26 Eylül 2009 Cumartesi

GENCECİK "HAZAL TEDİRGİN"

Bir toplumu, bir ülkeyi sürekli “tedirgin”lik içinde tutarak yönetme olasılığı var mıdır?

Bu sorunun “neden” sorulduğunu TV izlerken “Başbakan”ın görüldüğü an ona, on, on beş saniye bakıldığında hemen anlaşılır sanıyorum.

“Tedirgin” bir insan yüzünün tüm imlerini (işaret) taşıyan bir görüntü; yer yer “anlamsız”laşan bakışlar; gittikçe yükselen, sonunda “denetlenemeyen” bir ses, bir “patlama”, kameraya sularını sıçratan yarım sözcükler; pancar rengini almış, şişmiş bir yüz...

Zaten “tedirgin”lik içinde yaşatılan insanlarımız, bu gibi görüntülerle, daha da “tedirgin”leşmeye zorlanmıyor mu?

Ayrıca geleceğe “umut”la bakması gereken “gencecik” insanlarımızın “da”, böylece “tedirgin”lik içine düşmesi, bir ülke için “yaşamsal” bir sorun oluşturmaz mı?

Bugünlerde, “nöbet eylemi”nde buluştuğumuz deneyimli dostlarla, bu “tedirgin”liğin yer yer ne denli derinleşeceğini gençlerde görüyor, onlarla birlikte yaşıyoruz.

Anımsanacağı gibi, 5 Mart’ta Balbay’ın tutuklanmasının ardından başlattığımız, “Ergenekon’dan Tutuklu ve Yargılanan Aydınlarımızın Yanı Başındayız!” adlı “simgesel nöbet” 200 gündür sürdürülüyor; gazetemiz Cumhuriyet’in bahçesinde.

Eyleme sürekli katılanlar arasında gençler, gencecikler de var. Hazal da bunlardan biri. Uzun süredir ara vermeden katılıyor “nöbet”e, tıpkı “öteki” gençler gibi.

Gazeteci olmak istiyor. Henüz yirmi yaşında. Bu yaşa özgü tüm güzellikleri yansıtıyor. Ülkesinin her sorunu ile ilgili. Derinleşmek istiyor kimi konularda. Hep soracak bir “soru”su var; dahası pek çok sorusu var. Kimisine tutarlı yanıtları da var ama, başka yanıtlar, yorumlar da arıyor.

Eylem boyunca hep umutluydu. “Balbay da çıkacak, Prof. Manisalı gibi, ötekiler gibi” diyordu, ta ki 14 Eylül Pazartesi günkü Ergenekon duruşmasına dek.

Ertesi günü Cumhuriyet’te yayımlanan Balbay’ın ve avukatının savunmasını okumuş, aradı. Doğrudan: “Ne zaman serbest bırakırlar?” diye sordu.

Şaşırdım; sorduğu sorudan çok, sesinin ışıltısının bitmiş olmasına.

Bilemeyeceğimi söyledim; nöbet günü erken gelmesini rica ettim. “Peki!” dedi, o kadar.

Perşembe günü eyleme katıldığında, yeni hazırladığımız “üç” sözcükten oluşan pankartlardan birini seçti aldı, nöbete başladı hepimiz gibi.

Ama her zamanki yerinde önlerde değildi, arkalara çekildi yanıma geldi; içini kaplayan “tedirginlik” olduğu gibi yüzüne vurmuştu; pankartı kaldırdı öylece durdu.

Oysa yeni pankartlara büyük bir ilgi vardı; çabucak, bir solukta okunuyordu. Önümüzdeki yoldan geçen arabaların sürücülerinden alkışlar, uzun uzun klakson sesleri geliyordu. Karşı kaldırımda yürüyenler de sık sık alkışlarla katılıyorlardı.

Ne ki, Hazal bunların hiç ayrımında değilmiş gibiydi. Kısa bir süre sonra bana döndü: “Olmaz bu! Olamaz! Balbay’a yüklenen bütün suçları avukatı belgelere dayanarak bir bir çürüttü, bunlarla Balbay’ın suçlanamayacağını açıkça ortaya koydu; bir insanın suçsuzluğu daha nasıl ispat edilebilir ki? Lütfen söyleyin bana!” dedi. Yanıt bekliyordu soran üzgün bakışlarla, ama kararlı bir “duruş”la.

Ne diyebilirdim? Yalnızca tuttuğu pankarta baktım; “Ergenekon Savcısı BAŞBAKAN” yazıyordu. O da baktı, yanıtı almış gibiydi...

Bu sırada Ulusal Kanal görevlileri gelmiş, çekime başlamışlardı. Bahçe yine doluydu. Eylemci arkadaşlarla konuştular; ama onlar da sanırım, Hazal’ın sesini duymak, izleyicilerine duyurmak istiyorlardı.

Hazal umutsuzluğunu, kızgınlığını kırdı, yine o coşkulu sesiyle inandığı doğruları, yapılan yanlışları bir bir dile getirdi.

Konuşmasını noktaladığında, hepimiz, sanki önceden kararlaştırılmış gibi kendimizi “Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” sloganını söyler bulduk.

Uzun süre sürdürdük, “Hazal”lar “yetiştikçe” susulmayacağının umudu içinde.


MERİÇ VELİDEDEOĞLU
CUMHURİYET

Hiç yorum yok: