31 Ağustos 2010 Salı

Emmy Ödülleri sahiplerini buldu

Televizyon dünyasının oscarları olarak bilinen Emmy Ödülleri bu yıl, 62. Kez sahiplerini buldu. Törene bu yıl 3. Kez "en iyi" seçilen "Mad Men" damgasını vurdu.2 yıldır drama dalında en iyi dizi ödülünün sahibi olan "Mad Men" bu yıl da şaşırtmadı, yine bu dalda ödülün sahibi oldu.

Emmy Ödülleri'nde en iyi erkek oyuncu ödülü ise Breaking Bad'teki rolü ile Bryan Cranston'a gitti.

"The Closer"daki rolü ile Kyra Sedgwick de en iyi kadın oyuncu seçildi.

Los Angeles'taki Nokia Theatre'da düzenlenen 62. Emmy Ödül Töreni'ni ünlü talk-show'cu Jimmy Falllon sundu.

Törende oyuncular arasında şıklık yarışı da vardı.

Komedi dizilerine gelince, komedi dizisi dalında en iyi aktör ödülünü The Big Bang Theory dizisinden Jim Parson aldı.

Bu dalda son iki yıldır Emmy Ödülü'nü 30 rock adlı diziyle alan Alec Baldwin ise eli boş döndü.

Yine aynı dalda "en iyi dizi film ödülü" de Modern Family'e verildi.

En iyi kadın oyuncu ödülü de 'Nurse Jackie' ile Edie Falco'nun oldu.

Gecenin en anlamlı ödüllerinden biri olan Bob Hope Humanitarian ödülü, usta oyuncu George Clooney'e verildi.

Clooney'e ödülünü yakın arkadaşı Julianna Margulies'e hediye etti.

Kurtuluş Savaşı'nda İzmir'in Türkler tarafından yakıldığı ve 400 binin üzerinde Rum'un öldürüldüğünü iddia eden ve uzun süre tartışılan dizi "The Pasific" ise hayal kırıklığına uğradı.

24 Farklı dal ile, en fazla adaylık alan dizi sadece bir dalda ödül alabildi, en iyi mini dizi seçildi.İşte gecenin kazananları:
DRAMA
En İyi Dizi: Mad Men
En İyi Erkek Oyuncu: Bryan Cranston, Breaking Bad
En İyi Kadın Oyuncu: Kyra Sedgwick, The Closer
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Aaron Paul, Breaking Bad
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Archie Panjabi, The Good Wife
En İyi Senaryo: Mad Men
En İyi Yönetmen: Steve Shill, Dexter (The Getaway)
KOMEDİ
En İyi Dizi: Modern Family
En İyi Erkek Oyuncu: Jim Parsons, The Big Bang Theory
En İyi Kadın Oyuncu: Edie Falco, Nurse Jackie
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Jane Lynch, Glee
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Eric Stonestreet, Modern Family
En İyi Yönetmen: Ryan Murphy, Glee (Pilot)
TV FİLMİ VE MİNİ DİZİ
En İyi Mini Dizi: The Pacific
En İyi TV Filmi: Temple Grandin
En İyi Erkek Oyuncu: Al Pacino, You Don't Know Jack
En İyi Kadın Oyuuncu: Claire Danes, Temple Grandin
En İyi Yönetmen: Mick Jackson, Temple Grandin
Diğerleri
En İyi Variety Show: The Daily Show, Jon Stewart
En İyi Reality Show: Top Chef
En İyi Animasyon: Disney Prep & Landing

30 Ağustos 2010 Pazartesi

KURTULUŞ SAVAŞI EMPERYALİZME KARŞI MIYDI?

30 Ağustos'u yaşadığımız bu günde, Türkiye yeniden işgal yıllarının o boğucu karanlığıyla yüz yüze gelmiştir. Bütün vatanseverlerin bir şekilde susturulduğu, tüm medyanın bir şekilde kontrol edildiği, tüm ulusun bir şekilde uyutulduğu bu günlerde yapılabilecek en güzel şey, çok değil 88 yıl önce kazanılan Büyük Zaferi genç kuşaklara yeniden hatırlatmaktır...
  Mustafa Kemal Atatürk, 26 Ağustos sabahı saat 00:05'de Büyük Taaaruz Baş Komutanlık Meydan Muharebesi'ni yöenetmek için Afyonkocatepe sırtlarına tırmanırken ülkedeki durum bugünkünden pek farklı değildir: Osmanlı yönetimi (padişah ve sadrazam) kayıtsız şartıs emperyalizme teslim olmuş, Türk basını büyük oranda emperyalizmin güdümüne girmiş, halkın büyük çoğunluğu uyutulmuş, imkanszılıklar içinde bir Türkiye vardır. Ama Mustafa Kemal Atatük ve bağımsızlık ateşiyle yanıp tutuşan bir avuç imanlı, başarıya inanmış insan, Mustafa Kemal Atatürk'ün Anadolu bozkırının o en yüksek tepelerinden birinden vereceği emri beklemeye başlamıştır, elleri tetikte, gözleri ufukta....
  Mustafa Kemal Atatürk'ün "hücüm" emriyle 26 Ağustos'ta başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos'ta kazanılmış, 3 yıldır, "Dayamış hançerini Anadolu'nun bağrına bekleyen" emperyalizm, Ege'nin ılık sularına gömülmüş ve tüm dünya bir Mavi gözlü sarışın Türk'ün önderliğinde emperyalizme karşı verilen bir bağımsızlık savaşıyla irkilmiş, kendine gelmiştir. 30 Ağustos 1922'de kazanılan Türk Kurtuluş Savaşı, sadece Türk ulusunun değil, ezilmek, yok edilmek istenen, sömürülen bütün Doğu'nun kurtuluşun umudu olmuştur.
  30 Ağustos'ta, Afyon kocatepe-Dumlupınar'da emperyalizmin Türk ulusunun ayağına taktığı prangalar sökülüp atılmıştır; ama 88 yıl sonra bugün emperyalizm yeniden Türk ulusunu prangalamak istemektedir.
  Ey uyuyan Türk ulusu! Uyanman için Türk Kurtuluş Savaşı'nı, Büyük Tarruzu, 30 Ağustos'u hatırlaman yetelidir.

ANADOLU'DA EMPERYALİST BASKI

   Cumhuriyet tarihi yalancıları, tarihi gerçekleri alt üst ederek Kurtuluş Savaşı’nda İngilizlerle ve Fransızlarla savaşılmadığını iddia etmişlerdir.
      Örneğin, Fikret Başkaya, “Milli Mücadele’nin aynı zamanda İngiliz ve diğer İtilaf devletleri (Fransız ve İtalyanlar) ile de bir savaş olduğu, sonradan uydurulmuştur. Yanında Almanya gibi güçlü bir devlet başta olmak üzere, İttifak devletleri (Avusturya Macaristan ve Bulgaristan) varken yenik düşen bir imparatorluğun, bir başına bunların tamamı ile başa çıkması o günün koşullarında mümkün değildi. Dolayısıyla ‘yedi düvele karşı savaş’ bir efsanedir. Zaten emperyalistler, Anadolu’ya yerleşmek niyetiyle girmediler ve savaşmadan da çekildiler.” demiştir.
     Görüldüğü gibi Başkaya, belgelere ve tarihsel gerçeklere göre değil, kendince mantıksal çıkarımlara göre bir analiz yapmaktadır. Kurtuluş Savaşı, nedenleriyle ve sonuçlarıyla olanca açıklığıyla ortadayken Başkaya, hala böyle bir mücadelenin kazanılamayacağını ileri sürmektedir. I. Dünya Savaşı öncesinde İtilaf devletleri arasındaki gizli açık antlaşmalar ve görüşmeler İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Anadolu’yu paylaştıklarını çok açık bir biçimde gözler önüne sermektedir. İngiltere ve Fransa’nın savaşmadan Anadolu’dan çekildikleri iddiası ise kocaman bir palavradır.
    Başkaya’nın bu temelsiz iddiaları, bütün yobaz/liboş kalemlerce de sahiplenilmiş ve “resmi tarihe” alternatif “gerçekler” olarak topluma yutturulmak istenmiştir.
    İşte, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Anadolu’yu ele geçirmek istediklerinin belli başlı kanıtları:    Anadolu’nun işgaline zemin hazırlayan Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1018) İtilaf devletlerinden İngiltere ile (Amiral Chltrope) imzalanmıştır.

    Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sadece 3 gün sonra İngilizler işgallere başlamışlardır. (3 Kasım 1918, Musul’un işgali). Onları, Fransızlar, İtalyanlar, Ermeniler ve Yunanlılar takip etmiştir. İşte, 1918-1921 arasında Anadolu’da işgal edilen yerler:

    İngiliz İşgalleri:    1. Musul: 3 Kasım 1918.

    2. Çanakkale Boğazı: 6-12 Kasım 1918.
    3. İskenderun: 9 Kasım 1918.
    4. Antakya: 7 Aralık 1918.
    5. Batum: 24 Aralık 1918.
    6. Kilis: 27 Aralık 1918.
    7. Ankara İstasyonu: Aralık 1918.
   8. Antep: 1 Ocak 1918.
   9. Cerablus: 3 Ocak 1919.
   10. Haydarpaşa İstasyonu: 15 Ocak 1919.
   11. Konya İstasyonu: 22 Ocak 1919.
   12. Turgutlu-Aydın Demiryolu: 1 Şubat 1919.
   13. Maraş: 22 Şubat 1919.
   14. Birecik: 27 Şubat 1919.
   15. Samsun: 9 Mart 1919.
   16. Urfa: 24 Mart 1919.
   17. Merzifon: 30 Mart 1919.
   18. Kars: 13 Nisan 1919.
   19. Marmara Kıyıları, Karamürsel, Haziran 1920.
   20. Mudanya: 6 Temmuz 1920.
   21. İstanbul: 13 Kasım 1918-16 Mart 1920.
    Doğu Trakya Demiryolları: 9 Kasım 1918.
    Fransız İşgalleri:

Çanakkale Boğazı: 6-12 Kasım 1918.
Dörtyol: 11 Aralık 1918.
Mersin: 17 Aralık 1918.
Toros Tünelleri: 27 Aralık 1918.
Adana ve Pozantı: 27 Aralık 1918.
Doğu Demiryolları: 15 Ocak 1919.
Turgutlu-Aydın Demiryolu: 1 Şubat 1919.
Çiftehan ve Akköprü: 3 Şubat 1919
10. Afyon İstasyonu: 16 Nisan 1919.
11. Urfa: 30-31 Ekim 1919.
12. Antep: 27 Ekim 1919.
13. Maraş: Ekim 1919.
14. İstanbul: 13 Kasım 1918.

 İtalyan İşgalleri:Antalya: 28 Mart 1919.

Konya İstasyonu: 26 Nisan1919.
Kuşadası: 4 Mayıs 1919.
Fethiye, Bodrum: 11 Mayıs 1919.
Marmaris: 11 Mayıs 1919.
Akşehir (Kısmen): 14 Mayıs 1919.
Afyon: 21 Mayıs 1919.
Malkara: 27 Mayıs 1919.
Burdur: 28 Haziran 1919.
10. İstanbul: 13 Kasım 1918.

Yunan İşgalleri:
 1. Uzunköprü-Hadımköy Demiryolu: 9 Ocak 1919.
 2. İzmir: 15 Mayıs 1919.
 3. Urla: 16 Mayıs 1919.
 4. Çeşme: 17 Mayıs 1919.
 5. Torbalı: 20 Mayıs 1919.
 6. Menemen: 22 Mayıs 1919.
 7. Manisa: 25 Mayıs 1919.
 8. Bayındır: 25 Mayıs 1919.
 9. Selçuk: 25 Mayıs 1919.
 10: Aydın: 27 Mayıs 1919.
11. Tire: 28 Mayıs 1919.
12. Turgutlu: 29 Mayıs 1919.
13. Ayvalık: 29 Mayıs 1919.
14. Nazilli: 4 Haziran 1919.
15. Akhisar: 5 Haziran 1919.
16. Bergama: 12 Haziran 1919.
17. Kırkağaç: 23 Haziran 1920.
18. Soma: 23 Haziran 1920.
19. Salihli: 23 Haziran 1920.
20. Alaşehir: 25 Haziran 1920.
21. Nazilli: 3 Temmuz 1920.
22. Balıkesir: 30 Haziran 1920.
23. Mustafa Kemal Paşa (Kirmasti): 2 Temmuz 1920.
24. Karacabey: 2 Temmuz 1920.
25. Bursa: 8 Temmuz 1920.
26. Borlu: 12 Temmuz 1920.
27. Demirci: 21 Temmuz 1920.
28. Çorlu: 20 Temmuz 1920.
29. Edirne: 25 Temmuz 1920.
30. Bütün Trakya: 27 Temmuz 1920.
31. Afyon, Eskişehir, Kütahya: Temmuz 1921.

 Ermeni İşgalleri (1919-1920):  1. Kars

 2. Sarıkamış,
 3. Iğdır
 4. Oltu,
 5. Kulp.
 6. Çukurova.

     Görüldüğü gibi İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve Ermeniler, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türklerin elinde kalan Anadolu ve civarındaki toprakların neredeyse tamamını işgal etmişlerdir. “İşgalcilerle savaşmadık” yalanı bir yana, Türk’ün elindeki son topraklara emperyalistlerin acımasızca ayak basması bile başlı başına bir yıkımdır. 1911’den beri aralıksız emperyalistlerin saldırısına maruz kalan, varını yoğunu kaybeden Türk insanı, bin bir felaketten ve yıkımdan sonra kendisine mütevazi bir gelecek kurmayı planladığı Anadolu’da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Ermeni askeri görmeye tahammül edecek durumda değildir. Türk insanı savaş yorgunudur. Trablusgarp’ta, Balkanlarda, Çanakkale’de, Hicaz-Yemen’de, Suriye-Filistin’de kaybettiği evlatlarının acısını yaşarken, birden bire karşısında daha dün kendisine bu acıyı yaşatan emperyalistleri gören Türk insanı, adeta ne yapacağını şaşırmıştır. Aslında emperyalistler de başlangıçta bu “şaşkınlığa” güvenmişler, “bu şaşkınlıktan yararlanmaya çalışmışlardır. Bu nedenle Cumhuriyet Tarihi yalancılarının iddia ettikleri gibi gerçekten de “İngilizlerle, Fransızlarla, İtalyanlarla” savaşmamış olsak bile, sadece bu emperyalistlerin Anadolu’ya girmeleri bile başlı başına Türk insanı için “psikolojik bir yıkım” demektir. Dolayısıyla 1919 başlarında Türk insanı emperyalistlerle karşı karşıyadır. Emperyalistler ise, halktaki bu psikolojik yıkımı daha da artırabilmek için her yola başvurmuşlardır.İşte o yollardan biri, İzmir ve İstanbul gibi sembol Osmanlı şehirlerinin işgal edilmesidir.
   Osmanlı başkenti İstanbul bizzat emperyalistlerce iki kez işgal edilmişken (13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920) İzmir, emperyalistlerin gözetiminde çok kanlı bir şekilde Yunanlılarca işgal edilmiştir (15 Mayıs 1919).

   102 OTURUM'UN SIRRI

   Emperyalistler, 1918-1920 yılları arasında Anadolu’nun paylaşımı konusunda anlaşmazlıklar yaşamışlar, bu anlaşmazlıkları aralarındaki görüşmelerle (Toplam 102 oturum) ve imzaladıkları ikili anlaşmalarla çözmeye çalışmışlardır. Örneğin, 15 Eylül 1919 tarihinde Suriye ve Kilikya’daki işgal kuvvetlerinin değişilmesi konusunda “İngiliz-Fransız Mukavelesi” imzalanmıştır. Atatürk, bu anlaşmanın Türkiye için ne kadar zararlı olduğunu, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Merkezi’ne çektiği “acil” telgrafta şöyle ifade etmiştir:
  “Eylül ayının 15. günü İngiltere ile Fransa 1916 yılında imzaladıkları anlaşmayı esas kabul ederek ‘Suriye İtlafnamesi’ adı altında milletimizi yakından ilgilendiren bir mukavele üzerinde anlaştılar. Bu mukavelenameye göre, İngilizlerin haksız olarak işgal ettikleri yerleri tahliye eyledikleri bölgeleri, Fransızlar haksızlık üzerine haksızlık yaparak işgale başlayacaklardır. Halep’i hariçte bırakarak, Urfa, Antep, Maraş ile Adana vilayetlerimizdeki çoğunluğu İslam ve Türk olan ve zengin topraklarımızı işgal bölgelerine dahi ederek, kuzeye doğru da Harput ve Sivas’a kadar uzanıp, buraları da dahile alarak Mersin’in batısına kadar uzanan ve Batı Anadolu ile Doğu Anadolu’yu birbirinden ayıran bu bölgeler Fransız nüfuz ve idaresine girecektir.”   En önemlisi bu 102 oturum sonrasında Anadolu'yu parçalayan ve Türkleri Anadolu'nun orta yerine sıkıştıran Sevr Antlaşması hazırlanmış ve Osmanlıya imzalatılmıştır.

   “Emperyalistlerin, (İngilizlerin ve Fransızların) Türkiye’ye yönelik Kasım 1918’deki politikaları Mayıs 1919’da çok değişmiştir” diyerek, emperyalistlerin Anadolu’yu parçalayarak paylaşmaktan vazgeçtiklerini ima eden Cumhuriyet tarihçilerinden Sevan Nişanyan, 15 Eylül 1919’daki İngiliz-Fransız Antlaşması’nı ve emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşmak için 1920 yılı içinde yaptıkları 102 oturumluk görüşmeleri nasıl açıklayacaktır.

 EMPERYALİSTLERİN VE MİLLİ MÜCADELE KARŞITLARININ TOPLAM GÜCÜ

  “Kurtuluş Savaşı antiemperyalist bir mücadele değildir!” diyen Cumhuriyet tarihi yalancılarının yalanlarını yüzlerine vuran bir diğer gerçek de işgalcilerin sayılarıdır. 1920 yılı sonlarında Türkiye’deki işgal kuvvetlerinin ortalama sayısı şöyledir:
   Yunan kuvvetleri: 220.000.(Sakarya Savaşı’nda ulaşılan sayı).
   İngiliz kuvvetleri: 10.000.
   Fransız kuvvetleri (Tunus, Cezayir ve Senegalli askerler): 12.000.[1]
   İtalyan kuvvetleri: 2000.
   Hintli kuvvetler (İngilizlere bağlı): 8000.[2]
   Ermeni kuvvetleri (Fransızlara bağlı): 10.000.[3]
   Ermeni Çeteleri: 5000.
   Pontus Rum Çeteleri: 25.000.
   Bunların dışında:
   Anzavur, Çerkez Ethem ve Kuvayi İnzibatiye kuvvetleri: 15.000
   Anadolu’daki 21 İç isyana katılan isyancı: 15.000.[4]
   Yani Kurtuluş Savaşı’nda Türk ordularının karşısındaki düşman gücü ortalama 322.000 kişi civarındadır.[5]   Turgut Özakman’ın tespitiyle, Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye, Düzenli Ordu ve Ankara yönetimi şu devlet, millet ve topluluklarla savaşmıştır:

Bazen ön planda bazen arka planda İngilizler.
Çukurova ve çevresinde Fransızlar.
Batıda Yunanlılar.
Doğu’da ve Çukurova’da Ermeni birlikleri ve çeteleri.
Kuzeyde Yunanistan destekli Pontus çeteleri.
Kocaeli, Ege ve Marmara bölgesinde Rum ve Ermeni çeteleri, ayrıca yerel halktan oluşan bazı işbirlikçi çeteler ve İyonya Devleti için hazırlanan 20 000 kişilik kuvvet.
21 iç isyana katılan, 15.000 civarında isyancı.
Anzavur’un birliği ve Kuvayı İnzibatiye.
Çerkez Ethem’in Kuvayı Seyyaresi.[6]
   Bütün bunların dışında, uluslararası kuruluşların (Paris Barış Konferansı, Cemiyeti Akvam) Türkiye karşıtı tutumları, ABD’nin ve Wilson İlkeleri’nin Türkiye aleyhine devreye girmesi, Sovyetler Birliği’yle yaşanan inişli çıkışlı ilişkiler, Yunan ve Ermeni propagandası, ayrılıkçı ve gerici akımlar, (İzmir Çerkez Kongresi, Trabzon Ademi Merkeziyet Derneği, TBMM’deki İkinci Grup, C.Arif ve H. Avni’nin Erzurum’daki girişimleri) M. Suphi Olayı, Bolşevikliğin yayılması, Enver Paşa’nın gizli faaliyetleri, Trabzon Olayı, Ali İhsan Paşa Olayı, Ali Şükrü Bey ve Topal Osman olayları, Atatürk ve silah arkadaşları hakkındaki ‘Bolşevik’ suçlamaları, Padişah’ın yayınladığı idam fetvaları, işbirlikçi İstanbul hükümetleri, sayısız işbirlikçi, sayısız İngiliz ajanı, parasızlık, silah ve cephane yokluğu, ulaşım ve haberleşme güçlüğü, Atatürk’ün bazı silah arkadaşlarının daha yolun başında geri adım atmaları, ABD ve İngiliz Mandası istekleri ve halkın yılgınlığı, yorgunluğu… gibi nedenlerden dolayı Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’nı verenler, emperyalizmin silahlı güçleri yanında, tüm dünya kamuoyuna yönelik menfi propagandanın ve bir iç savaşın üstesinden gelerek bu kadar güçlüğe rağmen abartısız bir “mucizeyi” gerçekleştirmişlerdir.
   Ozakman’ın dediği gibi, “Kısacası Ankara yönetimi, birden çok devlet, millet ve toplulukla savaşıp çekişmiş, çatışmıştır; barış görüşmelerinde de yine birçok devletle mücadele etmek zorunda kalacaktır. Onun için ‘yedi düvelle savaş’ bir efsane değildir ve Türkiye bu şaşırtıcı mücadele’den galip çıkmıştır.”[7]   İşte, “önemsizdir” denilen Kurtuluş Savaşı gerçeği…

   Bunların dışında Anadolu’yu bölüp parçalamak isteyen Ermeni, Kürt, Rum, Süryani,Çerkez ve hatta İran isteklerini de unutmamak gerekir.
   Emperyalistler (İngilizler, Fransızlar, Yunanlıalr, Ermeniler) işgal etitkleri Anadolu'da Türk halkına büyük işkenceler yapmışlar, halkın namusuyla, onuruyla, şerefiyle oynamışlar, halkla dalga geçmişler, hatta halkı kurşuna dizmişlerdir. Örneğin Yunanlılar Bursa'da yaşlı Türk köylülere birdirbir oynatıp, onlarla dalga geçerken, İzmit'te İngilizler, sırf Mustafa Kemal'i destekliyor diye Türk vatandaşlarını kurşuna dizmişlerdir.   Türkiye'nin yakın köklerinden koparılarak, yeniden emperyalizmin kucağına itilmek istendiği bugünlerde Cumhuriyet Tarihi Yalancılarına inat, dünydaki ilk antiemperyalist mücadele olan Türk Kurtuluş Savaşı'na ve bu savaşın önderi Mustafa Kemal Atatürk'e sahip çıkmak yaşamsal bir önem taşımaktadır....

  (Sinan Meydan'ın ekimde çıkacak olan CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI kitabından alıntıdır. İlk kez burada yayınlanmaktadır).
 


Sinan MEYDAN
Odatv.com



Dipnotlar:

[1]Süleyman Hatipoğlu, Türk Fransız Mücadelesi, s. 43, dipnot 224.

[2] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1998, s.171,172.

[3] Hatipoğlu, age, s.43.

[4] Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, s. 449.

[5] Özakman, Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’nin karşısındaki silahlı gücün yaklaşık 400.000 kişi olduğunu ileri sürmüştür. Özakman, age, s. 449, dipnot 69.

[6]Özakman, age, s. 449.

[7] age, s.449.

ESKİşehir yeniGALATASARAY

Nasıl bir özgüvendir o sormayın.Tüm şehirdeki, biz GS yı ufalarız elleriz en az 5 atar göndeririz havası, hakim.Bu durum "oynamadan da kazanırız biz bu maçı ya" diyen futbolculara da sirayet etmiş.Elin oğluda acımadı tabiki dakika 4 gol 1, İveşanın GS ya armağını bir gol.Galatasaray'a gönül vermiş biri olarak içimdeki "yusuf yusuf" sesine kulak vererek maçı Eskişehirspor tribününden seyrettim.Garip bir duygu.Saygı duruşunda Galatasaray taraftarının yapmış olduğu saygısızlık kınandı.Ayıp oldu.Eskişehir taraftarının hakem Kuddisi ile bir alıp veremediği var bu kesin.Galatasarayın b u sezon inanarak oynadıkları futbolu 2. yarıda seyrettik.Bu Arda inanılmaz bir yetenek.Haliyle yetenekli olunca da kendiniz ve tüm yakınlarınız bu yeteneğin negatif yansımalarını maç boyunca rakip takımın taraftar topluluğundan duyuyorsunuz.İlk yarının ilk 30 dakikasında GS, EsEs'i kendi silahıyla vurdu.Oynatma sinirlendir, rakibi oyundan düşür az daha becereklerdi ki sahaya Ufuk çıkıp bu oyunu bozdu 1-1 .İyiki de bozmuş GS, GS gibi oynamaya başladı ve goller geldi.Eses taraftarının Rızayı ve bazı futbolcuları "özellikle Batuhan'ı" yuhalamaları olmadı daha 3 maç oynanmış.Ama suç onlarda değil onların beklentisini yukarıya çekenlerde.Futbol oynanmadan kazanılmıyor bu akşam daha da belli oldu.3 puan 3 puandır önümüzdeki maçlara bakacağız artık.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

YALAN DÜNYA




İlk işittiğimde anlamadığımı düşündüm, ikincisin de ise, duymamayı tercih ederdim.                                                 Sıcak yaz günlerinin hüküm sürdüğü, geçmiş yıllarda bir gün, Söğüt ağaçların altında koyu bir sohbete eşlik ediyordum.Yaşı bizden büyük olan sohbettaşımız “sana madik atmayacak tek şey doğa demişti, o na  ne verirsen fazlasıyla sana geri verir .Bide dilinden anlarsan kendi hayatının peygamberi olursun”.Biz bu düsturu anlayasıya, bunu çoktan hayata geçirenler vardı. Nede olsa insan da doğanın bir parçasıydı ve ne verirsen fazlasıyla  geri alırdın.Hele  birde dilinden anlıyorsan Dünya üzerindeki tüm erkler senindi.Yanlış yapmayan ama her daim yanlış yapılan oldu  insanlar, kullanıldılar.Ne  verirsen fazlasıyla geri verdiler sana.Bu kimi zaman , kömüre, buzdolabına karşı bir oy, kimi zamanda  oya karşı bir ihale oldu.Verimliliğini kaybetti doğa zamanla, çok su verdiler olmadı,suyu kestiler kurudu.Güneş te fazla kaldı, kurudu, güneşi görmedi, soldu gitti. Kullanamadık doğru düzgün doğayı.Veremedik tam istediğini. Ama ne istediğini bildiğini zanetti  insanoğlu, alıyordu her istediğini, veriyordu karşılığında geleceğini.Ta ki Dünyaları yalanlar üzerine kurulasıya kadar.Düzenin çarkları çalışıyordu ama ısınmıştı. Yakındı belki de başlamıştı doğada ve insanda bozulmalar.                                                                         Çok dertli söylemişti benim duymak  istemediğim cümleyi ,inanarak söylemişti.Anne karnındaki fetüs bile madik atmıştı ona,yanlış göstermişti cinsiyetini, dökülüverdi ağzından kelimeler,bundan daha iyi de anlatamazdı  geldiğimiz durumu;                                                                                                                                                         Fetüsler bile yalan söylüyor abi!!

22 Ağustos 2010 Pazar

HARRY KEWELL


28 Aralıkta  blogta yazdığım bir yazıyla  başlamak istiyorum bugün.Belki bir nebzede olsa                 Galatasaray da olanları anlamakiçin hangi futbolcuların taraftarın gözünde nerede olduğunu bilmek lazım. Bahçeye gidiyordum o gün.Bir taraftan da radyoda güzel parça denk getirir miyim diye zaplayıp duruyorum kanalları.Tam tepeye vardım radyo istasyonunun birinde ''Galatasaray, Liverpool'dan .... anlaştı'' diye bir haber...Eeeee bir cızırtı çekmiyor meret bizim bahçenin oralarda...Hayda kim dir nedir nasıl öğreneceğiz diye akşama kadar kafa yorduk.Aradığımız kişilerde de yanıt yok.Öğrenemedik tabiki...Ta ki akşam pcnin başına geçip HARRY KEWELL i görünceye dek..Eeee nolacaktı şimdi? Sevinmenin yanısıra sorularda peşpeşe geldi.
''Arda mı gidecek?'', ''nerede oynayacak?'', ''nasıl oynayacak?''

Sezon başlıyor, güzel de oynuyor, taraftar çoşuyor, adına şarkılar yazılıyor, tapılıyor, ''Hagi'den Sonra..'' cümleleri kuruluyor.

Kısaca bu zamana kadar olan durumu böyle özetlerim sanırım. Şimdi asıl önemli olan noktaya gelelim...

Uzun uzun kalsın, gitsin demiyeceğim. Çünkü cevabımı herkes biliyor. Çoğu Galatasaray taraftarıyla aynı şekilde düşünüyorum bende. Lütfen kal Harry, lütfen. Bu taraftar Hagi'den Sonra sevebilecek yabancı arıyordu, sonunda buldu. Bu kadar da kolay ve çabuk kaybetmek istemiyor haliyle.

Herşeyiyle yeni bir ekol getirdi Kewell. Karizmasıyla, duruşuyla, şutlarıyla, yeteneğiyle, takım arkadaşlığıyla, alçak gönüllü olmasıyla, herşeyiyle ya herşeyiyle. 1 kere adı basına çıkmadı mesela. Kolpa basın, sakatlık dışında yazamadı onu hiç. Çünkü geçmedi ellerine bir koz, adam gibi adam oldu geldiği andan itibaren.

Bu tarz cümleler çok kullanılır fakat harbiden Kewell bizde bıraksın şu futbolu. Bıraktıktan sonra girsin teknik ekibe. Oynamasa da kenarda dursun, ''oyuncu'' nasıl olunur onu göstersin. Futbol okullarında ders versin, Türkiye'yi 2. vatanı olarak bilsin.
Biliyorum çok zor fakat kal be Harry. Lütfen kal. Daha doyamadık sana. Bir de yönetime seslenelim buradan. Daha ne bekliyorsunuz ? Daha nasıl bulacaksınız böyle adam? Hadi Haldun, devrenin ilk transferini yap artık, imzala Kewell ile. Bizleri de bekletme.                                                                                                                                                                                                                                       Bekletme dedik ya Aralıkta 19 Temmuza kadar beklettiler bizi. Ve de lütfen sözleşme imzaladılar Harry'le.İşte o adam son 3 maçta eniyi oynayan 2-3 kişiden biri. Hele son maçta ipten aldı Galatasaray'ı.  Bu akşam inşallah Harry'in ruhu  diğer futbolculara sirayet eder de Bursa maçında adam gibi inanarak, inandırarak oynarlar.   

15 Ağustos 2010 Pazar

MEĞER NE GÜZEL GÜNLERMİŞ O GÜNLER!

Yaklaşık 2,5 aydır kıvranıp duruyorduk.Vakit geçmiyordu bir türlü.Gerçi araya Dünya Kupası girdi ama o garip ses tüm futbol zevkimi köreltti.Geldik ta kiii, eski adıyla Türkcell Süper Lig yeni adıyla Süper Toto Süper Lig'in  (Adında 2 adet Süper kelimesi olunca lig geçekten süperleşecek mi?) başlangıcına.Galatasaray Sivas deplasmanına çıktı.Sarp golü attı, işte bu, biz en az iki tane daha atarız, Sarp attığına göre Kewell  en az iki tane atar, hadi birde Arda atar havasına girdik.Sivas yanlış bir faul düdüğü sonucu duran top, havada uçan balık Ali Turan,(bize Sabriyi bile ararttırdı) ve top filelerde.Bir şey olmaz atarız rahat olun relax. İkinci yarı Emre göster bi iki hareket, Ayhan hadi kıskansın seni Xavi.İkinci gol bizim kalede. Vakit var atarız önce beraberlik sonra galibiyet. Bak Barış girdi, atar atar o çoçuk. Dakika 90 hakem verir bi dört  beş dakika uzatma  atarız atarız relax, rahat olun. Maç bitti. Olsun olsun daha 33 maç var ilk maçta olur böyle kazalar. Futbol bu o yüzden severiz ya biz onu.Ne olmuştu yarabbim bana bu ne rahatlıktı böyle. Lig başlasın diye geriye gün bile saydım ben bu hale düşeyim mi diye saydım onca günü? Meğer ne güzel günlermiş S.T.Süper Ligsiz günler kıymetini bilememişim.Yahu ben kızmak, sinirlenmek, bağıra bağıra sevinmek, bazen üzülmek bazen gülmek, gerekirse de sövmek istiyorum arkadaş, ya Galatasaray beni bu relax'lıktan kurtarır,ya da bu lig çok çabuk biterrr.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

FETHULLAH GÜLEN: “DARBEYE ARZ EDERİM”

FETHULLAH GÜLEN: “DARBEYE ARZ EDERİM”

MÜTAREKE BASINI

DERSAADET GAZETESİ'NİN 90 YIL ÖNCEKİ ŞİFRELİ MESAJLARI VE BÜGÜNKÜ BASIN   30 Ekim 1918′de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra işgalci emperyalistler, Türk halkının bilinçlenmesini önlemek, işgallere karşı direnişi engellemek için önce kendilerine hizmetedecek bir “yandaş basın”yaratmışlar, daha sonra da “yandaş yapamadıkları” gazeteleri ve dergileri yakapatmışlar ya da basınına sansür uygulayarak “ulusalcı basını”susturmaya çalışmışlardır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında, Yeni Gün, İleri, Akşam ve Vakit, gazeteleri Milli hareketi”açıkça” desteklerken, Tasvir-i Efkar,Tevhid-i Efkar, İstiklal, İkdam ve Tercüman-ıHakikat gazeteleri de “üstü örtülü” biçimde Milli hareketi desteklemişlerdir. Ancak Peyam-i Sabah gazetesi ve Başyazarı Ali Kemal, Alemdar gazetesi ve Başyazarı Refi Cevat ile Sabah gazetesi ve Başyazarı Refik Halid “yandaşlıkta” sınır tanımayarak Milli harekete akıl almaz bir üslupla saldırmışlardır.

DERSAADET GAZETESİ’NİN ŞİFRELİ MESAJLARI

Kurtuluş Savaşı yıllarında bazı İstanbul gazeteleri Milli Hareket hakkında “olumlu” yazılar yayınlamak istemiş ancak İngiliz sansür kurulu bu yazıların yayınlanmasına izin vermemişti. Bunun üzerine, bir İstanbul gazetesi olan Dersaadet, ilginç bir yönteme başvurarak İngiliz sansürünü delmeyi başarmıştı.

Sedat Simavi’nin çıkardığı Dersaadet gazetesi, Türkiye’nin kayıtsız koşulsuz düşmana teslim edilmesi anlamına gelen Sevr Antlaşması’nın Osmanlı yönetimi tarafından imzalanması üzerine “sansüre uğramadan” bu antlaşmayı eleştirmenin ve Anadolu’daki Milli Harekete duyduğu güveni dile getirmenin yollarını aramaya başlamış ve son derece ilginç bir yöntem bulmuştu.

İşgalci İngilizleri bile “uyutan” bu yöntem, “çizginin gücünden” yararlanmaktı.

Dersaadet gazetesi, söylemek istediklerini kelimelerle değil, manşetten verdiği büyük bir çizimle, “şifreli” bir şekilde ifade etmişti.

Sevr Antlaşması’nın imzalandığı günü “Yevmi Matem” yani “Matem Günü” olarak adlandıran gazete, manşetine yerleştirdiği 36 x 17 santimlik bir çizim ve altına yerleştirdiği lejandla Milli Harekete duyduğu güveni anlatmak istemişti.

Çizimde, öküzleriyle tarlayı süren bir Anadolu köylüsü oğluna şöyle sesleniyordu:

“Oğul! Bugün yeni bir devre giriyoruz; artık geçmiş günleri unutmak ve yüreğin acılarını dağlamak için sabanı sürmeye başla ve her gecenin bir sabahı olduğunu unutma”.

Bir çift öküzün çektiği karasabanla tarlayı süren baba oğlun resmedildiği yakın planının hemen arkasında ise ufukta doğmakta olan kocaman bir güneş resmedilmişti. Tarlayı süren çiftçi resmi Anadolu’yu, arkadan doğan o güneş ise Mustafa Kemal’i ve Milli Hareket’i simgeliyordu. (Resim 1)

“İstanbul’un tarla süren köylüyle temsil edilmesi mümkün değildir; bunun Anadolu insanını belirttiği kesindir. Geçmişin unutulmasının öğütlenmesi, pekala sorunu İttihatçılığa bağlama tutkusunun dışlanması gerektiğini anımsatıyor. En ilginci de ufukta güneşin doğuşunun belirtilmesidir.” (Orhan Koloğlu, Mondros’tan Mudanya’ya Osmanlı’da Son Tartışmalar, İstanbul, 2008,s.151.)

Mustafa Kemal ve Milli Hareket sözcüklerini kullanmanın bile yasak olduğu bir ortamda, Dersaadet gazetesi,sansüre uğramadan Kurtuluş Savaşı’na duyduğu güveni “bir çizimle”, şifreli birşekilde okuyucularına aktarmayı başarmıştı. “Kuvayı Milliye lehine tek bir satırın bile yazılamayacağı bir ortamda,bundan daha fazlası tabii mümkün olamazdı.”

Dersaadet gazetesi, İngiliz sansürünü delmenin yolunun bulmuştu. Gazete bir kere daha bu şifreli çizim yöntemine başvuracaktı.

Dersaadet gazetesi, İstanbul’da Tevfik Paşa Hükümeti’nin kurulmasından ikigün sonra, 23 Ekim 1920 tarihli birinci sayfasında, tıpkı SevrAntlaşması’nı bildiren nüshasındaki gibi bir tasvir yapmıştı. Yine, birincisayfanın üstünü olduğu gibi kaplayan 36 x 17 santimlik bir temsili resim çizilmişti. Bu kez tarla süren köylü değil, Boğaz’ıniki yakasından uzanan iki el tam ortada birleşmişti. Ellerden biri İstanbul’udiğeri Anadolu’yu temsil ediyordu. Dahası, yine arkada, doğuda ufuktan yükselen kocaman bir güneşe yer verilmişti.

Dersaadet bu çizimde, Boğaz’ın ortasında kenetlenen iki elle İstanbul Hükümeti ve Ankara Hükümeti’nin anlaştıklarını, arka fonda doğudan yükselen güneşle de Mustafa Kemal’in başarılı olacağını,vatanın kurtulacağını simgelemek istemişti. (Resim 2)

“Tabiiki ilk günden yorum yapacak halleri yoktu, zira sansür alışkanlıkla halagörevini devam ettiriyordu. Nitekim gazetenin beş gün sonraki sayısında 120 satırlık bir yer sansür tarafından boş bırakılmıştı.” (Age,s.162).

Dersaadet gazetesinin sansürün göz açtırmadığı bir ortamda İstanbul’dan Milli Harekete destek olmak içingeliştirdiği bu “şifreli çizim” yöntemi, Türk basın tarihinin en ilginç, en zeki ve en yaratıcı olaylarından biridir.

Görüldüğü gibi, “Kurtuluş Savaşı’na cephe aldı!” diye halkı olarak eleştirdiğimiz Mütareke dönemi İstanbul basını bile zaman zaman, üstelik nefes aldırmayan sansüre rağmen, Kurtuluş Savaşı’na ve Mustafa Kemal’e destek olmak için, akla hayale gelmeyecek yöntemlere baş vurmuştur.

SÖZCÜ GAZETESİ’NİN MİSYONU

Yani Türkiye’de, Mütareke döneminin satılmış kalemlerince köşeleri kirletilen Mütareke basınına rağmen her türlü güçlüğe direnerek Atatürk’e ve Milli Harekete destek veren vatansever kalemlerce köşeleri parlatılan bir “ulusal (milli) basın” hep var olmuştur.

Örneğin, Mütareke döneminin Yeni Gün, İleri, Akşam ve Vakit gazeteleri gibi günümüzün de Sözcü gazetesi her şeye rağmen”cesurca” halkı bilgilendirme ve bilinçlendirme görevini yerine getirmektedir.


TARAF GAZETESİ’NİN TUTUMU NE OLURDU ACABA?

İnsan bu bilgilerden sonra ister istemez, 91 yıl sonra bugün, o Kuruluş Savaşı’nı veren Mustafa Kemal’e, her gün, adeta kalemini kana batırarak saldıran “yandaş basını” düşünüyor! Ve Allah korusun Türkiye yeniden o acı Mondros günlerini yaşayacak olsa acaba, örneğin “Taraf gazetesi ve Ahmet Altan, Türkiye’yi düşman işgalinden kurtarmak için mücadele edenlere, Dersaadet gazetesinin o günlerde yaptığı gibi ‘çaktırmadan’ destek verir mi?” diye kendi kendine soruyor!

Ne yalan söyleyeyim ben buna ihtimal vermiyorum! Bence Taraf gazetesi -Allah korusun- böyle bir işgal durumunda şuna benzer manşetler atar:

“TÜRKİYE’YE DEMOKRASİ GETİRMEYE GELDİLER!..”

“DİRENİŞÇİLER, ERGENEKON’UN UZANTILARINDAN İBARETTİR!..”

“TSK, BU İŞGALİ BAHANE EDEREK DARBE HAZIRLIĞI YAPIYOR!..”

Evet! Bu biraz “spekülatif tarih tezi” oldu; ama görünen köy de kılavuz istemez!

Lafın özü, 91 yıl önceki “yandaşlar” ve “işbirlikçiler” bile, bugünkü yandaşlar ve işbirlikçilere göre çok daha merttiler ve çok daha bu toprağa aittiler..

Sinan MEYDAN
sinanmeydan75@mynet.com
İLKKURŞUN

PKK GERÇEĞİNİ EN İYİ BRUCE WILLIS BİLİYOR

ABD’nin Universal Stüdyoları’nda gerçekleştiren tüm “aksiyon” filmlerinde, ABD yönetiminin teröristlerle asla pazarlık yapmayacağı ilkesi hakimdir.
ABD’yi yönetenler, teröristlere bir kez baş eğmeleri durumunda bunun sonunun gelmeyeceğini haykırıp dururlar.
Haksız da sayılmazlar.
Hadi diyelim ki “basiretsiz bir ABD yönetimi” pazarlığa girişti; hemen Bruce Willis ya da oyuncu adıyla Jack Bauer (Kiefer Sutherland) devreye girer ve “basireti” sağlar...

Sonra ABD döner, az gelişmiş tüm ülkelere bu pazarlığın yapılabileceğini, sonuçlarının hiç de “katlanamaz” olmayacağını, hatta ülke yararına da olabileceğini anlatır.
Bu görüşe son eklemleme, eski İngiliz lideri Tony Blair’in danışmanlarından Jonathan Powell (1997-2007 arasında Blair’in danışmanıydı) tarafından yapıldı.
“Kızım sana söylüyorum...” mantığıyla yapılan bu açıklamada Powell, herkesin muhatap alınabileceğini belirtti.
IRA’ya silah bıraktıran sürecin mimarlarından biri olarak “öne çıkarılan” Tony Blair’in, beyninin diğer yarısı olarak da gösterilen Powell, daha önce terörist olarak anlandırılan gruplarla masaya oturduklarını ve bu kişilerin daha sonra devlet adamı muamelesi bile gördeklerini söyledi.
Argüman şöyle aslında: Bu tür terör örgütleri kampanyalarla, kınamalarla, sloganlarla yok edilemez. Bu tür kampanyalar sonuç vermiyor. Biz bunu 1980 yıllarının ortalarında anladık. Bu konununu bitirilebilmesi için bir barış süreci başlatılması gerekiyordu. Terör örgütleri asla yenilmeyeceklerini biliyorlardı, ama asla kazanamayacaklarının da farkındalardı. İrlanda Cumhuriyet Ordusu tümden yok edilemeyecekti. Her iki taraf da aynı noktada olursa, o zaman barışçı bir çözüm yolu bulunabiliyor...

İşte zurnanın zırt dediği yer.
Adams ve McGuiness, yani IRA’nın iki kuvvetli adamı, İngiltere’ye karşı her türlü stratejiye başvurmuşlardı. İngiltere, bu saldırıları geçiştiremedi veya geçiştirmeye da kalkışmadı. IRA, hızlı ve keskin eylemlerle halk arasında şok etkisi yaratmayı da denedi. Şok yaratıldı ama IRA’nın haklılığı gündeme hiç gelmedi.
IRA eylemlerinde sivil halka yönelmiyor, doğrudan hükümeti hedef alıyor ve bu yolla da kazanımlar elde etmeye çalışıyordu.
İşin bu tarafını zaten herkes iyi kötü bilir.

Blair’in “deha çocuğu” Powell, kendi ülkesi için durulmuş gibi görünen ama her zaman ucu açık “terör” olaylarının görüşmeler yoluyla çözüldüğünü, bunun diğer ülkelerce de uygulanması halinde barışa giden yolda önemli adımlar atılabileceğini söylüyor.
Bu görüşmelerin başlangıç noktasının ise, her iki tarafın da kazançlı çıkamayacağını anladıkları anladıklarında olması gerektiğini savunuyor.

Bu açıklamalar nedense tam da NATO güçlerinin Afganistan’da Taliban ile görüşme masasına oturmaya hazırlandığı dönemde gündeme geliyor.
IRA ile İngiltere’nin aynı masaya oturmasının, NATO ile Taliban yetkililerinin aynı masaya oturmasıyla eş değer olacağından yola çıkıyor.
Olmayacağını, olamayacağını kendi de biliyor, ama mesaj bütün dünyaya veriliyor.
IRA meselesi halloldu mu İngiltere’de? Elbette hayır. Beklemede...
Peki, neden Powell böyle bir söylem içine giriyor dersiniz?
Taliban ile NATO arasında bir görüşmeye oturulması durumunda, buradaki terörist gurup sizce hangisi? Ülkesini savunmaya çalışan; gerici, bağnaz, acımasız Taliban mı, NATO mu?
Taliban hep bir terör örgütü olarak yansıtıldı ve haklı gerekçelerle de öyle kaldı. İyi ama, ülkenin asıl sahibi NATO mu da, görüşmeyi kabul edecek kesim NATO oluyor?
Bir benzerlik, IRA-İngiltere açmazında olduğu gibi bir “haklılık, uygunluk” var mı?
Yok... İlgisi yok çünkü.
Powell şu konuda elbette haklı: “İki taraf da kazanamayacağını anladığında, anlaşma masasına otursalar daha iyi olur.”
Türkiye özelinde olaya baktığımızda, PKK ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin aynı masaya oturması aynı kategoriye sokulabilir mi? Daha da genelleştirirsek eğer, Tamil Kaplanları (ki kalmadılar artık) ile Srilanka hükümetinin, Fas hükümeti ile Polisario örgütünün, ETA ile İspanyol hükümetinin... Uzar gider... Masa başında çözebildikleri bir “problem” oldu mu?
Egemen durumda olanın, egemenliğini sarsmaya kalkışan kitlelere karşı verdiği her taviz, kendi egemenliğinin sarsılmasını hatta yok olmasını sağlayacaktır.
Bu tarih boyunca hep böyle oldu.
Bu yüzden ABD, aksiyon filmlerinde büyük puntolarla yazmaktadır:
“Teröristle pazarlık edilmez!”
Mümtaz İdil
Odatv.com

13 Ağustos 2010 Cuma

MEDUSA

Tatilimizi yaptığımız yörede bizi ziyarete gelen arkadaşlarımız,tatsız bir olayla karşılaşmış, küçük kızlarının kolunda denizden kaynaklanan yanmalar oluşmuştu.Yapılan ilk yardım neticesi şişlik ve yanıklar bir nebze de olsa giderilmişti.Komşularımızdan birisi bunun bir medusa’nın işi olduğunu söyledi.Medusa Darbesi! Hemen herkesin aklına Matt Damon’ın oynadığı film gelmişti.Oysa saçak saçak kolları yüzünden mitolojideki bir kahramandan adını almış olan deniz anası bana efsaneyi hatırlattı. Medusa hayata çok güzel bir kız olarak başladığında Zeus’un en sevdiği kızı Athena onu çok kıskanmıştır. Bir ölümlü olan Medusa’ya abayı yakan Zeus’un kardeşi Denizlerin Tanrısı Poseidon zorla Medusa’ya sahip olur.Bunu duyan Athena çılgına döner ve güzelim Medusa’yı bir ucube haline getirir. Saçlarının her bir teli yılandan oluşan Medusa kendine bakanları taş haline getirir.Eskinin güzeli,ona hayranlıkla bakanları mahveder hale gelmiştir.Onu ortadan kaldırmak Zeus’un bir ölümlüden olan oğlu Perseus’a nasip olur.Başını kesip Medusa’yı öldürür..Argos’u Kraken’den kurtarmak için Medusa’nın kesik başını kullanır.Medusa neticede Argos’u kurtarmıştır. Mitolojide yer alan bu olay günümüzde bir çok şeyle paralellik gösteriyor. Şöyle ki; Yeryüzünde bir ülke düşünün, çok güzel yönetim şekli olan ve de orada yaşayan insanların mutlu olmasını sağlayan demokrasi ile yönetiliyorlar.Kıskançlık ve çekememezlik had safhada. Ve günün birinde dayanamayıp bu güzelliği kirletiyorlar.Artık her kendine hayran hayran bakanı taşa çeviren,her dediklerine evet dedirten bir Medusa oluyor demokrasi.İnsanları gözlerinin içine bakarak taşa çeviren bu durum dayanılmaz bir hal aldığında ölümlünün biri ortaya çıkıp yaşadıkları yeri gene demokrasiyle kurtarıyor.Ya nelere kadir bu demokrasi,hayır'lı süreçlerden geçip duruyor,mitolojide de böyle şimdi de böyle.Mitolojideki Perseus’a gerçek hayatta kim denk gelir bilmem ama bildiğim şey bu anlattıklarımın Türkiye ile bir bağlantısını bulmaya çalışmanın da çok zorlama olacağıdır,biline.

12 Ağustos 2010 Perşembe

HAZIRLANMA MAÇI TÜRKİYE 2 ROMANYA 0

Hiddink maç öncesinde sistemden öte felsefede değişiklik yapacağını söyledi ve beklediğimiz
o radikal devrimlerin bir anda olmayacağını söyledi. Türkiye'de iskelet yine aynı. Ama bu iskelet üzerinde bir felsefe değişikliği olacak gibi görünüyor.Yoksa Fatih Terim niye gitti? ABD kampında da bunun yansımalarını görmüştük ama Romanya karşısında eski zihniyetin pek değişmediği ortadaydı. Sezon öncesi, hazırlık maçı, sıcak gibi faktörler tabii ki etken ama daha üretken bir Türkiye izlemek isterdim. Ayrıca bu eleştirilerin de bu kadar fazla olmasının sebebi aynı iskeletle yola devam etmektir. Hiddink, yeni bir kadro kursaydı ve bunun üzerine gitseydi hazırlık maçıdır, alışma dönemidir, hoca denemeler yapıyor gibi cümleler kurabilirdik.Hoş görülürdü herkes tarafından.

Maçta da Türkiye'nin 4-2-3-1 oynadığını gördük ve ne olursa olsun sistemden ödün verilmediği güzel. İkinci yarıda da futbolcuların yerleri değiştirildi ve daha baskılı, topa hakim ama çok fazla pozisyon vermeye başlayan bir Türkiye vardı. İlk yarıda Nuri Şahin ve Aurelio'lu orta saha işin savunma kısmında iyiydiler ama Nuri Şahin'den beklenen pas organizasyonu, liderlik özellikleri pek fazla işlemedi. İkinci yarıda Emre'nin(ki o Emre için gelen teknik adamlara demeli ki; "Bu adam ön libero değil. Bu adam 10 numara denilen mevkiinin de adamı değil. Bu adam bu ikisinin arasında oynayabilecek bir adam. Hatta 4-3-1-2'nin solunda harikalar yaratmış bir adam. Ama 10 numara değil." )o bölgeye çekilip, Arda'nın serbest oyuncu gibi oynaması ise topa daha hakim bir Türkiye yarattı ama bu savunma hattı gerçekten çok kötü. Servet Çetin ve Hakan Balta iyi görüntü vermedikleri gibi, solda da İsmail Köybaşı'nın etkisiz futbolu hızlı ataklarda Romanya'yı golle burun buruna getirdiği gibi, bizim yarı sahamızda topu çok rahat kullandılar. Ama maçın belli bir bölümünden sonra da Romanya'nın direnci düştü ve ortaya yüzde 60'a 40'lık topla oynama oranları çıkınca Türkiye pozisyonlar da bulmaya başladı. Gökhan Gönül'ün sağdan iyi bindirmeleri, Emre Belözoğlu'nun pozisyon arayışları, Arda'nın inanılmaz şutları ve olmadık penaltı derken 2-0'lık skoru bulmayı başardık.Kanat diyince bir benim aklıma tavuk kanadı gelmiyormuş meğer Erman Hocanında aklına geliyormuş.Bu ikili ayrılmazsa çok şeyler duyar öğreniriz biz.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

UTANMAYI BİLİYORSAN, BU KADAR!


Dibindeki balıkların  birbirleriyle oynaşarak yüzdüklerini çok net görüyordum.Bu kadar temiz bu kadar berrak bir su hayatımda görmemiştim.O su biraz ilerde hızlanarak bir çağlayana dönüşüyordu.Beyaz köpükler o kadar çoktu ki, gökyüzündeki bulutların onları kıskandığını düşünmeye başladım.Çağlayan ve köpüren suyun içine hızla daldım.Yoktu böyle bir güzellik,inanılmazdı,ve o sudan kana kana içmeye başladım, içiyordum, içiyordum ama bir türlü kanmıyordum hala susuzdum.Aniden uyandığımda ise ağız kuruluğum had safhada olurdu.Çoçukluğumun ilk zamanları her ramazan başlangıcında hep aynı rüyayı görürdüm. Çağlayan sulara atlayan ben susuzluğumu bir türlü gideremezdim.Sokaktaki yaşıtlarımla birbirimize dillerimizi gösteririrdik,dildeki renk değişiklikleri oruçlu olup olmadığımızın bir numaralı göstergesiydi.Mahalle baskısı sadece birbirimize zabbar deyip kovalanmaktan  ibaretti.Mahalledeki herkes kim oruçlu kim değil bilirdi.Herkesin birbirine saygısı ve sevgisi vardı ve henüz ABD ve AB bırakın ailere o zaman henüz mahallere bile girememişti.Dindarlar inandıkları için ibadetlerini yapar oruçlarını tutarlardı.Şimdiki dincilerin yaptığı gibi ibadetlerini erke ve paraya tahvil etme çabası yoktu. Utanma vardı o zamanlar utanma.Şimdi bırakın anlamını kendisini bile unutmaya yüz tuttuğumuz Utanma.İşte çok kısa fakat çok anlamlı bir hikaye:
Yaptıklarından utanmıyor musun?’ dedi Tanrı..
-Çok utanıyorum, dedi adam..
Tanrı: -Utanıyorsan sorun yok, çıkabilirsin..
Adam şaşkınlıkla: - Cehennem dedikleri bu kadar mı?
Tanrı: Utanmayı biliyorsan, bu kadar..’                                                                                                          Anlayana..Sizin çevrenizde  de vardır bu insanlardan.Yaptıkları herşeyi gözünüze sokmaya çalışan bu  insanlar muktedir olma çabasındadırlar.Sizi yargılarlar, kendi oluşturdukları kurallar çerçevesinde yaşarlar ve yaşatmaya çalışırlar.Para ve erk olmuştur dünyaları.Ödülleri ve cezaları da ona göredir.Her şeye rağmen hayatımızda bizim ibadetimiz de inancımız da bizim.Kimselere bırakmaya niyetimiz yok.                                     Hepinizin Ramazanı Kutlu olsun.

10 Ağustos 2010 Salı

REAL MADRİD'TE PARA DENİZDE KUM

Marca gazetesi dün( 9 Ağustos) Real Madrid'in son 1o yıldaki transferleri sıraladı, toplam ödenen bonservisin 9 sıfırlı rakamları aşması birinci haber, bu dönemde Barcelona'nın 713 milyon harcaması ikinci haber.
Geçen yazki transfer döneminde Ronaldo’ya 92 Kaka’ya 64 milyon euro ödeyerek diğer transferlerle beraber toplam 264 milyon euro harcayan Real Madrid’in 2000 yılından beri transferler için kasasından çıkan miktar 1 milyar euro. Bu 10 yıllık dönemde bir diğer ilgi çeken rakam ise Zidane’a ödenen 72 milyon euro.
2000′den beri 1 milyar euro harcayan Real Madrid’in takibinde ise 713 milyon euro ile Barcelona var. Gerçi bu 2 takımı da yakın zamanda geride bırakacak bir Manchester City geliyor. Arapların kontrolüne geçtikten sonra son 3 transfer döneminde harcadıkları miktar yaklaşık 400 milyon euro.. Liste aşağıda..                                                                                                                                   2000-2001 : Figo (60 M€), Flavio Conceiçao (25 M€), Makelele (14 M€), Munitis (12 M€), Cesar (7 M€), Solari (4 M€). Toplam: : 122 M€
2001-2002 : Zidane (75 M€)
2002-2003 : Ronaldo (45 M€)
2003-2004 : Beckham (35 M€)
2004-2005 : Samuel (24 M€), Woodgate (20 M€), Owen (12 M€), Gravesen (3,5 M€) Toplam: : 59,5 M€
2005-2006 : Sergio Ramos (27 M€), Robinho (25 M€), Julio Baptista (20 M€), Cicinho (8 M€), Diogo (6 M€), Cassano (5,5 M€), Pablo Garcia (4,5 M€). Toplam: : 96 M€
2006-2007 : M.Diarra (26 M€), Gago (20 M€), Emerson (16 M€), Van Nistelrooy (15 M€), Higuain (12 M€), Marcelo (9 M€), Cannavaro (7M€). Toplam: : 105 M€
2007-2008 : Robben (36 M€), Pepe (30 M€), Sneijder (25 M€), Drenthe (14 M€), Heinze (12 M€) Toplam: : 117 M€
2008-2009 : Huntelaar (20 M€), L. Diarra (19 M€), Van der Vaart (15 M€), Garay (10 M€). Toplam: : 64 M€
2009-2010 : Cristiano Ronaldo (96 M€), Kaka (64 M€), Benzema (35 M€), Xabi Alonso (30 M€), Raul Albiol (15 M€), Negredo (5 M€), Granero (5 M€), Arbeloa (4 M€). Toplam: : 254 M€
2010-2011 : Di Maria (25 M€), Khedira (13 M€), Pedro Leo, (10 M€), Canales (5,5 M€). Toplam: : 53,5 M€

8 Ağustos 2010 Pazar

FETHULLAH GÜLEN ERDAL EREN’DEN DE OY İSTEYECEK Mİ

Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda "EVET" oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da.
Fethullah Gülen ABD

Hocaefendi, 12 Eylül anayasasını desteklediğin söyleniyor. Kenan Evren’in de cennetlik olduğunu buyurmuşsun. Hal böyleyse, hangi yüzle gidip 12 Eylül’ün mezara koyduğu Erdal Eren’den, Necdet Adalı’dan evet oyu isteyeceğiz? Bence hiç denemeyelim. Mezardakiler kalkarsa önce seni beni paralar.

...

Eski Genelkurmay Başkanlarından Memduğ Tağmaç, 1971 muhtırasından önce dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a darbe isteyen emrindeki subayları kastederek ‘altımı tutamıyorum’ demişti. Tutamadı da. Ama köprülerin altından çok sular aktı. Artık Türkiye’de Genelkurmay Başkanları artık ‘altlarını tutmayı’ öğrenmek zorunda.
Gürkan Zengin STAR

Gürkan, cesur delikanlı, kaba ama güzel ironi yapmışsın. Kabul. Lakin, Atatürk’ten sonraki Türkiye’nin asal sorunu askerlerin altını tutamaması değil, siyasetçilerin sürekli altına doldurmasıdır. O kadar yürekliysen biraz da siyasilerin altını yoklasana.

...

Dün, içimden kadın kılığına girmek, kadın ruhuna bürünmek geldi. Sebebi, başucumda duran alın yazısı kitabı. Adı “Kader Oyunu”(*). Kadınlar için yazılmış, tek kişilik bir kitap.
Ertuğrul Özkök HÜRRİYET

Ertuğrul Bey’in Hürriyet içinde kendisiyle ilgilenebilecek yakın arkadaşları yok mu? Çocuğun ruh hali stabil değil. Boş bırakmayın.

...

Ve bana göre Fazıl Say’ın, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’ten hiçbir farkı yoktur. Biri “Tükürürüm böyle sanatın içine” diyerek kendi anlayışı ve zevki dışındaki her şeyi dışlamıştır. Diğeri ise kendi zevki dışındaki müzikleri dinleyenlere yavşak demiştir.
Alırsın birini vurursun öbürüne.
Fatih Altaylı HABERTÜRK

O kadar kolay değil birini ötekine vurmak. Fazıl Say çok iyi bir müzisyendir. Gökçek’in belediyeciliği ise malum. Hem Fazıl Say kendi alanında konuşmuş. Gökçek ise anlamadığı bir mevzuda tükürmüş. Her ağzına geleni yazmamalısın. Gazeteciliği sana ben mi öğreteceğim?

...

Bizi bu halimizle kabul etmeyen 3 kafadarı (AK Parti, CHP ve MHP) aynı sandığa koyma fırsatı yakaladık. Sadece bununla mı yetineceğiz? Yanlarına Kenan Evren, Doğan Güreş, Tansu Çiller, ve Demirel zihniyetini de koyacağız.
Selahattin Demirtaş BDP Başkanı

Kürt milliyetçiliğini yaratan zihniyet de o zihniyet değil mi? Aynı sandığa kendini ve Apo’yu da korsan samimiyetine inanabiliriz.

...

Bir kez daha AKP’den aday olmak için Recep Bey'e yaranmaya çalışıyorsan, kendini de, benim gibi geçmişine saygıyla bakan eski dostlarını da, bu denli mahcup etmeye değmez. Bir gün gelecek, yine baba ocağındaki bizlerle baş başa kalacaksın.
Erol Çevikçe VATAN

Sayın Çevikçe, Yıllardır AKP’den nemalanan Ertuğrul Günay’ın artık baba ocağında yeri olamaz. Günay’ın tek vukuatı da bu değil. Yanlış anımsamıyorsam CHP veya DSP genel sekreteri iken 1994’te İstanbul Belediye Başkanlığı’na aday olarak Baykal ile birlikte Tayyip Erdoğan’a siyasi istikbal sağlayan kişidir. (Zülfü Livaneli’ye karşı kılpayı Erdoğan kazanmıştı).

...

Ben, Başbakan’ın …1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasını “12 Eylül’le hesaplaşma” olarak sunmasından çok rahatsız oldum. … Kenan Evren’e gerçekte antipati duymayan çok sayıda insan, algıladığı toplumsal baskılar nedeniyle ‘tercihini çarpıtıyor’ ve ondan nefret ettiğini, en azından onu onaylamadığını söylüyor.
Alper Görmüş TARAF

Alper Görmüş, görmüş geçirmiş bir adama benziyorsun ama yazdıkların akla ziyan. Bize ne Kenan Evren’i kimin sevip kimin sevmediğinden. Suçlu cezasını çekmelidir. Gerisi eskilerin deyişiyle mugalata. Laf salatası yapma.

...

Demokratik açılım diye ortaya çıkmamış olsa, bir avuç liberal ve demokrat dışında kimseler bu iktidara “Vay neden açılım yapmadın” demeyecekti. …Denemek isteyeni “altın vuruş” ile çökertmek istiyorlar. …Ülke yönetilemiyor değil. Eski kirli mutabakatlar çözülüyor…
Nihal Bengisu Karaca HABERTÜRK

Bir liberal medya var bir de yandaş medya. Liberal medyanın da üzerine serpiştirilmiş şirinlik muskaları var. İktidarın gazabına karşı paratoner görevi yapıyorlar. (Eyüp Can, Akif Beki, Nihal Bengisu vs.). Nihal Hanım, elbette birileri altın vuruşa hazırlanıyor. Ama kimler olduğunu sen benden daha iyi bilirsin.

...

Ben Sayın Gülen'in gelip Türkiye'de oy kullanmasını isterim.
Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı

Kemal Bey, güzel kardeşim, Hocaefendi Hazretleri referandum için zaten ölüleri ayaklandırdı. Seçmen problemi kalmadı. Öte yanda, belki CIA’nın pardon Amerika’nın havası iyi geldi adamcağıza. Rahatsız etmeyiniz.

...

“Hiç kimse aynı suda iki defa yıkanamaz" önermesiyle diyalektik materyalizmin ilk düşünürü olan hemşehrimiz Efesli Heraklit, yüzme havuzlarında insanların onlarca, yüzlerce kez, ya da en azından bir yaz boyunca aynı - klorlu- suda yüzdüklerini görse, tepkisi ne olurdu acaba?
Erdal Şafak SABAH

Klorlu havuz bir yana, b.ka batmış alaturka liberalizm deresinde on yıllardır yıkanıp da rahatsız olmayan bizler diyalektiğin de (Eytişim) içine ettiğimiz için Heraklitos tırlatıp hiçbir tepki veremezdi.

...

Önceki gün de, Ergenekon tutuklusu Mehmet Haberal'a Rize Meydanı'ndan selam gönderdi, Kemal Bey... Ergenekon'un avukatlığında Baykal'ı bile sollamış durumda, CHP'nin yeni lideri...
Tamer Korkmaz YENİ ŞAFAK

Bilime ve üniversiteye yaptığı katkılardan dolayı Mehmet Haberal Hoca’ya bir selam da bizden. Tamer sen de dedikodu yapma.

...

Hayırcı cephenin hak, hukuk ve özgürlükler konusundaki tutarlılığından ve samimiyetinden emin değilim. O cephede görünmeyi kendime yakıştıramam.
Ali Bulaç ZAMAN

Hayır cephesinin tutarlılığından ve samimiyetinden emin olamayabilirsin. Ama evet cephesinin samimiyeti de kalabalık bir otobüste ayakta giderken birilerinin sergilediği samimiyete benziyor. Öte yanda, otobüsün güzergahı belli değil ve durmaya niyeti yok. Ne zamana dek ford focus?

...

Yaşar Büyükanıt, muhtıracı, darbeci ilan edildi, Dolmabahçe’den sonra madalya ve zırhlı Audi verildi.
Yılmaz Özdil HÜRRİYET

Yılmazcığım, dilin sürçtü herhalde. Yaşar Büyükanıt muhtıracı ve darbeci ilan edilmedi. 27 nisan e-muhtırasını verdi. Bu üstün hizmeti sonrasında da “üstün hizmet madalyası” aldı. Al gülüm, ver gülüm yani. Muhtıra veremeyenler ise yargılanıyor. Muhtıranın da hayırlısı.


Hasan Vasfi Altay
Odatv.com

7 Ağustos 2010 Cumartesi

UNUTTUĞUNU HATIRLAMAK, BİLDİĞİNİ UNUTMAK.İŞTE GALATASARAY!

Hiç unuttuğunuz bir şeyin, hatta bildiğinizi bile unuttuğunuz bir olayın, kişinin birdenbire aklınıza geldiği şüphesiz olmuştur.İlkokuldan bir  arkadaşınız 30 yıl sonra karşınıza çıkınca adıyla ve numarasıyla hatırlamak çok güzel bir olay.İnsan hafızasını tasarruflu kulanmalı, kullanmasına da insan Galatsaray taraftarı olunca hafızasını pek tasarruflu kullanamıyor.Dün akşam Aykut'a atılan her geri pasta bildiğimi bile unuttuğum tüm duaları sular seller gibi hatırladığımı farkettim.Hiç bir maçı biz şöyle arkamıza yaslanarak rahatça  seyredemiyecek miyiz biz?Unuttuklarımızı  hatırladık da, bildiklerimizi de unuttuk maç seyrederken,Ntv nereden buldun bu yorumcuyu? Biz, bizim Prekazi'yi  futbol oynarken hatılamak istiyoruz, futbol yorumlarken değil.Güzelim Türkçeyi, Prekazi'yi dinlerken ve anlamaya çalışırken yaraladığımı düşündüm.Adama Türkçeyide unutturcaklar. Kısaca Galatasaray sen daha nelere kadirsin?Ömer Üründül'den sonra Cevat Prekazi bizim yeni idolümüzdür biline....Maç mı  boşver  anlatılacak bir maç değildi zaten.Sıradaki gelsin......

5 Ağustos 2010 Perşembe

ÇIKIŞ YOLU?

        Bin bir efsanenin yaşandığı Kaz Dağı’nın eteklerinde,Hasan Boğuldu’ya giderken yolu şaşırıp çıkmaz sokaklarla dolu bir yerleşkeye  yolumuz düştü.Köy ile mezra  arası bu yerde  yaşayanlar bizi oba’mıza hoş geldiniz diye karşıladılar.Arabanın değil manevra yapması,geldiği yerden geri geri gitmesinin bile çok zor olduğu bu obada,bir çıkış yolu ararken, orada yaşayan insanların  bir çıkış yolu olmadığını gördüm. Annesinin terk ettiği çocukların babalarıyla birlikte bir göz yerde hayvanlarla beraber yaşaması beni derinden yaraladı.Daha da kötüsü geçen sene bir kardeşleri sırra kıdem basmış.Yok çocuk. Kaybolan kardeşlerinin başına neler gelebileceğini bile düşünmekten acizler,belki de öyle görünmektedirler..Düşündüm de güzel memleketim bir referandum için karpuz gibi ikiye ayrıldığı, imkanı olsa ölülere bile oy kullandırılması gerektiğinin vurgulandığı bir dönemde, iktidarın muhalefeti terör örgütüyle işbirliği suçlaması,muhalefetin de iktidarı imralıdakiyle işbirliğiyle suçlaması bu obadaki aile için hiçbir şey ifade etmiyor.Ölülere imkan yaratıp oy kullandırmayı düşüneceğimize en batıda yaşayıp kaderine razı olmuş bu insanlara bir çıkış yolu sağlasak daha iyi olmaz mı?