29 Eylül 2009 Salı

Öpüşmeyin kardeşim... Aile var!


Öpüşmeyin kardeşim... Aile var!


“Dinci” parti tarafından yönetilen ülkede, “sosyete”nin tanınmış siması ve “dinci partinin belediye başkan adayı” olan işkadını, “hâkim albay”a rüşvet verip, hava kuvvetleri arazisini araklamaya çalışmak iddiasıyla gözaltına alındı...

Ki, bazı gazetelerde “savcı” olduğu yazılan bu “hâkim albay”, silahlı kuvvetlerde görevli “beş memur” ve silahlı kuvvetlerde görevli olmayan “üç orospu”yla birlikte, “sanatçı” ve “futbolcu”lara “rüşvet”le “sahte” çürük raporu vermekten içeri alınmıştı... Gözaltına alınan “dinci parti belediye başkan adayı”nın, “dinci parti ilçe başkan yardımcısı”yla “ak”çeli işler konuşan oğlu da, telekulağa enselendi.

*

“Dinci” parti tarafından yönetilen ülkenin, “laikçi” partiye mensup ve aynı zamanda “avukat” olan “milletvekili”nin kardeşi ise, “cami yaptıran hayırsever” olarak tanınan “uyuşturucu baronu”nun sağ kolu olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı... Ki, Emniyet Genel Müdürü’nün sağ kolu olan “Emniyet Genel Müdür Yardımcısı” da, bu baronla kanka olduğu iddiasıyla tutuklandı... Emniyet Genel Müdür Yardımcısı’nın oğluyla kendi kızına ortak şirket kurduran bu baronun, ispiyonlanıp içeri atılana kadar, öbür baronları ispiyonlamak için Emniyet’in “muhbiri” olarak kullanıldığı ortaya çıktı... Son bir haftada “Polis Okulu Müdür Vekili”nin öğrencilerle “eşcinsel” ilişkiye girmesi ve eşcinsel “emniyet amiri”nin porno siidisinin çıkmasıyla art arda sarsılan Emniyet’in uyuşturucu “bilirkişisi” de, aslında bu baronun imalatçısı olduğu iddiasıyla içerde.

*

Ana, oğul.

Abi, kardeş.

Baba, oğul.

Baba, kız.

Müdür, öğrenci.

Asker, polis, hâkim, siyasetçi.

Sanatçı, futbolcu, bilirkişi.

Cami.

*

Ve, o ülkenin Aileden Sorumlu Bakanı diyor ki: “Dizilerde öpüşme sahneleri var, aile yapımızla bağdaşmıyor, kamu vicdanında sıkıntı yaratıyor, şifre konmalı bunlara...”

*

Hep Behlül’ün yüzünden yani.

*

Ha bire öpüyor Bihter’i.

Bozdu milleti.

TÜRK OLMAK!

Türk olmak; Osmanlı'nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan
evladı gibi.
Kosova'da ve Bosna'da, Batı Trakya'da ve Makedonya'da bilmem
kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.

Türk olmak; Kıbrıs'ta, Hocalı'da, Anadolu'da ve Balkanlar'da soykırıma
uğrayıp karşılığında yapmadığı soykırımla suçlanmaktır.

Türk olmak; Avrupa'da hor görülmektir. Ataları bir çok asır önce Viyana'yı
kuşattığı için hoş görülmemektir.

Türk olmak; Selanik'te Pontus Anıtı'nın, Viyana'da çiğnenen yeniçeri
minberinin ve Malta'da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin
önünden geçmektir.

Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük
yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk
olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.

Türk olmak; Arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın
imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icad edildiği her yerinde
bereket fışkıran bu yurtta, kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.

Türk olmak; Troya'dan bu yana, Sümer'den bu yana serpilerek gelse de,
tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek
değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.

Türk olmak; Mostar'da köprüdür, Kerkük'te kaledir, İstanbul'da
Kızkulesi'dir, Anadolu'da buğdaydır, Çukurova'da pamuktur, Ege'de tütün,
Karadeniz'de fındık, Trakya'da ayçiçeğidir.

Türk olmak; Çanakkale'de ölmektir. Çanakkale'de ölmeden önce düşmana su
vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır.

Türk olmak; Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar
yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine
kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara
bereket diye bakmaktır.

Türk olmak; Harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip,
sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan
okumaktır.

Türk olmak; Askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de dönmeyeceğini
bilerek.

Türk olmak; Annenin şehit oğlunun ardından; “Bir oğlum daha olsun, onu da
vatan için göndereceğim” demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna
son kez dokunurken; “Vatan sağ olsun” demesidir.

Türk olmak; Ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden
fazla olanı garsona geri vermektir. Türk olmak, yemeği ziyan etmekten
korkmaktır.

Türk olmak; Evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir. Kendi
yerde, misafiri döşekte yatırmaktır.

Türk olmak; Yunus'u bilmektir, Mevlana'yı, Hacı Bektaş-ı Veli'yi ve Hoca
Yesevî -tek bir satırını okumasa da yüreğinde taşımaktır.

Türk olmak; Oğuz Kağan, Bilge kağan, Saltuk Buğra han, Alparslan,
Kılıçaraslan, Fatih Mehmet, Yavuz Selim ve Mustafa Kemal’ın duygularını
hissetmek ve ona göre hareket etmek demektir.

Türk olmak, Saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval
çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir..
Hayatın sana verdiklerine nasip, vermediklerine kısmet demektir. Her işin
hayırlısına inanmaktır ve feleğe küsmemektir ve ağlamamak için çok gülmekten
çekinmektir.

Türk olmak; Asya'da batılı, Avrupa'da doğulu diye tepki görmektir.
Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir.

Türk olmak; en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde
bile her olumsuzluğun bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.

Zor iştir Türk olmak. Türk olmak Anadolu'da her düşen yağmur damlasına
hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir.

Türk olmak, kan, vahşet ve kargaşa bölgesi Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya
bölgesinin ortasında medeniyetler mezarlığı Anadolu'da dik durabilmektir.

Türk Olmak; Yeniden Küresel Güç olmak için hareket etmektir.

Günün Sözü: KENDİNİ, ATA'NI, ÖTEKİLERİ bilirsen, sen sen olursun.

YETENEK


BEN Başbakan'ın yeteneklerini beğenirim.
Her zaman “Tayyip, Tayyip, Tayyip” derim...
Misal; ABD Başkanı Obama ile baş başa 15 dakika görüşüp, otuza yakın konuda “fevkalade iyi neticeler” kim almış olabilir?..
15 dakikanın yarısını tercümanın tekrarı olarak düşünün...
Kaldı 7.5 dakika...
Ermenistan ile sınır kapısı, Kürt açılımı, İran’ın nükleer sorunu, Irak meselesi, Kuzey Irak’ın geleceği ve daha birçok mesele bunun içinde...
Ki kendisi de 7.5 dakikalık ikili görüşmeyi, bizim medyaya ancak 20 dakikada anlatabildi zaten.

Yetenek başka şeydir...
Türkiye’nin gelmiş-geçmiş başbakanları birkaç dil bilir, birikisini de anadilleri gibi konuşurlardı.
Bu, iki kelime (Van minüt) biliyordu...
O iki kelime ile dünyayı ayağa kaldırdı.
Nitekim bu son ABD gezisine katılan arkadaşlarımız, “Birleşmiş Milletler toplantısına da van minüt damgasını vurdu” diye bildirdiler.

ABD’ye giderken “Tüm komşularımız ile barış ve dostluk bağları kurduk” diyen,
koltuğunun altında komşuların başına atılacak füze sistemi ile dönen bir başka devlet adamı yoktur.
Ayrıca “Füze sistemi söz konusu değil” dedikten hemen sonra “1.3 milyar dolarlık bir ihaleden” söz etti ki, bu da yetenek...
Yani füze yok, ama fiyatı var...
O zaman komşular huysuzlandığında 1.3 milyar dolarlık ihale dosyasını vuracaktır kafalarına kafalarına...
Yoksa ne işe yarayacak bu füzeler, rampalar?..
Füze dediğiniz şey gider ama gelmez...
Yoksa bin üzerine gez...

Pekiii...
Her ağız açışta insanların kardeşliğinden, medeniyetlerle kucaklaşmaktan, akan kanı durdurmaktan söz edip, sonra insanların başına atmak için füze almak...
Ve bunu kılıfına uydurmak yetenek değilse ne?
Anlamayan yeteneksiz var mı?
Yok...

ASIL BURASI NERESİ 2

Nedendir bilinmez devamlı bu giyiniş tarzını tercih etmiş insanlarla karşılaşıyorum, gazetelerde sokakta tv de ve de en son N.G. de. Buralar nere de asıl biz nereye gitiyoruz. Kızlarımın hiç bir şekilde bu tarz giysiler giymek zorunda kalmalarını istemem.
.Yaradan biz kara çarşafın zukmünden korusun.Amin.......

28 Eylül 2009 Pazartesi

MAÇIN GOLLERİ TEKNİK ADAM GÖRÜŞLERİ VE GEYİK!

GALATASARAY 1 ES ES 1




ELDE VAR EKSİ 2....Bu akşam şimdilik istatistiklerle idare edin .MAÇIN GOLLERİ VE HİKAYESİ TEKNİK ADAM GÖRÜŞLERİ YARINA...

DİKKAT ŞIRINGA ÇIKABİLİR!



Şırınga
AKF-FG koalisyonunun başı Recep,
AKF-FG koalisyonunun başı Recep, Atlantik’in öteki kıyısında kendini çok daha rahat hissetmiş olmalı ki “Kürt açılımı” için “Açılım hazmede hazmede, hazmettire hazmettire sürecek” diye buyurdu.

Recep’in sözleri bu kez gerçekten önemli... Çünkü Recep, ciddi bir vurgu yapıyor ve “açılım”ın iki taraflı olduğunu anlatmaya çalışıyor: Hazmedecek olanlar yani Türkler ve hazmettirilecek olanlar yani Kürtler!

Recep, hazmedecek olan Türkler ile hazmettirilecek olan Kürtler arasında hakem pozisyonunda!

Hazım için Recep’in hangi yöntemleri izleyeceğini önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.

Yöntem deyince, insanın aklına Recep’in aynı tezgâhtan çıkmış gömlek arkadaşı Bekir Yıldız’ın yöntemi geliyor. Ankara’nın Sincan ilçesindeki Refah Partili belediye başkanı Bekir kardeşimiz “Şeriatı bir ilaç gibi şırınga edeceğiz” demişti.

Alıştıra alıştıra şırınga etmek de bir yöntem. Şırınga yöntemi Bekir’e nasip olmadı ama unutmayın Recep’in son partisi, şeriat ilacının dozunu öyle güzel ayarladı ki laiklik karşıtı eylemlerin odağı oldu; Anayasa Mahkemesi bile hazmetti!

Recep, başarısı sabit şırınga yöntemini Kürt açılımında niye kullanmasın! Hele koskoca Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, bölünmenin söz konusu olmadığını açıklamışsa; halka “Boş verin siz televizyon seyretmeyi, gönlünüzü ferah tutun” demişse. Şeriat, “tehdit” olmaktan çıkıp yaşam biçimine dönüşmüşse ve bölücü terörle “mücadele”den “müzakere” aşamasına gelinmişse gerisi latügüzaf!

Bu iş o kadar kolay değil diyorsanız... Hazım, çoktan başladı. 25 yıl önce askerimize ilk kurşunun sıkıldığı ve bölücü teröre ilk şehidimizi verdiğimiz Eruh’ta şenlikler yapıldı. Tatvan’da teröristler için saygı duruşuna geçildi. Genelkurmay Başkanı’na “Türkiye’nin başındaki bela” denildi. Ve daha dün Recep’in İstanbul’daki daimi temsilcisi Muammer Güler adındaki vali, Kürtçüleri rahatsız etmemek için şehit yakınlarının şehitlikte konuşmasını yasakladı! Sıra, toplumu böldüğü gerekçesiyle şehit ve gazilik unvanlarının kaldırılmasına da gelecek. İnanmıyorsanız, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın raporuna bakabilirsiniz.

Şırıngalar elimizde, uzun ip belimizde!

Deniz Som
Cumhuriyet

GERÇEKTEN DE BURASI NERESİ?

EY ATAM İŞTE GELDİĞİMİZ DURUM BUDUR!ÇÖZÜMÜ YOKMU DUR?
Cenazede Cemaat Taşkınlığı
II. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman'ın cenazesine İsmailağa cemaati mensuplarının taşkınlıkları damga vurdu.
Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman'ın cenazesi, II. Mahmut Türbesi Haziresi'nde toprağa verildi. Sultanahmet Camisi'ndeki namazın ardından cenaze aracına konulan Ertuğrul Osman'ın naaşının II. Mahmut Türbesi'ne getirilişine yaklaşık 10 bin kişi eşlik etti.

Cenazenin cami avlusundan çıkarılışı sırasında, tekerlekli sandalyede bulunan İsmail Ağa Cemaati lideri Mahmut Usta Osmanoğlu ezilme tehlikesi geçirince, yanındakiler ile basın mensupları arasında kısa süreli arbede yaşandı.

Sultahmet Camii'nden türbeye kadar cenazeye eşlik edenler arasında İsmail Ağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu da vardı. Ustaosmanoğlu'nun etrafında cemaatin sempatizanları tarafından etten duvar örüldü.

Mahmut Usta Osmanoğlu ile yanında bulunanlar, daha sonra polislertarafından çevrilen II. Mahmut Türbesi'ne girmek istedi. Polisin engellemeye çalışmasına rağmen kapıyı zorlayan bu kişiler, Mahmut Usta Osmanoğlu ve MahmutÜnlü'nün defnin yapılacağı türbe haziresine girmesini sağladı.

ACEP NE KONUŞTULAR!

G-20 zirvesinin sonunda ABD Başkanı Obama ile Başbakan Erdoğan’dan biraz kalmasını rica etti ve iki lider baş başa 15 dakikalık bir görüşme yaptılar. Görüşme hakkında resmi bir açıklama yapılmadığı için bugün gazetelerimiz birinci sayfalarında iki liderin neler konuştuğunu kendi tahminlerine göre yazdılar.

İşte gazetelerin birinci sayfalarından verdikleri haberlere göre Obama ile Erdoğan’ın ne konuştuklarına dair tahminleri:



Posta: Ortadoğu sorunları, Ermenistan açılımı

Hürriyet: Türkiye’yi de ilgilendiren bölge sorunları

Sabah: Zirvenin galibi Türkiye

Habertürk: Ortadoğu, Ermenistan, Karabağ

Milliyet: Ortadoğu sorunları, Ermenistan açılımı

Vatan: İran’daki gizli nükleer santralin ele alınıp alınmadığı konusunda bilgi verilmedi

Akşam: İran

Sözcü: Obama Erdoğan’a hazmettirme taktiği verdi

Takvim: Ortadoğu, Azerbaycan, Ermenistan

Zaman: Ortadoğu, Ermenistan, Karabağ

Türkiye: Ortadoğu ve Ermenistan

YeniŞafak: Ermenistan

Star: İsrail-Filistin, Irak-Suriye, Ermenistan ve Karabağ

Taraf: İsrail-Filistin, Irak-Suriye, Kürt ve Ermeni açılımları

Bugün: Ortadoğu ve Ermenistan

Güneş: İran

Tercüman: İran

Radikal: Ortadoğu ve Ermenistan

Yeniçağ: Yes sör! Obama konuştu, Erdoğan onayladı

TEK KELİMELİK HAYAT DERSİ!

Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri hayat, aşk ve evlilik üzerine konuşurken şunları söylüyor:



"İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş.



Kurtlardan biri; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve benciliği temsil ediyor.



Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor."



Gençlerden biri "hangi kurt kazanacak?" diye soruyor.



Yaşlı Kızılderili kısaca cevap veriyor:


"BESLEDİĞİNİZ !"

26 Eylül 2009 Cumartesi

Devrimleri Taammüden Savunuyorum !


“İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne

Suç: Atatürk Devrimlerini savunmak, vatanı ve milleti canından çok sevmek.

Suç tarihi: Halen devam etmektedir.

İtiraf ediyorum! Ben de Atatürk Devrimlerini taammüden savunuyorum, vatanımı ve milletimi canımdan çok seviyorum.

Eğer bu suçsa, beni de alın, beni de yargılayın!”

Yukarıdaki satırları, bu ülkenin aydınlık, yurtsever insanları tarafından Ergenekon mahkemesine gönderilmek üzere hazırlanan ve imzaya açılan “Atatürk Devrimlerini savunmak ve Yurtseverlik Suçsa, Beni de Alın” dilekçesinden aldım. Bu ülkenin aydınlık, yürekli yurtseverlerinin imzaladığı dilekçede aynen şöyle yazıyor:

“Ülkemizin değerli yurtsever aydınları, siyasi parti genel başkanları, rektörleri, bilim adamları, komutanları, gazetecileri ‘Ergenekon’ adı verilen soruşturma kapsamında özgürlüklerinden mahrum edilmişlerdir. Tutuklulukları cezaya dönüşmüştür. Bu yurtseverlerin tek suçu, Atatürk Devrimlerini taammüden savunmak, vatanı ve milleti canından çok sevmektir…


***


“Beni de alın” dilekçesine yalnızca bir hafta içinde ve yalnızca birkaç ilde 30 bin yurtsever imza attı. Önümüzdeki günlerde imza kampanyası Türkiye çapında genişletilecek ve eminim imza sayısı yüz binlere ulaşacak.


Türkiye’nin yüz akı sanatçılarının, yazarlarının, bilim insanlarının öncülüğünde gerçekleşen bu imza kampanyası, tarihe, paramparça edilmek istenen bir ulusun, üzerindeki ölü toprağını atarak görkemli bir şekilde ayağa kalkışının en önemli kilometre taşlarından biri olarak geçecek. Kampanyanın ilk öncüleri olan, çoğunu yakından tanıdığım, dostluklarıyla övündüğüm, tanışmış olmaktan gurur duyduğum yurtsever aydınların isimlerini ben de köşemde ilan etmekten kıvanç duyuyorum:


“Muazzez İlmiye Çığ, Fikret Otyam, Banu Avar, Müjdat Gezen, Tarık Akan, Levent Kırca, Ataol Behramoğlu, Hayati Asılyazıcı, Alpaslan Işıklı, Nihat Genç, Ferhan Şensoy, Bertan Onaran, Suay Karaman, Nedim Saban, Meriç Velidedeoğlu, Şenal Sarıhan, Yavuz Top, Osman Şahin, Muzaffer Akyol, Yavuz Daloğlu, Hüseyin Haydar, Refik Saydam, Mustafa Özarslan, Neriman Oyman, Ahmet Leventoğlu, Enis Öksüz, Sarper Özsan, Sebahattin Şenoğlu, Tuğrul Göğüş, Hüseyin Avni Güler”


Bu dilekçede imzamın bulunmasından şeref duyuyorum… Çünkü Atatürk Devrimlerini bilerek, tasarlayarak yani taammüden savunuyorum, savunmaya da devam edeceğim…

Bir Yurtsevere Mektup(XXVII)


Sevgili kardeşim Balbay, bilmiyorum medyanın utanç verici sessizliği Silivri’de yankılanıyor mu?!. Geçen hafta ülke yine ne olduğu bilinmez, körlerin fili tarifi misali “açılım”larla meşgul edilirken, Cumhuriyet’in telefonlarının yasalar hiçe sayılarak dinlendiği belgeleriyle kanıtlandı. Bu demokrasi suçu, bu insan hakları ihlali ile ilgili medyada, iki gazete haricinde ne bir ses, ne bir nefes!.. Demokratik açılımların(!) mimarı hükümet kanadında ise tıs yok!. Pardon, olmaz olur mu; bu hukuksuzluğa imza atan Ergenekon savcıları ile ilgili suç duyurusu ve soruşturma istemlerine adalet bakanlığı, “dinlenen kişilerle ilgili davanın seyrini etkileyecek bir soruşturma yok” diyerek engel oldu, hey gözünü sevdiğimin adaleti!..


Adalet dedim de, babamın Haymana kaymakamlığı sırasında bizim sokaktaki sınıf arkadaşımın adıydı.. Sıra arkadaşının adı da İffet’ti yanlış hatırlamıyorsam, bakkal amcanın oğlunun adı da Erdem…


Hele senin, şu meşhur günlüklerle ilgili olarak, “Bana ait değil, tamamen montaj, ben, zaten bana ait notları bilgisayar ortamında 2 küsur dakikada nasıl yazmış olabilirim” diye haykırışın karşısında medyanın dilini yutmuşçasına sessiz kalışı var ya, bana hemen Haymana’da ki arkadaşlarımı anımsattı, nedense… Ama bil ki kardeşim, biraz Yunus Emre, biraz Hacı Bektaş, biraz Mevlana, biraz Hallacı Mansur gözüyle söyleyeyim; “ Ne bu faşizmin, ne bu yöneticilerin ve ne de egemen kılmak istedikleri düzenin, nezdimde en ufak hükmü yoktur…


Sevgili kardeşim, seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına bir yurtseverin olanca sıcaklığı, gücü ve direnciyle kucaklıyorum…

İŞTE İLK UZAYLI ! (TABİ Kİ BENİM BİLDİĞİM)



ÇİFTÇİNİN TUHAF ÖLÜMÜ!!!??
Adeta olaylara tuz biber eken olay da yaratığı bulan çiftçinin açıklanamayan ölüm şekli.

Çiftçi Marao Lopez park halindeki arabasının içinde yanmış halde bulundu. Yapılan testlerin sonucu ise şok edici; bu yangının alevlerinin ısısı normal bir yangının çok çok daha üzerinde, ancak metal eritme işlerinde kullanılan sıcaklıktaymış. Bölgedeki çiftçilerin ikinci bir yaratık gördüklerini iddia etmesi, Lopez'in diğer yaratıklar (uzaylılar) tarafından intikam amaçlı öldürüldüğü dedikodularının çıkmasına yol açtı.
GERÇEKTEN UZAYLI MI?
Meksika'nın Metepec yöresinde bir çiftçi olan Marao Lopez'in fare kapanına yakalanmış halde bulduğu tuhaf yaratığın sırrı çözülüyor mu? Yoksa gittikçe daha gizemli bir hal mi alıyor?

Fareler için kurduğu kapana yakalanmış tuhaf yaratığı görünce önce korkan sonra şaşıran Lopez ilk başta bunun kötü bir şaka olduğunu düşünmüş. Bu tüysüz minik yaratığı kürkü çıkartılmış bir maymun yavrusu zanneden çiftçi daha sonra onun bildiği hiçbir canlıya benzemediğini fark edince paniklemiş ve öldürmeye çalışmış. Ölmesi için onu suya atan Lopez yaratığın saatlerce suda kalmasına rağmen ölmemesi üzerine daha da korkmuş ve onu sudan çıkartmamış. Solungaçları olmadığı halde su altında uzun süre hayatta kalan yaratık saatler sonra ölmüş.
Normal canlılar gibi DNA'sı yok mu?

Yaratığın fotoğrafları medyaya verildiğinde dünya gündemine bomba gibi düşen bu olay pek çok kişi tarafından da kuşkuyla karşılanmıştı. Bazıları bunun prematüre bir hayvan yavrusu, bazıları bir maymun cinsi, kimileri de laboratuvar ortamında üretilmiş bir mutant olduğunu iddia ederken pek çok kişi de onun bir uzaylı olduğunu düşünüyordu. Tüm bu sorulara cevap vermek için bilim adamları çiftçiden aldıkları yaratığa ait doku, kemik, deri örneklerini incelemeye başladılar.

Bild'de yayınlanan bilimsel bulguların ilk safhası oldukça şaşırtıcıydı. İlk incelemelerde yaratığın DNA'sı tespit edilememişti, yani bir DNA'sı yoktu. Bazıları bunun yaratığın su altında zarar görmesi nedeniyle DNA tespit edilemeyecek hale gelmesine bağladı. Bilim adamları bu defa araştırma için çiftçinin kasasında sakladığı yaratığı alıp daha detaylı incelemeye başladılar.

Bu dünyaya ait değil mi?

Bu defa elde edilen bulgular çok daha ilginçti. Daily Telegraph, rapora dayanarak yaratığın dünya dışı bir varlık olduğunu yazdı. Alınan sonuçlara göre Metepec yaratığının sürüngenlere özgü bir iskelet yapısı var, dişlerinin insanlarda olduğu gibi kökleri yok ve su altında saatlerce canlı kalabiliyor. Yaratığın derisi bildiğimiz canlılarınkinden çok çok daha ince, gözleri ve kulakları da vücuduna oranla daha büyük. Eklem yapısı insanla benzerlik taşıyan yaratığın beyni aşırı derecede büyük; özellikle de arka kısmı. Beyniyle ilgi bulgular üzerine bilim adamları yaratığın üstün zekalı olduğu sonucuna vardılar.

Yaratığın hücreleri üzerinde yapılan detaylı araştırmalar sonucu DNA örneği tepit edildi ama sonuçlar DNA'sının bu dünyaya ait olmadığını ispatladı.

Metepec yaratığının cildinin ıslandıktan sonra çok çabuk kuruması ve kesinlikle çürümemesi ise bir başka ilginç nokta.

DNA testleri sonucu yaratığın bu dünyada yaşayan hiç bir canlıyla benzememesi onun dünya dışı bir varlık olduğu sonucunu çıkartsa da bilim adamları hala temkinli ve daha fazla test yaptıktan sonra kesin kararlarını açıklayacaklarını söylüyorlar.

GENCECİK "HAZAL TEDİRGİN"

Bir toplumu, bir ülkeyi sürekli “tedirgin”lik içinde tutarak yönetme olasılığı var mıdır?

Bu sorunun “neden” sorulduğunu TV izlerken “Başbakan”ın görüldüğü an ona, on, on beş saniye bakıldığında hemen anlaşılır sanıyorum.

“Tedirgin” bir insan yüzünün tüm imlerini (işaret) taşıyan bir görüntü; yer yer “anlamsız”laşan bakışlar; gittikçe yükselen, sonunda “denetlenemeyen” bir ses, bir “patlama”, kameraya sularını sıçratan yarım sözcükler; pancar rengini almış, şişmiş bir yüz...

Zaten “tedirgin”lik içinde yaşatılan insanlarımız, bu gibi görüntülerle, daha da “tedirgin”leşmeye zorlanmıyor mu?

Ayrıca geleceğe “umut”la bakması gereken “gencecik” insanlarımızın “da”, böylece “tedirgin”lik içine düşmesi, bir ülke için “yaşamsal” bir sorun oluşturmaz mı?

Bugünlerde, “nöbet eylemi”nde buluştuğumuz deneyimli dostlarla, bu “tedirgin”liğin yer yer ne denli derinleşeceğini gençlerde görüyor, onlarla birlikte yaşıyoruz.

Anımsanacağı gibi, 5 Mart’ta Balbay’ın tutuklanmasının ardından başlattığımız, “Ergenekon’dan Tutuklu ve Yargılanan Aydınlarımızın Yanı Başındayız!” adlı “simgesel nöbet” 200 gündür sürdürülüyor; gazetemiz Cumhuriyet’in bahçesinde.

Eyleme sürekli katılanlar arasında gençler, gencecikler de var. Hazal da bunlardan biri. Uzun süredir ara vermeden katılıyor “nöbet”e, tıpkı “öteki” gençler gibi.

Gazeteci olmak istiyor. Henüz yirmi yaşında. Bu yaşa özgü tüm güzellikleri yansıtıyor. Ülkesinin her sorunu ile ilgili. Derinleşmek istiyor kimi konularda. Hep soracak bir “soru”su var; dahası pek çok sorusu var. Kimisine tutarlı yanıtları da var ama, başka yanıtlar, yorumlar da arıyor.

Eylem boyunca hep umutluydu. “Balbay da çıkacak, Prof. Manisalı gibi, ötekiler gibi” diyordu, ta ki 14 Eylül Pazartesi günkü Ergenekon duruşmasına dek.

Ertesi günü Cumhuriyet’te yayımlanan Balbay’ın ve avukatının savunmasını okumuş, aradı. Doğrudan: “Ne zaman serbest bırakırlar?” diye sordu.

Şaşırdım; sorduğu sorudan çok, sesinin ışıltısının bitmiş olmasına.

Bilemeyeceğimi söyledim; nöbet günü erken gelmesini rica ettim. “Peki!” dedi, o kadar.

Perşembe günü eyleme katıldığında, yeni hazırladığımız “üç” sözcükten oluşan pankartlardan birini seçti aldı, nöbete başladı hepimiz gibi.

Ama her zamanki yerinde önlerde değildi, arkalara çekildi yanıma geldi; içini kaplayan “tedirginlik” olduğu gibi yüzüne vurmuştu; pankartı kaldırdı öylece durdu.

Oysa yeni pankartlara büyük bir ilgi vardı; çabucak, bir solukta okunuyordu. Önümüzdeki yoldan geçen arabaların sürücülerinden alkışlar, uzun uzun klakson sesleri geliyordu. Karşı kaldırımda yürüyenler de sık sık alkışlarla katılıyorlardı.

Ne ki, Hazal bunların hiç ayrımında değilmiş gibiydi. Kısa bir süre sonra bana döndü: “Olmaz bu! Olamaz! Balbay’a yüklenen bütün suçları avukatı belgelere dayanarak bir bir çürüttü, bunlarla Balbay’ın suçlanamayacağını açıkça ortaya koydu; bir insanın suçsuzluğu daha nasıl ispat edilebilir ki? Lütfen söyleyin bana!” dedi. Yanıt bekliyordu soran üzgün bakışlarla, ama kararlı bir “duruş”la.

Ne diyebilirdim? Yalnızca tuttuğu pankarta baktım; “Ergenekon Savcısı BAŞBAKAN” yazıyordu. O da baktı, yanıtı almış gibiydi...

Bu sırada Ulusal Kanal görevlileri gelmiş, çekime başlamışlardı. Bahçe yine doluydu. Eylemci arkadaşlarla konuştular; ama onlar da sanırım, Hazal’ın sesini duymak, izleyicilerine duyurmak istiyorlardı.

Hazal umutsuzluğunu, kızgınlığını kırdı, yine o coşkulu sesiyle inandığı doğruları, yapılan yanlışları bir bir dile getirdi.

Konuşmasını noktaladığında, hepimiz, sanki önceden kararlaştırılmış gibi kendimizi “Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” sloganını söyler bulduk.

Uzun süre sürdürdük, “Hazal”lar “yetiştikçe” susulmayacağının umudu içinde.


MERİÇ VELİDEDEOĞLU
CUMHURİYET

EPEYDİR UZAKTIK BLOGGER'DEN.

Çoğu zaman adeta işkence çektiren beklemeler, bağlanamamalar, yazı yazamamak, takip edememek bir dert olmuştu.Zannedersem sorun çözüldü. Artık tekrar beraberiz..

3 Eylül 2009 Perşembe

ERMENİ AÇILIMI İLE KÜRT AÇILIMI NEDEN BERABER YÜRÜTÜLÜYOR?

19. yüzyılda neredeyse tüm kıta Avrupa’yı ve Yakın Doğu’yu saran milliyetçi rüzgarlar, üzerinde yaşadığımız toprakların da en derin meselelerinin doğusuna sebep olmuştu. Daha önceki makalelerimizde bahsini yaptığımız, Anadolu’nun etnik zenginliği, iste esen bu milliyetçi rüzgârlarla öldürücü darbeleri almıştı. Bilindiği üzere; son günlerde en çok tartıştığımız “kimlik” sorunumuz, deyim yerindeyse tam da bu zamanlarda uç vermiş, etkileri bugünlere dek sürecek hastalıklarımızın zemini hazırlamıştı. Bu hastalıkların teşhisi için yasadığımız problemlerin tarihsel arka planını hakkıyla, deyim yerindeyse tarihçilik namusuyla incelemek ve bir daha anlatmak gerekmektedir. Son zamanlarda yoğun bir şekilde tartışmaya açtığımız “Kürt meselesi” ve dün haberdar edildiğimiz İsviçre hakemliğinde başlatılmış olan “Ermenistan-Türkiye görüşmeleri”ni, iste 100 yıl evvel zemini hazırlanmış bu hastalıklarımızın bu günlerdeki yeniden teşhisi ve tanımlanışı olarak nitelemekle haksızlık etmiş olmayacağım.



Ünlü İsviçreli tarihçi Hans-Lukas Kieser, 2001’de Zürih’te verilen bir seminerde “Ermeni Meselesi”ni ana hatlarıyla şöyle aktarmaktadır;

“Doğu Anadolu’da günümüze dek süren iç huzursuzluğun kökeni 19. yüzyıl’a değin uzanmaktadır. Bu yüzyılda Ermeni, Süryani ve Kürt sorunu başlamış, Alevi sorunu da farklı bir nitelik kazanmıştır. Kürtler ve Ermeniler o zamanki cokethnik yapılı olan altı Doğu Vilayetinin –Sivas, Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Mamuretülaziz- nüfusunun genelde çoğunluğunu oluşturmaktaydılar. Tarihi Ermeni Meselesi (La question armènienne), Tarihi Doğu Sorununun (La question orientàle’ nin) önemli bir parçasıydı. La question orientàle 19. yüzyıldaki Osmanlı İmparatorluğu’nun ve bununla beraber bütün yakin Doğunun geleceğini sorgulamaktaydı.



Ermeni meselesi demek, Osmanlı Doğu Vilayetleri’ndeki Ermeni azınlığın gittikçe güçleşen durumunun nasıl ve hangi çerçevede iyileştirilebileceği idi. Asıl problem var oluşla ve yaşantıyla ilgiliydi, emperyalist diplomasinin hazırladığı bir oyun değildi. 1914’e, yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar, Ermeni toplumunun temsilcilerin ve uluslararası yetkililerin tercihi bu sorunu Osmanlı’nın modern, çoğulcu bir hukuk devleti olmasını sağlayarak çözmekti. Doğu Vilayetleri’nde bağımsız ya da Rusya’ya bağlı olan bir Ermenistan kurulması söz konusu değildi. 8 Şubat 1914’te imzalanan, Avrupa Devletleri ve Ermeniler tarafından istenen ve desteklenen Doğu Vilayetleri reform planı bunun resmi belgesidir.



Ermeni Meselesi’nin önemli sosyal, ekonomik ve dini yönleri de vardı. Hukuki eşitlik demek, iktidarın asırlarca süren dini hiyerarşisinin bozulması, yani <> Sünni Müslümanlarla aynı hukuki haklara ve aynı sosyal konuma sahip olmaları idi. (…)

Çok dinli toplumun ekonomik alanda en verimli unsuru olan, taşrada ziraat yapan ve taşralı şehirlerde küçük burjuvaziyi oluşturan Hıristiyanlar idi. Bunlar Tanzimat’tan sonra geleneksel hiyerarşiden kaynaklanan sömürüyü kabul etmediler ve siyasi ortaklık talep ettiler. Fakat Ermeniler bekledikleri eşitliğe ve hukuki güvenceye ne Tanzimat’ta ne ondan sonra gelen padişah Abdülhamid’in döneminde sahip oldular…”



19. yüzyıldaki tarihi kökler Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti, çoğu Kürt bazıları da Asuri veya Ermeni olan yerel yönetimlerin yerine Doğu Anadolu’da merkezi sistemi gerçekleştirmeye çalışıyordu, ancak bunu başaramadı. Tanzimat ile Hukuk devleti ve dini eşitlik ilan edildi. Fakat Tanzimat, dini ve etnik gruplar arasında önceden var olan, hiyerarşik düzenin bozulmasına ve de özellikle taşrada anarşi ve kin oluşmasına neden oldu. Bunun çeşitli sebepleri vardı. Tanzimat yönetimi, bölgenin gerçeklerini araştırıp kabul ederek ve var olan şartlara göre bir siyasi sistem oluşturmak yerine, Fransa’nın aşırı merkeziyetçi, az çok homojen bir topluma uygun olabilen idari sistemini ithal etti. Hedefi: Modern ve güçlü bir devlet olmak ve kendini iktidarını korumaktı. Bu hedef o zamanki bati devletlerinin özellikle İngiltere’nin çıkarlarına uygundu. Çünkü İngiltere için Rusya ile olan rekabetinde jeostratejik açıdan sağlam bir Osmanlı İmparatorluğu önemli idi. Rusya Müslüman karşıtı ve yayılmacı politika izliyordu.



Bu tarih çerçevesinde Osmanlı hükümeti tarafından Doğu vilayetlerinde sağlıklı ve barışçı bir iç gelişme gerçekleştirilemedi. Aksine 16. yüzyıldan beri bölgesel iktidara sahip olmakla birlikte padişahı da kabul eden Kürt beylikleri zayıflatıldı. Yani 1830’lardan sonra, o bölge büyük sosyal felaketlere sahne oldu: katliam, zulüm, pogrom, tehcir ve bitmeyen sıkıyönetim. Ermeni halkı ve kültürü 1915’ten sonra yok edildi. “Kürdistan Seferi” olarak adlandırılan iç savaş 1830’larda başladı ve ancak yüz sene sonra 1938 Dersim harekâtı ile sona erdi. (…)



Tanzimat’la beraber Sünni Kürt öz güvenini bozan ayrı ciddi bir problem daha çıktı: Gayri Müslimlerle Müslümanlar arasında hukuki ve siyasi eşitlik ilan edilmesi, Kürtlerin günlük yaşamdaki üstünlüğünün sorgulanmasına neden oldu. Tanzimat’ın getirdiği değişiklikler, Kürtlere çok şey kaybettirdi, fakat bir şey kazandırmadı diyebiliriz. Birçok Alevinin ve Müslüman olmayanların durumları farklı idi. Sünnilerin dini imtiyazlarının kaldırılmasını sevinçle karşıladılar: Modern hukuk devletini ve eşitliği haklı olarak kendileri için önemli bir sosyal düzenleme sayıyorlardı. Fakat ne yazık ki onlar da hayal kırıklığına uğradılar. Neden? Reformların tatlı yüzü –refah, güvenlik ve eşitlik- yalnızca bazı büyük kentlerde az çok kendisini gösterebildi. Taşrada ise genel durum ağırlaştı. Çünkü eski düzen yerine beklenen yeni bir düzen gelmedi. Bundan dolayı karmaşa ve güvensizlik iyice arttı. Bu durumdan en çok zarar görenler Sünni olmayan azınlık grupları idi, yani Hıristiyanlar, Aleviler ve Yezidiler. Kendi devletlerinin onları artık koruyamayacağını anladıklarında bu gruplar artık dışarıdan yardım beklediler. Bölgede bulunan misyonerler aracılığıyla süper devletlerden destek ve koruma istediler. Böylece uluslararası diplomaside Ermeni Sorunu ve ardından da Alevi, Yezidi, Süryani ve Kürt sorunu doğdu. 1878 Berlin Antlaşmasının 61. maddesi Doğu Anadolu’daki Ermeniler için uluslar arası koruma öngörüyordu. Ancak gerçekte hiç bir zaman uygulanmadı. (…)



Tanzimat’tan sonraki padişah Abdülhamit Kürt krizini kararlı bir İslam birliği politikasıyla çözmeye çalıştı ve bunu kısmen de olsa başardı. Hamidiye alaylarının oluşmasıyla birçok Sünni Kürt aşireti, yine siyasi hukuki ve ekonomik imtiyazlarını kazandı. Kürtler dolayısıyla Abdülhamid’e <>, “Bàve Kurdan” unvanını verdiler. Abdülhamid yerel Sünni liderlerle resmen anlayarak Doğu Vilayetlerindeki hâkimiyetini sürdürdü. Tanzimat prensiplerine aykırı olmasına rağmen, Tanzimat döneminde bile bu anlaşma gayri resmi olarak yürürlükte idi. Aksi halde devlet iktidarını koruyamazdı. Hamidiye olaylarından en çok zararı görenler; yine Ermeniler, Yezidiler ve Dersim’in dışında yaşayan Aleviler idi. Doğu vilayetlerindeki halkların birlikteliği, özellikle Kürt-Ermeni komşuluğu ve dostluğu oldukça bozulmuştu. Aynı bölgede yasayan bu insanlar arasındaki dayanışmanın eksikliğini sık sık kin ve nefretin doldurduğu acı bir gerçektir.



O dönemde, Berlin Antlaşması’nda verilen sözlerin yerine getirilmediğini gören bazı genç Ermeniler, tepki göstermeye başladılar. Protestan misyoner okullarında, kendi Ermeni okullarında ya da Avrupa’da batili liberal eğitim gören bu gençler hükümete isyan etmeyi kararlaştırdılar. Önce 1887’de Cenevre’de, daha sonra da Tiflis’te devrimci dernekler kurdular. Bunlar doğu vilayetlerinde milliyetçi ve sosyalist propaganda yapmaya ve az da olsa gerilla faaliyetleri sürdürmeye başladılar. Hedefleri: Kürt rayalarıyla beraber sisteme karşı bir devrim hazırlamaktı. « gavurların » bir İslam devletini protesto eden davranışları yerel beyleri ve padişahı son derece rahatsız etti.



Ancak Abdülhamid bu konuda belki yanlış bilgilendirildi. Sadece kısa zaman için aynı yerde kalan, kendi vilayetlerini yalnızca yüzeysel şekilde tanıyan valiler ve ajanlar bu ermeni güçlerin askeri gücünü fazla büyüttüler. (Örneğin bunların gücü PKK hareketiyle kesinlikle karşılaştırılamaz.) Padişah bazı Sünni şeyhleriyle var olan ilişkilerini kullanıp Müslümanları kendi haklarını savunmaya çağırdı. Derneklerin bu faaliyetlerini genel bir Ermeni isyanı olarak nitelendirerek toplumu Ermenilere karşı kışkırttı. Böylece -belki de tam istemeden- çok geniş katliamlara yol açtı. Sonbahar 1895’te Sünni Kürtler, Türkler ve Çerkezler yaklaşık yüz bin Ermeni’yi öldürdüler. Katillerin çoğu kışkırtılan, bunu kendilerinin var olma mücadelesi olarak algılayan sivil Sünni erkeklerdi. Kurbanların yüzde 99,9 u masum, militan siyasete karışmayan Ermeniler ve Süryaniler idi.



1895’te genelde yerel halk, devletin kışkırtması/desteğiyle katliamları yaptığı için, sosyal bilimciler bunları pogrom olarak adlandırmaktadır. Bazı tarihçiler ise bu olayları kısmi soykırım (partial genocide) olarak kabul etmektedirler. Ve buna gerekçe olarak da kurban sayısının çok yüksek olmasını ve bölgeler arası organizasyonu göstermektedirler.



Lena Umay

Odatv.com

KARANLIK KURGU!...


Karanlık Kurgu!..
Ümit Zileli
umitzileli@gmail.com
03 Eylül 2009 Perşembe

Siz bakmayın İçişleri Bakanı Atalay yine hiçbir şey söylemedi diyenlere…

Bakan, öyle şeyler söyledi, öyle mesajlar verdi ki, önümüzdeki süreçte iktidar ve işbirlikçilerinin neleri kotarmaya çalışacakları son derece net biçimde ortaya çıktı!.. Atalay, özellikle iki net mesaj verdi. İlk mesaj Genelkurmay Başbakanı’na yönelikti:

-Öncelikle şu bölünme sendromundan kurtulmamız gerekiyor… Üniter devlet yapısının sürekli gündeme getirilmesi bizce özgüven eksikliğinin sonucudur.

Bakanın bu sözleri zaten günlerdir işbirlikçi kalemlerin döne döne yazdıkları konunun özüydü!.. İkinci mesaj ise daha da açıklayıcıydı… Sivil olmayan anayasanın değişmesi gerektiğini, bunun büyük bir toplumsal talebe dönüşmeye başladığını özenle vurguladıktan sonra aynen şöyle dedi:

-Siyaset kurumumuz, parlamentomuz inşallah bu talebi dikkate alır...

Bu sözleri söyleyen sanki iktidarın içişleri bakanı değil de, esnaf odası başkanı ve de temennilerini dile getiriyor!..

-Cingözlük de işte tam bu noktada sırıtıyor!..

***

İçişleri Bakanı, ardından aynen şu açıklamayı yaptı:

-Bununla birlikte hükümetimiz şu anda, bu açılımla ilgili bir anayasa değişikliğini gündemine almamıştır…

Niçin almamıştır?.. Madem bu denli büyük toplumsal talep var, madem bu denli yaşamsal bir durum söz konusu, niçin geri durulmuştur?. Gerek yoktur da onun için!.. Bırakacaklar, önce işbirlikçi kalemler iyice pişirsin, hazırlasın, servis etsin, sonrası gayet kolay!..

Nitekim, bildiğiniz zevat, daha bakan konuşmadan hücuma geçmişti bile!.. Hepsine yerim yetmeyeceği için en çarpıcı olanlarını aktarayım:

Cengiz Çandar, Referans gazetesinde “Üniter devlet=Türk ulus devleti mi?” başlıklı yazısında, anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez 3. maddesinin kutsal bir yanı olmadığını ve TC anayasasının bu tür maddelerinin bir gün mutlaka değiştirileceğini söylüyor, bunu bir kenara not etmemizi tavsiye ediyordu... Anayasanın 3. Maddesi ne mi diyor?.

-Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.

İsmet Berkan da, Radikal’deki yazısında 3. Maddede yazılı olan “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük” cümlesine itiraz ediyor ve aynen şöyle diyordu: “milletiyle bölünmez bütünlük’ü anlamıyorum. Gerçekten anlamıyorum. Eğer biz millet olarak ‘bölünmez bütün’sek, o zaman mesela yurtdışına çıkmamalıyız, çünkü bu ‘bütün’ün küçük bir parçasının geçici veya kalıcı olarak ‘bölünmesi’ anlamına gelebilir!.”

Beyni, algılama yeteneği bu denli kısır kalmış, okuduğu maddeyi anlamaktan bile aciz bu kişi yalnızca köşe yazarı değil, aynı zamanda gazetenin en tepe noktasında yönetici, gerçekten çok yazık…

Tabii bunlara, Yasemin Çongar’ın “Bu anayasa ile olmaz” yazısını, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün, “mevcut anayasa ile mümkün değil” sözlerini ve DTP Milletvekili Aysel Tuğluk’un, “ayrılmayı tartışabiliriz” açıklamasını da eklemek gerek!.. İşte o zaman İçişleri Bakanı Atalay’ın sözleri anlam kazanıyor..

-İşte o zaman, insan zekâsıyla alay eden “karanlık kurgu” tüm haşmetiyle ortaya çıkıyor!.

Bir Yurtsevere mektup (XXIV)

Sevgili kardeşim Balbay, alacakaranlık kuşağına hapsolmuş bir ülkede, gözlerimiz açık kâbus gördüğümüz acıklı bir süreçten geçiyoruz... Koskocaman, eşsiz güzellikte ve ağır yaralı zavallı ülkemizin nasıl bir savruluş içinde olduğunu görmek, izlemek o denli ıstırap verici ki… Sanki bir asır öncesini yaşıyoruz; dışarıdakiler ve içerdekiler açık açık ülkenin nasıl, hangi yöntemle parçalanması gerektiğini yazıyor, çiziyor, konuşuyorlar... Tabii, insan hakları ve demokrasi çerçevesinde!.. Her zaman olduğu gibi, yine küçük bir ayrıntıyı göz ardı ediyorlar; daha geçenlerde bir ABD üniversitesi raporunda, “olmadığı söylenen” Türk ulusunu!!!

Sevgili kardeşim, seni ve tüm yurtseverleri, dışarıdaki milyonlar adına bir yurtseverin tüm kararlılığı, direnci, gücü ve sıcaklığıyla kucaklıyorum…

2 Eylül 2009 Çarşamba

FETHULLAH GÜLEN ABDULLAH ÖCALAN REALİTESİNİ TANIDI MI?

Abdullah Öcalan 16 Ağustos 2009 tarihli görüşme notunda ilk defa Fethullah Gülen ile ilgili olumlu sözler kullandı. Öcalan konuşmasında: “Ben Fethullah Hoca'yı takip ediyorum, okuyorum. Olumsuz değerlendirmiyorum. Kürdistan'da okulları cemaatleri var. Örgütlüler. Demokratik temelde, karşılıklı yaklaşımlar olabilir” dedi.

Öcalan’ın bu açıklaması hem Fethullah Gülen’e övgü hem de “karşılıklı yaklaşımlar olabilir” diyerek önümüzdeki döneme ilişkin bir teklif olarak anlaşıldı.

Fethullah Gülen’e yakın Zaman gibi gazeteler, Aksiyon gibi dergiler, Samanyolu Tv gibi televizyonlar ya da Fethullah Gülen’den haberler vermek üzere pek çok internet sitesi vardı. Ancak Türkiye’de pek çok yayın organında çıkan bu açıklama buralarda yer almadı. Oysa cemaatin yayın organları Gülen’e ilişkin hemen hemen her açıklamayı yayınlıyorlar, olumsuz olanları ise cevaplıyorlardı.

Odatv olarak günlerdir bekliyoruz ancak Öcalan’ın bu açıklaması herhangi bir cemaat yayınında yer almadı. Cemaat bu açıklamalara yer vermedi.

Taraf Gazetesi’nin Alperenler’den dayak yiyen yazarı 22 Nisan 2009 tarihli yazısında her iki tarafa birbirini tanıma ve Kabul etme çağrısı yapmıştı. İki tarafın bir araya gelmesi durumunda İttihatçı zihniyetin sona ereceğini söylemişti. Açıklamayı yapan yazar, her iki tarafın birbirinin realitesini tanımasını önermişti.

Abdullah Öcalan bu açıklaması ile Fethullah Gülen realitesini kabul etmiş oldu.

Şimdi herkes şunu soruyor: “Fethullah Gülen sessiz kalarak Abdullah Öcalan realitesini kabul mü etmiş oldu?”

Odatv.com

A- HA İŞTE PREMİER LİG

AĞZINDAKİ BAKLAYI ÇIKARDI. ÇANDAR YOL HARİTASININ ÖZÜNÜ AÇIKLADI

Tanımakta fayda arkadaşları.Neler yazıyorlar neler.Noktasına dahi dokunmadan aşağıya ilintiledim cengiz çandarın Radikaldeki yazısını..
‘Kürt Açılımı’nın önüne Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi’ni dikmeye ve böylece ‘açılım’ın önünü kesmeye çalışmak siyaseten de, ahlaken de doğru değil.
Anayasa’nın söz konusu 3. Maddesi ‘değiştirilemez’ ve ‘hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeler arasında.
Bunu, yani 3. Madde’nin ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ olduğunu hatırlatıp, söz konusu maddeye yapay bir ‘kutsallık zırhı’ geçirmenin anlamı yok.

Matbu metinlerde ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez‘ hükümler, ancak Kuran’ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes gibi monoteist dinler ya da Hinduizm, Budizm gibi inanç sistemleri kutsal metinlerine özgüdür.
‘İlahi’ yönü olmayan ve ‘insan yapımı’ olan hiçbir metnin ‘kutsallığı’ yoktur ve pekala değiştirilir. Hele, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gibi 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin ürünü olan ve hukuk açısından sakat doğmuş bir metnin ‘değiştirilemez’ ya da ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ gibisinden hayat pratiğinin asla geçerli kılamayacağı ‘yasakçılık’ zihniyetine sığınması, Anayasa Hukuk mantığı açısından, demokrasi açısından, her açıdan kabul edilemez niteliktedir.
Ve, TC Anayasası’nın ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirimesi teklif dahi edilemez’ maddeleri de bir gün mutlaka değişecektir. Bunu bir kenara yazın.

Türkiye’de demokrasi ile faşizm arasındaki mücadele süreci, ilki lehine ağır bastıkça, kaçınılmaz olarak sıra, Askeri Darbe’nin aslında kendisine ‘dokunulmazlık’ izafe etmek için icat ettiği o ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddelerine mutlaka gelecektir.
Bu konunun bir yönü. Ama burada üzerinde durmak istediğimiz pratik yönü; ne diyor 3. Madde?
“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.”
Gündemdeki ‘Kürt Açılımı’ tartışmalarında, bu madde tartışma konusu olmadı ki. Ne başkent, ne bayrak, ne ülke, hatta ne resmi dilin Türkçe olması; bunların hiçbiri ‘değişsin’ önerisi, hatta niyeti ortada yok.
Peki niçin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, ‘Kürt Açılımı’ tartışması topuna hiçte gerekmediği halde girdiği vakit, açıklamasının başına Anayasa’nın 3. Maddesi’ni yerleştirdi?
Bu, ‘üniter devlet-ulus devlet’ kavramlarına ilişkin çarpık bir yorumdan kaynaklanıyor. Genelkurmay Başkanı da, o çarpık yorumdan besbelli etkileniyor.
***
Orgeneral Başbuğ’un nezdinde Anayasa’nın 3. Maddesi’nin vurucu yanı ‘Türkiye’nin ‘devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün’ olduğunu belirten sözcükleri. ‘Üniter’ ve ‘ulus-devlet’in tanımı bu ‘bölünmez bütünlük’te algılanıyor.
Bu haliyle bırakıldığında hayli sığ bir anlayış böylesi. Çünkü bir başka ‘üniter devlet’ olan İspanya’nın 1978 tarihli Anayasası’nın 2. ve
3. maddeleri ile bayrağı tanımlayan 4. maddesi, bizimkinin 3. Maddesi’ni çağrıştırıyor.
Ama sadece çağrıştırıyor.
Bakın İspanya Anayasası’nın 2. Maddesi’ne: “Anayasa, İspanya ulusunun çözülemez birliğine, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez vatanına dayanmaktadır” diyor ve devam ediyor: “Kendisini meydana getiren milliyetler ve bölgelerin özerklik hakkını ve aralarındaki dayanışmayı tanımaktadır ve güvence altına almaktadır.”
İspanya Anayasası’nın 3. Maddesi ise şöyle: “(1) Castilian devletin resmi İspanyolca dilidir. Tüm İspanyolların onu bilme görevi ve kullanma hakkı vardır.
(2) İspanya’nın diğer dilleri de, statülerine göre özerk toplulukların bulunduğu yerlerde resmi olacaktır. (3) İspanya’nın dilsel zenginlik özellikleri özel bir saygı ve koruma konusu olacak bir kültürel mirastır.”
Unutmayalım, İspanya, bir ‘Üniter Devlet’tir, ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük’ anlayışı orada da vardır ve Anayasa’nın dayandığı zemindir.
Ama orada ‘İspanyol’ kavramı, bir etnisiteyi ifade etmez ve o anlamda bir kendiliğinden bir ‘üst kimlik’ niteliği taşırken, Türkiye’de ‘Türk’ öyle değil. Öyle de algılanmıyor. Orada sorun başlıyor.
Bunlar ciddi konular öyle hotzotla ve demagojiyle bastırılacak cinsten olmadıkları gibi, Türkiye’nin geldiği noktada hotzottan korkacak ve sinecek insanların sayısı da giderek
pek azalıyor.
‘Kürt Açılımı’ adı verilen isim bize değil, Başbakan’a ait. ‘Demokratik Açılım’ diye altı çizilmek istense de, bu, özünün ‘Kürt Açılımı’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor- süreçin Türkiye’nin kuruluş dönemi eksiklikleri ve çarpıklıklarını gidermesi gibi de bir işlevi var.
Anayasa değişikliği ve vatandaşlık tanımı, sürecin ilk halkası değil belki ama kaçınılmaz son halkası olacak.
‘Yol boyunca’ aşılması gereken bir çok engel var ve bunlardan önemi bir bölümü ‘ideolojik’.
***
Örneğin, Genelkurmay Başkanı’nın kendisine kılavuz olarak aldığı Prof. Dr. Metin Heper’in bu konulardaki görüşleri hem yanlış, hem de sorunludur.
Bu konulardaki uzmanlığı ile tanınan Prof. Dr. Baskın Oran’a sorarsanız, “Metin Heper, askerlere ölçü alarak üniforma biçiyor ya da bir başka deyimle onların zihniyetini onların istediği biçimde teorize ediyor.”
Metin Heper’in görüşleri için ‘akademik açıdan yüzkarası’ diyenler de var. Örneğin, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un referans aldığı Heper, “Türkiye Cumhuriyeti devletinin etnik anlamıyla sadece Türklerin devleti olmadığını, Kürt kimliğinin 1930’ların sonları ve 1940’ların başlarında sadece bir grup ‘entelektüel’ tarafından inkâr edildiğini, bu yaklaşımın da hiçbir zaman resmi devlet politikası olmadığını, yaşanan süreçte devletin haksız yere suçlandığını Kürtler arasında devlete karşı gereksiz bir husumet yaratıldığını ve bugün adeta devletten hesap sorulma raddesine gelindiğini” ileri sürüyor.
Yani, Heper, ‘Türk devleti Kürtlere yönelik olarak asimilasyonist olmamıştır’ tezini savunuyor. Başbuğ da öyle.
Bu ‘görüş’ü Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının ezici çoğunluğunu ikna edemezsiniz.
Onların ikna edilemeyecek olması bir yana, bu ‘görüş’ tam anlamıyla ‘insaf’ tepkisini hak edecek niteliktedir.
Bu ‘görüş’ü çürütmek için 24 Eylül 1025’te kabul edilmiş olan ‘Şark Islahat Planı’nı bilmek yeterlidir. Tarih çarpıtılarak, tarih olmamış gibi davranılarak ya da tarihte ne yapılmışsa sanki yapılan tersi gibi bugün anlatılarak bilim adamı da olunmaz, ülke de yönetilmez.
‘Şark Islahat Planı’ ve bu ülkede Kürtlere yönelik uygulanan politikaların ne olduğuna yarın değinelim, görelim bakalım söz konusu olan ‘1930’lar ve 1940’larda birkaç entelektüel’in mi işi yoksa ‘1920’lerden beri gelen devlet politikası’ mı?
Yıllardır ikincisiyle, ‘1920’lerin mantığıyla sürdürülen devlet politikaları’yla didişiyoruz.
Özü ‘Kürt Açılımı’ olan ‘Demokratik Açılım’, Türkiye’yi zayıflatıcı ve özünde ‘ayrımcı ve bölücü’ olan bu devlet politikasının değişmesi yani ‘devletin dönüşmesi’ sinyalleri verdiği için, gerek bugün ve gerekse gelecek için bir değer ve anlam taşıyor.
Bu konuyu tartıştıkça, ‘devlet ricali’nin ‘üniter devlet’ten anladığının ‘Türk ulus-devleti’ olduğunu ve onun belkemiğinin ise ‘farklılıklar zenginliğimiz’ sloganı altında ‘asimilasyonist’ olduğunu görüyoruz.
Öyle bir ‘ideolojik bakış açısı’ndan, yani ‘sorunun kaynağı’ndan Kürt sorununa çözüm çıkmaz.
‘Açılım’ dediğimiz ise zaten, 80 yıllık ‘oyun’dan vazgeçip, ülkeyi ‘çözüm rotası’na sokmaktan başka bir şey değil...”

KÜRT KÖKENLİ ASKERİN KUŞKULU ÖLÜMÜ!

Almanya’da geçtiğimiz günlerde Türk Basını’nın gözünden kaçan önemli bir olay oldu. Almanya’nın Bonn kentinde askerliğini yapan Kürt asıllı Almanya doğumlu ve Alman vatandaşı Akın Atay birliğinde ölü bulundu.

Gaziantep’ten Almanya’ya göç eden ailesi olaydan şüphe ile bahsediyor. Bunun nedeni ise olayın oluş biçimi. Akın Atay, nöbetini bitirdikten sonra 200 metre uzaklıkta birliğine giderken vurularak ölmesi. Atay’ın bu 200 metrelik yürüyüşte nasıl öldüğüne dair herhangi bir bilgi yok. Üstelik ailenin ısrarlı taleplerine rağmen Alman Genelkurmayı aileye bir açıklamada bulunmadı.



Akın Atay’ın babası olay ile ilgili şöyle konuştu: “Nöbet yeri ile koğuş arasında 200 metre mesafe varmış. Şimdi diyorlar ki, nöbetten sonra olay olmuş, ama nasıl oluyor da kimse silah sesi duymuyor. Buna inanmak zor. Kimse net bir şeyde söylemiyor. Silah Balistik inceleme raporlarının sonuçlarını bekliyoruz. Daha şimdilik avukata başvurmadık ama başvuracağız. Hukuksal olarak elimizden geleni yapacağız” dedi.

Baba Aziz Atay’ın anlattığına göre ölüm sonrası eve yalnızca iki memur geldi ve çocuklarının öldüğünü haber verdi. Olay nedeni olarak ise intihar şüphesi üzerinde durulduğu Alman basınında haber oldu. Ancak baba Atay oğlunun hiçbir sorunu olmadığını hatta askerlik mesleğine devam etmek için dilekçe verdiğini söyledi.



Türk basını ve Almanya’da haber yapan Kürt basını ise olay sonrası sessiz kaldı. Oysa bu olay Türkiye’de yaşansa bunun üzerinden ordu yargısız infaza maruz kalır ve yandaş medya gazeteleri bu olay nedeniyle orduya suçlamalarda bulunurdu.



Ancak söz konusu Alman Ordusu olunca medya olaya kayıtsız kaldı. Üstelik Alman ordusunun konuya ilişkin bir bilgiyi kimse ile paylaşmamasına rağmen.

PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBANIN ANALİZİ

PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBANIN ANALİZİ

Çok gerilere gitmeliyim.
Anımsayınız:
Aktütün...
Dağlıca...

Bu karakollar PKK saldırısına uğrayınca taraflı gazeteler, yazarlar ne yazdı?
Hatırlayınız. Tekrar etmeye gerek var mı?
Üstelik yalan yazdılar:
TSK "haberdardı" dediler.
"Burunlarının dibine kadar gelmiş PKK'lıları nasıl görmediler" diye yazdılar.
Oysa bir tek gerçek vardı:Gerçek olan şuydu:
Saldırılarda otuza yakın Mehmekçik'i şehit verdik.
Sadece Aktütün karakoluna yapılan dört saldırıda kırk dört şehit verdik.
25 yılda şehit sayısı beş bini aştı.
Yani...
Türkiye'nin Doğusu'nda beş taş oynanmıyor.
Savaş yapılıyor, savaş!..
Taşla sopayla değil; mermiyle, topla, tüfekle, uçakla yapılıyor...

Bugünlerde taraflı yazarlar sürekli yazıyor:
Askerin eline pimi çekilmiş el bombası verilir mi?
Veren Teğmen hemen gözaltına alınıp sorgulandı, askeri mahkemeye çıkarılıp tutuklandı.
Sanki bunlar olmamış gibi yazıyorlar.
İstiyorlar ki, hemen darağacı kurulsun.
Peki kurulsun ama..
Aktütün, Dağlıca karakolu saldırılarında ne yazdınız?
"Kasıt var"
"TSK savaşmayı bilmiyor"
Ve daha neler neler...
Peki...
Savaşı, savaşmayı nasıl öğreteceksiniz?
Osmanlı'da II. Abdulhamid döneminde olduğu gibi, kara tahtaya çizerek mi? Eğitimi tahta silahlarla mı vererek? Söylesenize nasıl?

25 yıldır iç savaş yaşanıyor bu ülkede.
Mehmetçik bu savaşta sadece kendi canından sorumlu değildir. Yanındaki arkadaşının-arkadaşlarının canı da ona emanettir.
Yani..
Elazığ Koçyiğitler'de nöbetçi asker uyurken PKK saldırsaydı ne olurdu?
Nöbette uyurken el bombasını çaldıran askere dünyanın diğer ordularında nasıl bir ceza veriliyor?
"Bak bi daha olmasın" mı deniyor.
Yoksa devreye hemen hukuk mu giriyor? Askeri de bir avukat mı savunuyor?
Bu romantizm bırakın gerçek hayatı, hangi romanda yazıyor?
O gün...O gece...
Elazığ Koçyiğitler'e PKK saldırsa idi, ne yazardınız?
"Kasıt var! Kürt Açılımı'nı istemeyenler bu saldırıyı görmedi!"
Ve kuşkusuz şunu da mutlaka belirtirdiniz:
"TSK, PKK ile boy ölçüşemiyor!"

Kimse uyuyan askerin, onlarca Mehmetçik'in şehit olmasına neden olduğunu bilmez.
Kimse ayakta uyurken mayına basan Mehmetçik'in hikayesini bilmez.
Bilen sadece TSK'dır. O da Mehmetçik'i iyi eğitemediğini düşünüp hançeri kendi göğsüne batırır, susar.

Evet...
Taraflı yazarlar savaş gerçeğini bilmiyor.
Askeri eğitimden bile haberdar değiller.
Çünkü...
Hadi adlarını yazmayalım; çoğu askerliğini yapmadı.
Bu nedenle...
El bombasıyla, makineli tüfekle talim yapıldığını; Mehmetçik'in bunlarla koyun koyuna yaşadığını bilmiyor.
Sanıyorlar ki Mehmetçik beş taş oynuyor!
Sonra da Dağlıca, Aktütün saldırılarına laf ediyorlar.

TSK'nın işi zor.
Ama yılmayacak. Bıkmayacak. Usanmayacak.
Anlatacak. Neyin ne olduğunu, Türkiye üzerine nasıl büyük oyunlar oynandığını anlatacak.
Soğuk Savaş'ın bitimiyle 1990'lı yıllarda CIA ajanları Paul Henzeler'in, Graham Fullerler'in TSK hakkında söyleyip yazdıklarıyla bugün taraflı yazarların söyleyip yazdıklarının aynı olduğunu halka anlatacak. Cümlelerinin bile benzerliğini gösterecek.

Ve kuşkusuz...
Eğitim zaiyatına yol açan subayını da, ne olursa olsun yargılayacaktır.
Çünkü Mehmetçik'in canından komutanı sorumludur.

TRANSFERİN SON GÜNÜNDE NELER OLDU?

* Galatasaray Caner Erkin'i sezon sonunda bonservisini satın alma opsiyonuyla bir yıllığına kiraladı.
* Bursaspor, İskoçya'nın Glasgow Rangers takımının 19 yaşındaki genç forveti İsa Bağcı ile 3 yıllık sözleşme imzaladı.
* Ribery Bayern'de kaldı en nihayetinde. En azından Ocak ayına kadar.
* Lyonlu İtalyan sol bek Grosso Juventus'a transfer oldu.
* Sporting Lizbon Valencia'dan orta saha oyuncusu Miguel Angel Angulo'yu kadrosuna kattı.
* Barcelona Chygrynskiy'e sözleşme imzalatarak transferi bitirdi.
* John Terry Chelsea ile olan sözleşmesini 5 yıl daha uzattı. Bu onun futbolu Londra ekibinde bitireceği anlamına da gelir. Artık tamamiyle Chelsea'nin bayrak adamıdır. Haftada 150.000 paund kazanacak, başka bir deyişle yaklaşık 350.000 TL.
* Real Madrid, Celta Vigo'nun genç golcüsü Jose Luis Mato'yu aldı. Ancak 19 yaşındaki futbolcu Celta'da kiralık olarak oynamaya devam edecek.
* Getafe, Real Madrid'in defans oyuncusu Miguel Torres'i transfer etti. Torres, Real Madrid'in altyapsının ardından Michel'le tekrar çalışma fırsatı bulacak.

Galatasaray 2009-10 Transfer Sezonu

Galatasaray futbol takımı adına, yakın tarihin açık ara en iyi transfer sezonu artık geride kaldı.

Her biri ayrı hikâye, bambaşka birer öykü. Haziran ayında başlamıştı aslında bu müthiş serüven. Takvim yaprakları altıncı ayın henüz beşinci gününü gösteriyordu. 2009-10 Sezonu için teknik direktörünü belirlemişti, Galatasaray: Frank Rijkaard. Transfer mevsimindeki ilk büyük sürprizdi Rijkaard'ın Türkiye'ye gelişi. Yalnız değildi üstelik Hollandalı. Yanına Johan Neeskens gibi bir futbol efsanesini de almıştı. Sonu oldukça buruk olan 2008-09 Sezonu'nun izleri siliniyordu. Ve ''Yeni sezon başlasın artık!'' sesleri yükseliyordu derinden derine.

Frank Rijkaard'ın Florya'ya adım attığı gün, Galatasaray adına yeni bir futbol devrimi olabilirdi. Üstelik tam da zamanında gelmişti, 90'lı yıllarda oynadığı futbolla oyuna orta saha kavramını yerleştiren isimlerin başındaki adam. Yeni bir sayfa açmak istiyordu, Galatasaray. Ve doğru adresi çoktan bulmuştu. Türkiye'nin alışık olmadığı bir mantaliteye sahipti Rijkaard. Projelerini doğru şekilde uygulayabilmek adına Haziran ayında İstanbul'a ayak basması, son derece önemliydi bu anlamda. Akıllara gelen ilk hamle, futbolcu transferi olmalıydı. En azından kısa vadede. Rijkaard öncesi ise, Galatasaray'ın üzerinde çalıştığı iki isim vardı: Mustafa Sarp ve Leo Franco.

Bursaspor'un orta saha oyuncusu Mustafa Sarp ile ön anlaşma yapılmıştı. Rijkaard'ın Galatasarayı'na bölgesindeki altıncı isim (Ayhan Akman, Mehmet Topal, Tobias Linderoth, Barış Özbek, Mehmet Güven ve hatta Hakan Balta) olarak geliyordu, Sarp. Ne var ki; futbolculuk kariyeri boyunca stoper ve orta saha oyuncusu olarak efsaneleşen Frank Rijkaard, Galatasaray'daki tüm oyuncular için olduğu gibi, Mustafa adına da bir fırsattı. Çok çalıştı ve sonunda hak ettiği seviyeye çok da kısa bir süre içerisinde gelmeyi başardı, 16 numaralı Galatasaray oyuncusu. Diğer isim Leo Franco'nun durumu ise, biraz daha farklıydı aslına bakılırsa. Geçtiğimiz sezon kendisi ile anlaşılmıştı; ama Frank Rijkaard'ın onayı bekleniyordu.



Rijkaard'ın liderliğini yaptığı teknik ekip, Leo Franco'nun kendi sistemleri için doğru oyunculardan biri olduğuna kanaat getirdi. Ve Galatasaray'ın ikinci transferi, Arjantinli kaleci oldu.

Transfer sezonun ilk bölümünde Galatasaray, bonservissiz oyuncu alımlarına Beşiktaş'tan Gökhan Zan ile devam etti. Aslında; Gökhan'ın Florya'ya gelişini, Servet Çetin üzerinden okumak gerekir. Fransa'nın Marsilya takımına geçmesi gündemde olan Servet'in muhtemel eksikliğinin doldurulması adına alınıyordu, Gökhan Zan. Kâğıt üzerinde son derece tutarlı bir hamleydi, Galatasaray adına. Bir anlamda, ''Kâr-Maliyet Analizi'' yapılmıştı. 8-8,5 milyon € gibi bedel ile Marsilya'ya satılacak Servet Çetin'in yerine gelen Gökhan Zan, Galatasaray'ın elinde bulunan milli takım seviyesindeki savunmacı sayısını da beşe kadar çıkarıyordu.

Servet Çetin daha sonra Galatasaray'da kaldı. Marsilya'daki teknik adam değişikliği, kulübün en büyük hissedarlarından Robert Louis Dreyfus'un vefatı ve hâli hazırdaki başkan Pape Diouf'un istifası... Servet'in Marsilya transferinin önünde büyük engeller vardı. Olmadı. Önüne bakmaya devam etti, Galatasaray'ın transfer komitesi. Temmuz ayının ilk haftasında ise, yeni sezondaki ilk büyük yabancı transfer bombası patladı. Olympique Lyonnais'den Abdul Kader Keita getirildi Türkiye'ye. Yine sessiz ve derinden ilerlemişti, Galatasaray. Sabah saatlerinde açıklandı transfer. Frank Rijkaard ve ekibinin Galatasaray ile anlaşması, bir futbol devrimiydi. Abdul Kader Keita'nın transferi ise, o devrimin ayak sesleri.

Hikâyesi olan hamlelerdi hep. Ama içlerinden birini ayrı yere koymak gerekir. Temmuz ayının son gecelerinden biri. Yavaş yavaş aydınlanıyordu hava. Frank Rijkaard veya Kader Keita transferlerinden farklı olarak, beklenen bir isim vardı ama. Belki de telefonların çalması bekleniyordu yalnızca bir defa. O ''bip'' sesi ile anlaşılacaktı Galatasaray'ın yeni bir transfer bombası patlatacağı. Kaç saniye olabilirdi ki, o telefonun gelmesi ve bilgisayarlara koşulması arasında? Dört ya da bilemediniz beş saniye. Hem de en iyimser tahmine. Yıllar sonra bile anlatılacak harika bir transfer hikâyesi idi, Elano'nun Galatasaray'a gelişi. Tıpkı seneler evvel Gheorghe Hagi haberlerinin çıkması gibi. Elano da Galatasaray'daydı artık.



Mustafa Sarp, Leo Franco, Gökhan Zan, Kader Keita ve Elano. Galatasaray, bir sezon önceki Harry Kewell ve Milan Baros transferlerine harika ekler yapmıştı. Artık biraz da geleceği kurgulama vakti geliyordu.

Transfer mevsiminin bu bölümü, daha rahat olacaktı elbette. Takımın iskeleti kurulmuştu. Üzerine ilaveler yapılacaktı. Diğer yandan; kadroda yer alan otuzdan fazla oyuncunun tasviyesinin planları oluşturuluyordu. Bir proje doğrultusunda transfer edilmesi düşünülen dört isim vardı: Sezer Öztürk, Ufuk Ceylan, Sercan Yıldırım ve Caner Erkin. Şampiyonluk yolundaki rakiplerinin 15-20 milyon € para harcayarak transfer ettiği isimlere karşılık aynı ücretlerle Kader Keita ve Elano Blumer gibi hem iki büyük yıldızı hem iki önemli sistem oyuncusunu kadrosuna katan Galatasaray'ın hareket alanı genişlemişti.

Sercan Yıldırım transferi üzerine çok konuşuldu. Bursaspor'un 19 yaşındaki forvet oyuncusu, Frank Rijkaard'ın Galatasarayı'nda üst düzey bir fubolcu olacağını biliyordu muhakkak. Farkındaydı o da bu durumun. Çeşitli teklifler yapıldığı söylendi sürekli. Geleceği düşünüyordu, Galatasaray. Shabani Nonda'nın takas dedikodularında adının geçmesi bu yüzdendi belki de. Bir proje olarak bakılabilirdi, Sercan'a. Ama olmadı. Transfer mevsiminin henüz başında gösterilen aşırı reaksiyonlar, Bursaspor'un iradesini güçlü kıldı. Ve takımında kaldı Sercan. Manisaspor'un iki genç yıldızı Sezer Öztürk ve Ufuk Ceylan'ın takıma kazandırılma operasyonlarının ise, devam ettiği anlaşılıyordu.

Sözleşmeleri 2010-11 Sezonu sonunda nihayete erecek iki isimden Sezer Öztürk, transfer döneminin bitimini beklemeden Manisaspor ile olan mevcut sözleşmesini uzatmaya karar verdi. Kadro dışı kalmışlardı. Affedildi Sezer. Ufuk Ceylan ise direndi. Ve transfer sezonun kapanmasına kısa bir süre kala Galatasaray kadrosuna katıldı. Kendisinden bir gün önce kiralık olarak Galatasaray'a gelen Caner Erkin'den hemen sonra. Böylece, transferi de noktalamış oldu Galatasaray. Son derece stratejik ve planlı şekilde ilerleyen transfer görüşmeleri, iki genç ile bitiriliyordu artık.

Sonuç.

Gerçekten harika bir transfer sezonu idi Galatasaray takımı ve taraftarları adına. Dedik ya, her biri ayrı bir futbol öyküsü. Belli bir iskeleti var artık Galatasaray'ın transfer hamlelerinde. Önemli olan bu aslına bakılırsa. Ama hiç kuşku yok ki; 2009-10 Sezonu'nun yaz transfer mevsimi, seneler de geçse üzerinden unutulmayacak. Dileğimiz şöyle olsun son noktada. Yalnızca sabah 08.30 ya da sabaha karşı 04.00'da açıklandıkları için değil; gerçek anlamı ile bir futbol takımı ya da futbol ülkesinin bu spora bakış açısını değiştiren hamleler olduğu için unutulmasın. En nihayetinde, ''Devrim!'' dediğiniz kavramın ana fikri de bu değil mi zaten?

1 Eylül 2009 Salı

Galeride Vardiya




ROMANTİK, dramatik, duygusal ve parlak, hatta düşündürücü bir ad bulabilirlerdi o yayın organı için; ama, hiçbir konuyu uzun etmeyen işçi yalınlığıyla, “Genel Maden-İş” deyivermişler. Zonguldak kömür havzasındaki maden işçilerinin 61 yıldır değişik aralıklarla çıkardıkları dergimsi gazetenin ya da gazetemsi derginin adı böyle.

Üç-dört sayıda bir, ocak kazasında can veren bir ya da birkaç emek şehidinin haberi ve resmi yayımlanır sayfalarında.

Geçenlerde, Feyzullah Karabaş adında bir garibanındı o meş’um sıra. Devrek ilçesinden gelip Kozlu Müessesesi’ne bağlı kömür ocağında dokuz yıl çalıştıktan sonra 32 yaşında ölüveren Feyzullah’ın vesikalık fotoğrafı neredeyse bütün yaşamının öyküsünü yansıtır gibiydi. Yeraltı karanlığında uzun süre çalışmaktan solan bir yüz, tertemiz ama ürkek bir ifade. Başına gelecek olanı görür gibi bakmış objektife.

Başına gelen, kaza günündeki vardiyada çalıştığı galerinin “varagel”inden kopup kafasına çarpan bir makine parçasıymış.

Galeri, resim sergisi falan değil, yeraltındaki geçit yollarına verilen addır. Kozlu ocağının kömür kalitesi iyidir ama, bir kısmı deniz dibinin altına uzanan yeraltı hayli çetindir. Yer yer, hayli dik yokuşlu galerilere rastlanır.

Feyzullah’ın can verdiği yer, yeraltında eksi 425 metreden eksi 360 metreye çıkan bir galeriymiş. Kot farkından da anlaşılacağı gibi, 30 derece eğimli daracık bir yokuş. Öyle galerilerde yer çekiminden yararlanılarak raylar üzerinde varageller gider gelir; dekovil vagonlarının biri inerken öbürü çıkar. Makine parçası başına çarptığında Feyzullah öyle bir galeride kömür temizlemekte ya da kazmaktaymış.

Tavanından çoğu zaman sular damlayan, insan vücudunun bazen iki büklüm çalıştığı o zor ve karanlık yerde hükmünü yerine getiren ne biçim bir alınyazısıdır bu?

Hep söylenir, yeraltında çalışan maden işçisinin emeği parayla ölçülemez.

Feyzullah’ın kazadan sonra Devlet Hastanesi morguna kaldırılan naaşı oradan Çağlar köyüne götürülüp gömülmüş. Bu arada, TTK’de, yani Türkiye Taşkömürü Kurumu işyerlerinde çalışan işçilerin temsilcileri ile Kamu İşverenleri arasında aylarca süren Toplu İş Sözleşmesi görüşmeleri sona erdirilip tatlıya bağlanmış. Birinci altı ayda yüzde 3, ikinci altı ayda yüzde 4…

Sosyal yardımlar da kesinleşmiş.

Resmen ilan edilen tabloya göre, “İşçinin iş kazası sonucu ölümü” üzerine aileye ödenen ölüm yardımı, 302 lira 58 kuruş.

HSYK Reformu II: Kürt Açılımı ve Yargı Reformu






Sevgili okurlarım, Samuel P. Huntington’u bilirsiniz.

Kitaplarımda uzun uzun hem anlatıp hem eleştirdiğim bu zatı, sütunumda da sık sık anmıştım:

“Uygarlıklar Çatışması” adlı kitabıyla, Küreselleşmenin lideri ABD’nin yeni düşmanının İslam uygarlığı olduğunu iddia eden bu yazar, tam bir faşist yaklaşımla Batı uygarlığını “erişilemez ve taklit edilemez” diye nitelemişti.

Bu nedenle de hem Atatürk’e hem de çağdaş Türkiye’ye karşıydı.

Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlaşma projesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, onun tezlerinin canlı reddiyesiydi.

Huntigton, sadece Sovyetler çöktükten sonra, ABD’nin rehavete kapılmaması için, karşısına İslam Uygarlığı’nı bir düşman olarak dikmekle kalmamıştı.

Aynı zamanda Küreselleşmenin ABD tarafından kolay yönlendirilmesi için, “böl ve yönet” ilkesini bütün dünyada egemen kılan “Biz kimiz” sorusunu ortaya atmıştı.

Huntington’a göre artık sınıf farklılıkları bir anlam ifade etmeyecek, etnik ve dinsel ayrımlar insanları yönlendirecekti.

Böylece dinî ve etnik kimlikler öne çıktı.

Balkanlar, Kafkaslar ve şimdi de Ortadoğu bu bağlamda bölündü, parçalandı, ABD tarafından yönetilmeleri kolaylaştı.

***

AKP’nin “Kürt Açılımının” bir Amerikan projesi olup olmadığı, ABD’li araştırmacıların hazırladığı çeşitli raporlara, düşünce kuruluşlarının toplantılarına, ABD önerilerine göre değerlendiriliyor.

Daha önce de belirttim:

Bunlar o kadar önemli değil.

Sadece ABD’nin Ortadoğu (İsrail ve petrol) politikasına, Irak’ı işgaline ve Irak’tan çekilirken gereksinme duyduğu önlemlere (Kürtlere ve Türkiye’ye) bakın, bu açılımın kimin açılımı olduğu derhal ortaya çıkar.

Bence “Kürt Açılımının” bir ABD projesi olup olmaması da çok önemli değil.

Ben, böyle bir projeyi ülkenin çıkarları, devletin güvenliği, toplumun refahı adına nasıl kullanabileceğime bakarım.

Kanımca buradaki gürültü ve kavga, “Açılımın” bir ABD projesi olup olmamasından değil, bu açılımın Türkiye’nin çıkarlarına mı ABD’nin çıkarlarına mı uygun olduğu noktasından kaynaklanıyor.

***

Öyle anlaşılıyor ki, “Açılım” dönüp dolaşıp vatandaşlık, toplumsal kimlik, kültürel haklar, yerinden yönetim gibi konularda, anayasanın temel hükümleriyle ilgili kararların alınmasını gerektirecek.

Tabii bu noktada devreye Anayasa Mahkemesi giriyor.

Anayasa Mahkemesi’nin yapısı, üyelerin seçim prosedürü bakımından “yarı özerk”.

HSYK’nin yapısı da öyle sayılır.

AKP’nin acelesi var.

Zaman içinde, bu yarı özerk sistemi kullanarak yüksek yargıyı kendine ram edecek sabrı yok, çünkü zamanı yok.

Adalet, yüksek yargı, yargı bağımsızlığı, özellikle anayasal yargı, AKP’nin “Açılımının” önünde bir engel olarak görülüyor.

Onun için hemen “Reform” adı altında yasal düzenlemeler için harekete geçti.

***

Bu kadar ince bir planlama, bu kadar başarılı bir zamanlama, medyayla bu denli etkili bir eşgüdüm insanı şaşırtıyor doğrusu!