30 Ekim 2009 Cuma

29.10.2009 Seçme Alıntılar

BATI’NIN MANEVÎ AJANLARI !..



Hukukun, adaletin, askerin ve devletin teslim olduğu günlerde yaşıyoruz.

Gizli olması gereken belgeler, bilgiler, iddialar havada uçuşuyor.

Garipliklerle dolu açılımlar, dipsiz bir kuyuya dönen Ergenekon’lar, ıslak imzalı albay mektupları, ihbarcı subaylar, ortalıkta dönen dolaplar... Muhbirler, casuslar...

Eli kanlı PKK’lılar kahraman yapıldı, zavallılar suçsuz ve zararsız! Bütün suç bizde, bizim askerde! Öyle bir hava yaratılıyor ki, ordumuz neredeyse devlet düşmanı ilan edilecek!

Ne oldu bize? Neden böyle bir kargaşanın içindeyiz? Ülkemizde neler oluyor? Nereye gitti bizim yiğitliğimiz, mertliğimiz?

Birçok okurum “Olup bitenleri ben çocuklarıma, torunlarıma nasıl anlatacağım?” diye soruyor. Hayır! Anlatamayacaksınız! Ülkemizde yaşanan bu saçmalıkları hiçbir akıllı beyin kavrayamaz çünkü... (Rahmi TURAN, Hürriyet, 29.10.2009)





BELGE SAHTE OLAMAZ MI?



…Evet, kimine göre “irticayı önleme” kimine göre “darbe hazırlığı” olarak nitelenen bir belge var ortada.

…Ancak; her şeye rağmen insanı kuşkuya düşüren noktalar var. Bunları es geçmek de en azından “gazeteci olmanın gereği kuşkulanma hakkına saygısızlık.”

Öncelikle; bu belgenin ortaya çıkmasından sonra öğreniyoruz ki, elin yabancısı bir elektronik alet geliştirmiş. Bu alet bir kişinin attığı imzayı hafızasına yerleştiriyor. Sonra aletin ucuna her hangi bir kalem takılıyor ve alet başlıyor aynı imzayı hiç sektirmeden, hata yapmadan atmaya.

…Yani demek ki söz konusu ıslak imza böyle bir aletle atılabilir.

İkinci kuşkulu nokta şu: Elimizde sadece imzalı bu belge var, ki bu belge bir çalışmanın kapak yazısı, yani ilk sayfası. Gerisi yok.

Peki nerede? Hepsi önce kıyma makinesinden geçirilmiş sonra da yakılmış. Bunu nereden öğreniyoruz? Savcıya ihbar mektubuyla birlikte bu belgeyi postalayan ama altına adını yazmayan isimsiz kişinin beyanından.

Kendisini çalışmayı hazırlayan askeri ekipten biri olarak tanıtan rütbeli bir subay belgelerin nasıl yok edildiğini anlatıyor. Yani isimsiz birinin tanıklığı “aynen doğru” kabul ediliyor.

Oysa ben şunu merak ediyorum: Kapak yazısını alabilecek kadar içeri girebilen bir kişi, neden rastgele iki sayfa daha almamış. Sadece bir sayfa ile yetinmiş?

Durum şudur: Darbe hazırlığı yapıldığı ve bunun için yüzlerce sayfa yazıldığı söyleniyor. Ama elimizde sadece kapak yazısı var. Belgenin altı üstü boş, havada duruyor. Yani Genelkurmay “Kesinlikle öyle bir çalışmanın yapılmadığını” söylese bile inandırıcı olma şansı kalmadı. (Demek ki tezgâhsa gerçekten müthiş.)

Ve üçüncü kuşkulu durum, bu orijinal belgenin 4.5 ay boyunca saklanması.

Kendisini vatansever ve demokrat olarak tanıtan meçhul subay acaba hangi amaçla ve duyguyla herkesin elini yakabilecek, üzerinde binbir risk taşıyan böylesine önemli bir belgeyi aylarca saklama gereği duymuş.

…Sonuç olarak; bu belge gerçek olabilir. Aynı oranda sahte olması ihtimali de vardır.

Eğer bu gerçekse bunun hesabı mutlaka sorulmalıdır ama burada mutlaka düşünmemiz gereken bir nokta daha var.

Her Milli Güvenlik Kurulu’nda irtica mutlaka tartışılan konular arasındadır. Ve askerlerin bu konuda hazırlık yaparak geldikleri de sır değildir.

Demek ki bundan önce de bu tür çalışmalar yapılmış ama konu hep MGK’da görüşüldüğü için kimse “Paşam bu çalışmayı nasıl yaptınız?” sorusunu sormamış.

Şimdi olayı bir de bu gözle tekrar düşünün. (Can ATAKLI, Vatan, 29.10.2009)







İHBARCI SUBAY” ORTAYA ÇIKMADIKÇA…



Şurası belli oldu, ihbarcı subay ortaya çıkmadıkça kimse tatmin olmayacak.. Şüpheli durum aşılmayacak..
Aslında mektubu yazan kişinin biliniyor olması lazım..
Ne diyordu?
“Taraf gazetesinde haber çıkınca 04.00’te karargâha gittik, belgeyi dosyadan aldım.”
Böyle diyordu değil mi?
Genelkurmay’a sabaha karşı dörtte girebilen kaç subay vardır? En gizli belgeyi eliyle koymuş gibi bulan? Varsa bütün tezgâhı bilen?
İki mi, üç mü, beş mi!.. Kaç?
“İhbarcı subay” onlardan birisidir..
*
Efendim gizli tanık olacak!
Niye?
Cuntayı çökertiyor..
Tamam da yazdığı mektup kimliğini açığa çıkarıyor zaten.. Kendisini tarif etmiş..
Cunta oluşumunda görev almış, uzun yıllar hizmet etmiş, psikolojik harekât dairesinden bir subaymış..
Gizliliği mi kalmış.. (Mehmet TEZKAN, Vatan, 29.10.2009)






LİNÇ



Türk Ordusu devleti yıkmak istiyor... Ama PKK demokrasiyi kurtarmak için düğün-bayram çıkageliyor...
Türk Silahlı Kuvvetleri suçlu... PKK suçsuz...
PKK militanları serbest... Ama askerler yargılanmalı... Öyle mi?
Hafta başında; PKK’nın Apo posterleri, bayrakları, üniformaları, sloganları ile gelişini sevinçle karşıladılar... Aynı haftanın sonunda Türk Silahlı Kuvvetleri’ni rejimin düşmanı ilan ettiler...
Genelkurmay Başkanı’nı almalı, komutanları atmalı, karargahtaki subayları içeri tıkmalı diyorlar.
PKK?..
Atlamalıyız boyunlarına...
Türkiye askerine kurşun sıkanları bağrına basmalı... Asker tehlikeli, PKK değil...
Niçin bu linç? Nedir bu nefret?
Askerlerin TBMM’den geçmiş İç Hizmet Yasası gereği; irticai faaliyetleri izlediğini, laik cumhuriyet karşıtı oluşumları yakından gözlediğini ve bunları kendi aralarında değerlendirdiklerini (kimisi saçma sapan olsa da) bilmeyen var mı? (Bekir COŞKUN, Haber Türk, 28.10.2009)






CUMHURİYET BAYRAMI NUTUKLARI VE…



Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı; siyasilerin parlak nutuklar atma günü! 2009’un “manzara”sı 1919’a benzemiyor ama Cumhuriyetin 86. yılına da yakışmıyor. İktidarda laiklik karşıtı eylemlerin odağı bir parti var. Cumhuriyetin altını oymaya yemin etmiş bir tarikat iktidarın kanatları altında devleti ele geçirmek üzere. Bölücü ve ayrılıkçı teröristler, “barış elçisi” olmuş. Eli kanlı teröristlere Türkiye’de oturma izni veriliyor, terörle mücadele etmiş emekli orgeneraller, gaziler, yurtsever aydınlar, “terörist” iddiasıyla sanık sandalyesine oturtulup Silivri’deki toplama kapına gönderiliyor. Hukuk devleti ilkesi ayaklar altında. Demokrasi, ağızlarda sakız gibi çiğnenmekten yozlaşıp anlamını yitirmiş. Liberal faşistler ve İslamcılar sivil darbe üzerine sivil darbe yapıyor. Sosyal devlet ilkesi ortadan kaldırılmış yoksul halk sadakaya bağlanmış. Yolsuzluk almış başını gidiyor, Kahpelik, ihanet, gaflet diz boyu. Bağımsızlık, emperyalizmin kontrolünde, manda zincirinin bir ucu Amerika’nın elinde öteki ucu Avrupa Birliği’nin sokak kapısına bağlanmış. Ulusal egemenlik tarikatların, aşiretlerin ve yoksul kitleleri parayla satın alabilen yeşil sermayenin eline geçmiş. İşbirlikçi medya, topluma yönelik psikolojik savaşı başarıyla yürütüyor. Ülke, “babalar gibi” satıldı ve satılıyor. Ve birileri “yaşasın bayram” nutukları atıyor; bu kadar alçaklık olmaz! (Deniz SOM, Cumhuriyet, 29.10.2009)






ATATÜRK CUMHURİYETİ YOZLAŞTIRILAMAZ !



Atatürk Cumhuriyeti’nin 86. yılını kutluyoruz! Müjdeler olsun!

Ben onuncu yıldönümünü anımsıyorum şu anda... “On yılda on beş milyon genç..” 86 yıl geçti, biz hâlâ “On yılda on beş milyon genç” marşını söylüyoruz! Bunun anlamı, bunca zamanı boşa geçirdiğimiz değil midir?

Ben geçen yıllarda yazmıştım, anımsayanlar olacaktır: AKP işbaşında oldukça ulusal bayramları gerektiği değerle, sevgiyle, özlemle kutlamak gerçeklere ters düşmektir diye.. Cumhuriyeti, 19 Mayıs’ı, 23 Nisan’ı, 30 Ağustos’u...

Önceden biliyorduk, Atatürk devriminin temel ilkelerinden hoşlanmayan, hatta ilk fırsatta hepsini değiştirmek amacında olan bir parti, yüzde otuzlar, kırklarda oy alıp da iktidar olunca, kafasındaki özlemleri gerçekleştirmek isteyecekti. Bu tür anlayıştaki insanların Cumhuriyetten, çağdaşlıktan, devrimlerden vazgeçmek niyetinde olduklarını...

Bakın, aylardır, Atatürk Cumhuriyeti’nin ilkelerine bağlı insanlarımız hapislerde!.. Yıllar geçecek, iktidar sahiplerinin tutumu değişmedikçe Atatürk Cumhuriyeti’ne bağlı yurttaşlarımız ağır zorluklarla karşı karşıya getirilecek...



***

…Evet, ben hâlâ onuncu yıldayım. Atatürk’ün sesi hâlâ kulaklarımda... Ne kadar bozmaya, yozlaştırmaya, değiştirmeye çalışsalar da, Atatürk Cumhuriyeti’ni başkalaştırmaya, değiştirmeye kalkmak boşuna bir çaba olacaktır. Atatürk devriminin kuşakları böyle bir girişime asla izin vermeyeceklerdir.

Atatürk’ün sesi, 86 yıldır bizleri devrimci çizgiye çağırıyor:

“Benim için bir yanda olmak vardır. Bir yandayım ben hep. O da Cumhuriyetin yanında olmak. Cumhuriyetten yana olmak, toplumsal devrimden yana olmak...” (Oktay AKBAL, Cumhuriyet, 29.10.2009)

Hiç yorum yok: