşmek istiyor kimi konularda. Hep soracak bir “soru”su var; dahası pek çok sorusu var. Kimisine tutarlı yanıtları da var ama, başka yanıtlar, yorumlar da arıyor.

Eylem boyunca hep umutluydu. “Balbay da çıkacak, Prof. Manisalı gibi, ötekiler gibi” diyordu, ta ki 14 Eylül Pazartesi günkü Ergenekon duruşmasına dek.

Ertesi günü Cumhuriyet’te yayımlanan Balbay’ın ve avukatının savunmasını okumuş, aradı. Doğrudan: “Ne zaman serbest bırakırlar?” diye sordu.

Şaşırdım; sorduğu sorudan çok, sesinin ışıltısının bitmiş olmasına.

Bilemeyeceğimi söyledim; nöbet günü erken gelmesini rica ettim. “Peki!” dedi, o kadar.

Perşembe günü eyleme katıldığında, yeni hazırladığımız “üç” sözcükten oluşan pankartlardan birini seçti aldı, nöbete başladı hepimiz gibi.

Ama her zamanki yerinde önlerde değildi, arkalara çekildi yanıma geldi; içini kaplayan “tedirginlik” olduğu gibi yüzüne vurmuştu; pankartı kaldırdı öylece durdu.

Oysa yeni pankartlara büyük bir ilgi vardı; çabucak, bir solukta okunuyordu. Önümüzdeki yoldan geçen arabaların sürücülerinden alkışlar, uzun uzun klakson sesleri geliyordu. Karşı kaldırımda yürüyenler de sık sık alkışlarla katılıyorlardı.

Ne ki, Hazal bunların hiç ayrımında değilmiş gibiydi. Kısa bir süre sonra bana döndü: “Olmaz bu! Olamaz! Balbay’a yüklenen bütün suçları avukatı belgelere dayanarak bir bir çürüttü, bunlarla Balbay’ın suçlanamayacağını açıkça ortaya koydu; bir insanın suçsuzluğu daha nasıl ispat edilebilir ki? Lütfen söyleyin bana!” dedi. Yanıt bekliyordu soran üzgün bakışlarla, ama kararlı bir “duruş”la.

Ne diyebilirdim? Yalnızca tuttuğu pankarta baktım; “Ergenekon Savcısı BAŞBAKAN” yazıyordu. O da baktı, yanıtı almış gibiydi...

Bu sırada Ulusal Kanal görevlileri gelmiş, çekime başlamışlardı. Bahçe yine doluydu. Eylemci arkadaşlarla konuştular; ama onlar da sanırım, Hazal’ın sesini duymak, izleyicilerine duyurmak istiyorlardı.

Hazal umutsuzluğunu, kızgınlığını kırdı, yine o coşkulu sesiyle inandığı doğruları, yapılan yanlışları bir bir dile getirdi.

Konuşmasını noktaladığında, hepimiz, sanki önceden kararlaştırılmış gibi kendimizi “Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” sloganını söyler bulduk.

Uzun süre sürdürdük, “Hazal”lar “yetiştikçe” susulmayacağının umudu içinde.


MERİÇ VELİDEDEOĞLU
CUMHURİYET

EPEYDİR UZAKTIK BLOGGER'DEN.

Çoğu zaman adeta işkence çektiren beklemeler, bağlanamamalar, yazı yazamamak, takip edememek bir dert olmuştu.Zannedersem sorun çözüldü. Artık tekrar beraberiz..