7 Kasım 2009 Cumartesi

KÜRT SORUNUNDA NELERİ TARTIŞAMIYORUZ

Kürt sorunu ne zaman başladı? Kürtler, Osmanlı’ya karşı ilk ne zaman ve hangi sebeplerle isyan etmişlerdi? Kürtler 19. yüzyıldaki kaotik manzarada nasıl görünüyorlardı?
Kürtlerin sosyal yapısı, milli bir direnişi, başka bir ifadeyle milli bir isyanı teşvik edebilecek bir yapıda mıydı? Tarihte yaşanmış Kürt isyanları, Kürt milli kimliğinin yada bağımsızlığının tanımlanmasına mı yöneliktir? Bu isyanların hangileri bağımsızlık savaşı olarak adlandırılır?
Bu sorularla, yakın dönem Kürt tarihini anımsayarak, ‘Kürt sorununu’ ana hatlarıyla, doğruya daha yakın tanımlayabileceğiz. Uzunca bir zamandır, tartışmaya yeltendiğimiz bu konunun bazı sayfalarını/evrelerini unutma eğilimindeyiz. Kürt tarihi ve sorununda neleri tartışamıyoruz? I. Dünya Savaşından önce çıkan Kürt isyanları, hem savaş sonrası hem de Cumhuriyet dönemi Kürt hareketlerini bizlere daha gerçekçi anlatan vakalardır. Bu hafta bu isyanları hatırlayarak, Kürt sorununun tasvirindeki ilk basamağı atlamış olacağız.
Ermeni ve Süryani sorunları, Kürt sorunun parçalarıdır:
Bilindiği gibi, 19. yüzyılda kuzey Mezopotamya ve Güney Doğu Anadolu’da kaos hüküm sürüyordu. Bu yüzyıla kadar Kürtler, Güney Doğu Anadolu’daki Hristiyanların ve Alevilerin yoğunluklu yaşadıkları şehirlerde yerleştiler, nüfusça üstünlüğü dahi kazandılar. Ayrıca ağa denilen Kürt reisler, yerel siyasi gücü yönetiyorlardı. Doğu Anadolu’daki yerli Hristiyanların çoğunluğu özgür aşiret üyeleri değillerdi. Kürt ağalarına ve bazı örneklerde feodal Nasturi meliklere  bağlı çalışan Hristiyanlar, el sanatları, besicilik ve tarımla uğraşıyorlardı. Yerel siyasi iktidarların, sünni kimliklerinden dolayı Kürtlerde olması, Ermeni ve Süryani sorunlarını, karmaşık Kürt sorununun parçası haline getirmişti.
19. yüzyılın kanlı etnik ve dini çatışmaları, temelde sünni Kürtler ile, Doğu Kiliseleri üyeleri arasındaydı.
Nakşibendi Şeyhleri, Kürt toplumunu birleştirici kuvvet mi oldu?
19. yüzyılın ortalarına kadar, Kürt nüfusu iktidarları, babadan oğula gecen emirlerin ‘Mirlerin’ yönettiği büyük topraklara bağlı aşiret konfederasyonlarına bölünmüştü.
Erken 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim, Kuzey Batı İran ve Hakkari çevresini fethettikken sonra, İran’a karşı kurulan cepheyi güçlendirmek ayrıca Fırat ve Dicle kolları boyunca yaşayan gayri müslimleri ve Alevileri kontrol etmek/o bölgeye sünni kimlik kazandırmak için hızla-yoğunluklu bir Kürt nüfusunu, neredeyse bölgenin tamamına konuşlandırmıştı. 
Ardından, bu bölgede resmi Emirlikler kurulmuştu. Emirlik, Osmanlı yönetimden bağımsız bir yapıya sahipti. Kendi topraklarında yaşayan halkların birliğinden de sorumlu tutulan Emir, rakip aşiret ve klanların reisleri arasında hakem rolünü de oynardı. Merkezi yönetimin gücüne bağlı olarak ya emirler sultana ödeme yapar, ya da sultan emirlere yıllık ödemeler yapardı.
Zamanla Osmanlı yönetimi, büyük kentleri yönetecek ve kontrol edecek bir adliye sistemi kurdu. Ağır vergi toplamaya başlamış olan Osmanlı, böylelikle emirlerin bağımsızlığını azaltmıştı. Emirlerin güçsüzleşmesinden sonra, Kürt toplumu dağıldı. Kürt toplumunu birleştirici kuvvet olarak, Nakşibendi tarikatının şeyhlerinin gerçek ağırlığını, bu tarihten sonra gözlemleyebiliyoruz.
Kürtlerin bir çok isyanının arkasında, çok güçlü çıkar ilişkilerinin belirlediği bir talep vardır.
Kürtler, tebaa olarak Osmanlı tarihi boyunca ezilmekten çok, hoşgörüyle karşılanmışlardır. Zamanla Kürtlerin Askeri güçlerini bir avantaj gibi gören Osmanlı, bu halkla ilişkilerini, ödül-ceza hukukuyla kurmuştur. Kürtler çoğu zaman cömertçe ödüllendirilmiştir. Bu ödüllerden olsa gerek, Hakkari veya çevresinde herhangi bir aşiretin düğününde takılan yüzlerce kilo altının sahibi, tek halkımız, Türkler değil, altından anlayan Ermeniler veya Yahudiler de değil, Kürtlerdir. Bu halk, Anadolu’da kısa bir sürede olsa hem bağımsızlık hem de özerklik kazanabilen tek Osmanlı tebaasıdır. Rus birliklerle Osmanlı’ya karşı savaşmışlar, İngilizlerle aynı harita için anlaşmışlar, son 30 yıldır ülkeyi bölmekle tehdit edebilen bir halktır. Ancak diğer halklar gibi cezalandırılmamışlardır.
Mısır’in Özerkliği ve Kürtler:
Erken 19. yüzyılda, Osmanlı yönetimi, Akdeniz’e kıyı olan coğrafyalarında zayıflamıştı. Mısır’ın asi yöneticisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı’ya karşı açtığı bağımsızlık savaşını, bazı yerel Kürt aşiretlerinin desteğiyle kazanmıştı. Kavalalı ve yönettiği yerel güçler, Suriye’yi işgal edince, Osmanlı bu bölgede ciddi bir yönetim zafiyeti yaşamıştı. Bu zafiyeti, Osmanlı’nın bölgedeki iktidarını kaybedişi olarak da niteleyebiliriz. Mısır’ın özerkliği isyanına en büyük destekçiler, Diyarbakır-Halep arasında yasayan Kürt-Arap Milli aşiretler konfederasyonuydu. Milli olarak anılan bu aşiretler, önderleri İbrahim Paşa komutasında, Kürdistan’ın batı kanadındaki en güçlü aşiret olarak sahneye çıktılar. Bu Milli aşiretinin en büyük rakibi; Cizre’nin güneyindeki bozkırda yasayan Sammar Arapları idi. Milli aşireti ve Sammarlar bölgenin hakimiyeti hususunda sürekli çatışıyorlardı. Sammarları geri püskürten Kürt Milli aşireti, bölgeye tamamen hakim oldu. İbrahim Sultan’a tam bir sadakat gösterdiler ve cömertçe ödüllendirildiler.
Kısa ömürlü Mısır işgali sona erdiğinde, Kürtler Osmanlı’nın güçsüzlüğünün farkına vardılar. Kürt ağaları, reisleri kendi mülk ve yönetimlerini genişleterek, bölgenin büyük bir kısmında hakim oldular. Bundan sonra, Mısır’daki özerkliğe benzer bir özerkliğe kavuşmak için çabaladılar.
Kürtlerin ilk Bağımsızlık Umutları:
Kürt aşiret reislerinden hırslı olanlar, kendi bağımsız devletlerini kurmayı umuyorlardı. Osmanlı yönetimi yerel aşiretlere boyun eğdirmeye öncelik vermekle birlikte, onlarla başa çıkabilecek güçte değildi.
Aziz Hanedanlığı’nın üyesi, Botan emiri Bedir-Han, 1840’lı yıllarda bağımsızlığını ilan etmiş, Cizre kentini başkent yapmıştı. Van, Hakkari, Miks, Kars ve Ardelan(Ardahan) reislerini birleştirerek, 1845’te yenilinceye kadar bir yönetim kurdu. Düzenli orduyu kuran Bedir-Han kendi adına sikke de bastırmıştı.
On dört Kürt ve Hristiyan aşireti yöneten Hakkari Kürt emirliğinin yöneticileri ve hanedanları arasında emirlik-iktidar kavgası çıktı. Asrilerin ana gövdesi, bu kavgada yenilen tarafı destekleyince, yıllarca süren kanlı çatışmalar başlamış oldu. Aslında Kürtlerin kendi iç çatışmaları gibi görünen bu kavgalar, Hristiyan ailelerin varlığını tehdit eden olayların başlangıcı sayıldı. Bu iktidar kavgaları, Kürt tarihine bağımsızlık çatışmaları olarak yazılmıştır.
Times of London, 6 Eylül 1843’te, ‘Nesturi Hiristiyanların katliami’ olarak dünya kamuoyuna bu olayları duyurmuştur. Haberde;
"Nur-Allah ve Bedir-Han, Asur topraklarını istila ettiğinde, büyük bir kürt isyanı patlak verdi. Aynı yılın Temmuz ayında, Bedir-Han Cizre kasabası içinde, kasaba yakınlarında ve Hakkari dağlarının batı kollarında Barwar sancağında yasayan Nasturilere saldırdı.  (Katliamlar yıllarca sürmüştü). Öldürülen Hristiyanların sayısının on bine ulaştığı tahmin ediliyor…"
Benzer bir saldırı, 1846’da da gerçekleşti. Bedir-Han’ın Nasturi Hristiyanlara baskı yapması zaman zaman onları öldürmesi, dünya basınında haber yapıldı. Uluslararası kamuoyu ve Avrupalı siyasetçiler, bu durumun ortadan kaldırılması için Osmanlı’yı uyardılar, Babiali’ye baskılar yaptılar. Bu çatışmalar ve uluslararası dikkatin bölgede yoğunlaşması, Osmanlı yönetimini kesin ve sert dönüşümlere zorladı. Bölgedeki gücünü yeniden tesis etmeye başlayan Osmanlı, Kürt emirliklerinin özerkliğini derhal kaldırdı.
Avrupa kamuoyu ve siyasetçileri bu durumu; "Osmanlı Hristiyanları’nın Kurbanlaştırılması", "Kürtlerin Saldırganlığı" gibi ifadelerle anıyorlardı. Kürtlerin bölgedeki Hristiyanlara yaptıkları zulümlere Osmanlı’nın göz yumduğunu, bu vahşi duruma asla müdahale etmediğini düşünüyorlardı.
Kürt bağımsızlık hareketinin doğal liderleri:
1877-78 Rus-Türk savaşının ertesinde, Bedir-Han’ın bazı oğullarının liderliğinde Hakkari ve Botan Kürtleri küçük bir isyan başlattılar.
Bu olayın ertesinde Şeyh Ubaydallah, Türkiye ve İran Kürtleri’ni birleştirmek ve bağımsız bir Kürdistan kurmak için kendi kuvvetleriyle birlikte, 1880’de Kuzey Batı İran’ı istila etti. Urmiye gölünün batısındaki kırsal bölgeyi ele geçirdiler. İran’ın büyük şehirlerinden Tebriz’i bile tehdit etmeye başlamışlardı. Urmiye gölünün batı kıyılarında yerli Hristiyan halklar yaşamaktaydı. Şeyh Ubaydallah’ın İran seferi, bu sebeple dini motiflerle süslenip, sünni Kürtler’e propaganda için anlatıldı. Kürtler, Batı İran’a topraklarını genişletmek için saldırmışlardı ve bunda başarılı oldular. Urmiye ve çevresinin istilasından sonra, Kürt nüfus, bütün Urmiye gölü çevresine yerleşti. Gölün bazı yakalarında Azeri Türkler de yaşıyordu. (Astara gibi büyük şehirlerde)
I. Dünya Savaşı sırasında, Bedir-Han’ın torunları (En önemlisi ve popüler olanı, Rus yanlısı Abdülrezzak’tı) ve Şeyh Ubaydallah (oğulları Abdülkadir ve Muhammed Sadık ve torunu Taha) bu hareketlerin anılarını, Kürt bağımsızlık hareketinin doğal liderleri olduklarını iddia etmek için kullanacaklardı. Osmanlı-İran Kürtleri’nin birliğinden bahseden ve bu konuyu dünya siyasetine taşıyan ilk insan olarak Şeyh Ubaydallah, Kürt tarihine geçmiş oldu.
Lena Umay

Açmaz..




Hava açtı, güneş yüzünü gösterdi...
Kasım ayında mayıs güneşi insanın içini ısıtıyor.
İnsan ilk sevgi mutluluğunun içinde sanar kendini güzel havalarda.Yüreğinden bir uçarılık, bir coşku ırmağı akar.
Bugün ben de öyleyim!
Gökyüzünün sağanağı altında eve gitmek, gece yağmurun camlarına vuruşunu dinleyip uykuya yatmak.
Sabah olduğunda güneşle uyanmak!
Kahvaltını yapıp, gelen gazeteleri okuyup, ilk haberleri dinlemek...
Ürkek bir yazgının yemişlerini toplamak gibidir yaşam böyle havalarda...
Biraz umut, biraz sevinç!
Kendi tutkularınla oyalanmak...
Oysa önümüz kış ve güneşi özleyeceğiz hep!
Sarı bir duman yükselecek düşlerinizde, Anadolu bozkırını özleyip kıyı kasabalarında soluk alacaksınız.
O sarı duman, toprak damlı evler, kar...
Koca bir kent üstünüze üstünüze gelirken, mayıs düşleri kuracaksınız...
İyiye ve güzele koşarken umutlarınızı çoğaltacaksınız...
Siz bunları düşünürken, bir haber gelecek aklınıza:
Eğitimde imam açılımı!”
İzmirde, bir devlet lisesinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine öğretmenler yerine camilerde görevli imamların girdiğini öğrenince içinizdeki umut bir anda yok olacak.
Ve kendi kendinize soracaksınız:
Türkiye nereye gidiyor?
Laik Demokratik Cumhuriyetin okullarında görevli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin müdür yardımcısı görevine getirildiği için derslere cami imamlarının girdiğini okuyunca, içinizde bir sızı duyacaksınız!
Bir okula beş imamın düştüğü bir ülkede, çağın neresinde olduğunuzu düşüneceksiniz ama.. gerçeklerle yüzleşmek istemeyeceksiniz.
Açılım zaten başlamış... İmamlar öğretmen olmuş.
Yurdum insanının çoğunluğu hiç önemsemeyecek anlattıklarımı.
Diyecek ki:
Ne var bunda.. imamlar dinimizi ve kültürümüzü iyi bilirler.
***
Zamanların tümü ölümsüz müdür?
Bu soruyu sık sık sorarım yeri geldiğinde.
Geçmiş zaman masallarını anımsar, yitip giden umutların içinde oyalanırım.
Mavilere kuşanmış göğün altında yürüyüp, bir kafede otururken, benim de sorular gelir aklıma:
Bir yanda aşı yaptırın, diyen bilim insanı.. Ülkenin sağlık politikasını yürüten bakan.. İthal edilen aşılar... Öte yanda ben aşı yaptırmayacağım, diyen başbakan... Peki bu durum karşısında yurttaş aşı yaptırsın mı, yaptırmasın mı?”
Sağlık Bakanı Akdağ, aşı yaptırırken ne demişti gazetecilere:
Aşı olmayın diyenleri savcılığa ihbar edeceğim!
Şimdi ne olacak?
Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül aşı olmuyor...
Gül ve Erdoğanı da savcılara ihbar edecek mi?
Bilmem bu konuda ne düşünüyordur çizerimiz Musa Kart?
ABD Başkanı Obama ve Almanya Başbakanı Merkel Aşı yaptırındiye halklarını uyarmış.
Aşı konusunda kafalar iyice karıştı.
Herkes birbirine soruyor:
Aşı yaptıracak mısın çocuğuna?
Çocuklara aşı ay sonunda yapılacakmış.
Anne ve babalar kararsız.
Okmeydanı ve Şişli Etfal Hastanesinin Acil Servisini gördüm.
Halkımız panik içinde.
Burnu akan, başı ağrıyan, midesi bulanan hastanelere koşmuş...
Doktorlar çaresiz, çırpınıyorlar.
Bir doktor günde 200 hastayı muayene ediyormuş.
Hiçbir Avrupa ülkesinde panik yok, ama Türkiyede var...
Halkta bir korku:
Acaba ölür müyüm?
Bugüne dek kaç kişi öldü?
Galiba 21 kişi...
***
Hava açtı, güneş yüzünü gösterdi...
Domuz gribi.. Genetiği değiştirilmiş organizma...
Başka ne var Türkiyenin gündeminde?
Kürt açılımı!
Eh.. imam açılımında olduğu gibi Kürt açılımının da altından kalkarız inşallah!..
Önce domuz gribi ve genetiği değiştirilmiş organizma açmazından bir kurtulalım, gerisi kolay

Katil Türkiye’de




Sudan’da şeriat rejimini yerleştiren bir katil. Şimdi devlet başkanı. Adı, Ömer El Beşir. Bu açıdan bizimkilerle çok yakın. Aynı yolun yolcuları. Bu katil, ülkesinde bugüne kadar en az 200 bin vatandaşını öldürdü. 2,5 milyon insanı, yerinden yurdundan edip açlığa ve sefalete mahkûm etti. Katil bu konuda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılandı ve hakkında tutuklama kararı çıkarıldı.
Suçu: İnsanlığa karşı suç işlemek.
Acımasız katil bu konuda kendini savundu: “İnsanlar öldürüldü; oldu ama sayı daha da az!”
Bu şeriatçı katille bizimkilerin arasından su sızmıyor. Adam sık sık Türkiye’ye geliyor. Şimdi tutuklama kararı sonrasında ilk kez Sudan’dan yurtdışına çıkıp İstanbul’da düzenlenen İslam Konferansı’na gelecek. Peki, tutuklanacak mı? Bizim Dışişleri Bakanlığı güvenceyi verdi bile:
“Sayın El Beşir İstanbul’a geldiği takdirde tutuklanmayacaktır.”
Peki, nasıl oluyor da bu insanlık düşmanı yobaz Türkiye’de böylesine kabul görüyor. Yanıtını hemen vereyim:
Çünkü Sudan kapısını yavaş yavaş Türk yatırımcılara açıyor. Sudan’dan Türkiye’ye para gelmesi bekleniyor. Paranın Allah’ı, kitabı, dini imanı, insanlığı yok.  Bizi yönetenler böyle düşünüyor. Gelsin de ister katilden, ister yobazdan, isterse dinsizden gelsin.
Bay Abdullah Gül Dersim’de
Bu ülkede Çankaya’da oturan şahıs, bundan bir süre önde Bitlis’in Güroymak ilçesine gitmişti. Orada bu ismi değil ilçenin geçmişte Kürtçe ismi olan Norşin’i kullandı. Kürtçülere, yerleşim yerleri isimlerinin yeniden Kürtçe olmasını isteyenlere şirin görünme çabasındaydı.
Önceki gün, Kürtçülerin ısrarla Dersim dediği Tunceli gezisindeydi.
Orada DYP’li belediye binasına asılan kocaman pankartla karşılandı.”Dersim’e hoş geldiniz.”
Öteki pankartlarda da, (Dersim) yazıyordu. Çankaya’da oturan şahıs, bunlara hiçbir tepki göstermediği gibi, Akşam gazetesinin haberine göre, kendisine hitap edenler şöyle demişti:
“Buraya Dersim deyin.”
Beyefendi bunun üzerine sormuş:
“Acaba bu konuda oylama yapsak halk ne der?”
Yanıt en başta Bay Vali olmak üzere ahaliden gelmiş:
“Yüzde yüzü Dersim der.”
Çankaya’nın AKP’lisi bunun üzerine şöyle demiş:
“Madem halk böyle denmesini istiyor, biz de buna bakacağız.”
Nasıl bakacaksınız Beyefendi? Zat-ı Âliniz kimsiniz, sıfatınız nedir? Kimlere şirin görünme çabasındasınız? Yani halk istedi diye bugün Tunceli’yi Dersim yarın Diyarbakır’ı Amed mi yapacaksınız? Sonra yavaş yavaş PKK’nın isimlendirdiği sözde eyalet sistemine mi geçeceğiz?
Doğu ve Güneydoğu’da Botan, GAP, Serhat, Garzan, Zagros, Ruha, Amed, Dersim eyaletlerini mi kuracaksınız?


Aman Allah; ülkemizde neler oluyor! Demek ki meydan bu kadar boş.

Özkök, Balbay’a Neden Öfkeli?




İkinci Ergenekon davası sanıklarından Jandarma Genel Komutanlığında Teknik Daire Başkanı görevi yapan emekli Albay Atilla Uğur; savunmasında zamanın Genelkurmay Başkanı emekli Org. Hilmi Özkök ile arasında geçen bir konuşmayı anlattı.
Uğur, 12 Mart 2004 günü baş başa yaptıkları görüşmede Özkökün Balbay hakkındaki düşünceleriniaçıklıyor...
İfadesinde Atilla Uğur; Genelkurmay Başkanlığı görevini 28 Ağustos 2002de Org. Hüseyin Kıvrıkoğlundan devralan Özkökün, ...Sen geleceği olan bir albaysın, neden başkomutanın, yani benim aleyhimde yazı yazan gazeteci ile görüşüyorsun…” dediğini söyledikten sonra:
Mahkeme heyetine Özkökün, yasadışı dinleme yaptıklarını duyduğunu ve sizi uyarıyorum demediğini belirtiyor ve sonra şu eklemeyi yapıyor:
“…Anladığım kadarı ile Özkökün esas kızdığı konu, gazeteci Balbay ile yapılan (yaptığı) görüşme idi diyor.
***
Fakat, emekli Albay Uğur, Genelkurmay Başkanı Özkökün Mustafa Balbaya kızgınlığının nedenini açıklamıyor.
Savcılık veya mahkeme heyeti de emekli albaya Özkökün Balbaya kızgınlığının nedenini sormuyor.
Evet, koskoca bir Genelkurmay Başkanı, bir gazeteciye bu denli neden kızıyor? Emrindeki subaya o gazeteci ile konuşmamasını neden emrediyor?
Sorunun yanıtı gayet basit:
Mesleği gereği Balbay kimi gerçekleri yazılarında konu edindiği için
Bu yanıt yeterli mi? Hayır! Zira Özkökün Balbaya had safhadakikızgınlığı; AKP ile yaptığı kapalıgörüşmeleri bir yazısında ayrıntılı kimi bilgiler vererek yazmasından kaynaklanıyor.
***
On beş yıl her sabah saat 11.00de Balbayla bir saat güncel haberler ve olaylar üzerinde konuştuk.
Öyle bir gündü. Balbay, bana Özkökün AKP ile dolaylı (veya aracı) kanalıyla yaptığı görüşmelere ait bilgiler aldığını söyledi.
Bu bilgileri yazısında kullanıp kullanmamayı görüştük, tarttık.
Yazmasında hiçbir sakınca olmadığı sonucuna vardık.
Balbay neden yazacaktı bu bilgileri?
Zira o güne kadar gelmiş geçmiş Genelkurmay Başkanlarının hiçbiri, siyasal bir parti ile Özkökün yaptığına benzer görüşmeler yapmamıştı.
Özkök, olağan dışı bir davranış gösteriyordu.
Şeffaflıktan söz edilen bir (bu) ülkede; olağan dışı davranışı bir gazetecinin kamuoyuna duyurması görevi değil miydi?
***
Balbayın; Özkökün -adını da verdiği bir AKP milletvekili aracılığıyla- görüşmeler yaptığını içeren yazısının Cumhuriyette yayımlanmasından sonra
Siyasal kulislerde askerin AKPnin (3 Kasım 2002de) seçimi kazanıp hükümeti kurması durumunda elbette ulusal iradeye saygılı olacağını ve kuşkusuz gereken icraatı yapacaklarını içeren söylentiler yaygınlaştı.
Ve Balbay, birden Özkökün boy hedefi oldu.
Aldığı bilgilerin sağlığından emin olan Balbay; Özkökün yazılı yapamadığı, dolaylı biçimde iletilen yalanlamalarını elbette kullanamazdı. Nitekim kullanmadı.
***
Balbayla ben, Genelkurmay Başkanını özenle izlemeye, yeri geldiğinde Özkökü iktidarla yakın olduğunu gösteren hareketlerini eleştirmeye devam ettik.
3 Kasım 2002den sonraki süreçte; sürekli yalanlamasına karşın Genelkurmay Başkanının RTE ile şiir gibi ilişkiler içinde olduğu yaygınlaştı. AKPnin Başbakanının Özköke hocam diye hitap ettiği yazıldı. Laiklik karşıtı iktidar uygulamalarına ulusal iradedir dilediğini yapar gibi yumuşak bakışıyla bünyede ve bünye dışındaki tepkileri dokunduran yazılar, yorumlar yayımlandı.
Görevden ayrılırken veda ziyareti yaptığı AKPli TBMM Başkanı Bülent Arınçla AKPnin Başbakanı RTE, hiçbir Genelkurmay Başkanına uygulanmadık biçimde kapılara kadar geçirdiler Özkökü.
Arınç, Özkök hakkında yüceltici sözler söylerken gözyaşlarını tutamadığını saklamıyordu.
Dinci bir iktidarın önderleri tarafından, protokol dışı böylesi iltifatı ile uğurlanmak için Özkök ne yapmıştı acaba?
***
Cumhuriyetteki Güncel başlıklı eleştirisel yazılarımız dışında Kanaltürkte her pazar canlı yayımlanan Politika Durağı programında yine Özkökü eleştirirken söylemediğimiz bir sözcüğü alarak hakkımda (tazminat davası da değil) bir yıldan başlayan ağır hapis cezası istemiyle dava açtı.
Şu ünlü 301. maddeden cezalandırılmamı isteyen davayı açma iznini görevden ayrılacağı 28 Ağustos 2006dan bir gün önce imzaladı.
Aylar sürdü mahkeme, beraat ettik.
Balbay hakkında Albay Uğura söylediği düşüncelerini yeni öğrendik.
Balbay, 246 gündür içeride yatıyor.
Özkök haberinde olduğu gibi.. gazetecilik gereği yaptığı çalışmaların, yazdığı yazıların karşılığı olarak!